fe3a7-dsc000271-540x359.jpg

Mehmet uyandığında pencere açıktı. Yandaki evin bahçesinden işçilerin sesleri geliyordu. Yeşim, derin uykusunda, iki kolunu iki yana atmış bir şekilde kıpırtısız yatıyordu. Sol bacağı yataktan aşağı sarkmıştı ve beli de azıcık açılmıştı. Mehmet bir süre kızın uzun, siyah saçlarına baktı, sonra gözlerini kapatıp işçilerin konuşmalarını dinledi. Sesler uzaktan ve boğuktu. İşçiler bugün de sabah erken saatte gelmişlerdi ve öğle sıcağı bastırmadan işi biraz kolaylamaya bakıyorlardı.

Siteye iki gün önce döndüklerinde tavukları yerlerinde bulamamışlardı. Yattığı yerde “İşçiler mi, acaba?” diye düşündü. Site bekçisinin bir şeyden haberi yoktu. Mehmet buraya seyrek geldiği için tavukların kaybolmasını pek umursamadı ama yazın neredeyse tamamını bu evde geçiren diğerleri için bu üzücü bir deneyimdi. Yeşim ilk gün sürekli tavukları sormuştu. Gençlik yıllarını köyde geçiren anne baba da bu iki tavuk için iki gün boyunca dertlenip durmuşlardı.

Az sonra Yeşim uyandı, kısa bir süre yatağında oturdu, esnedi. Sonra zıp zıp geldi, Mehmet’in üstüne atladı.

“Hadi sor!”

“Ne soracağım?”

“Dün akşam oynuyorduk ya, sorular soruyordun.”

Mehmet önceki akşamı düşünmeye çalıştı. Onun için pek koşturmalı bir gün olmuştu. Evindeki küçük sehpaları arabaya atıp buraya getirmişlerdi. Diğer bir kaç parça eşya için de bir kamyonet ayarlaması gerekmişti. Kafası bunun gibi şeylerle doluydu. Bu yüzden Yeşim’in önceki akşamla ilgili sorularına bir an boş gözlerle baktı. Gecenin geç saatinde salondaki koltuklara yayılıp sözcük oyunları oynadıklarını hatırlaması biraz zaman aldı.

O sırada Mehmet’in annesi holde, elinde bir sepetle durmuş, onları izliyordu.

“Bırak kızım dayını. Sabah sabah bi dur!”

Mehmet yatağında doğruldu: “Günaydın”

“Günaydın Mehmet” dedi annesi “Az önce sana baktım uyurken. Kapkara olmuşsun oğlum, ne kadar yanmışsın!”

“Yanmış mıyım o kadar?” diye cevap verdi Mehmet. Parmaklarının tersiyle Yeşim’in saçlarına dokundu.

“Hadi sor!” diye üsteledi Yeşim yine.

“Ya dur, daha bismillah, sabahın körü, kızım” dedi, kollarını mıncıkladı. Küçük kız kıkırdadı.

Mehmet tek gözü kapalı bir şekilde yatağından kalktı. Odanın içinde pek eşya yoktu. Küçük bir masanın üstünde yan yana yatırılmış bir kaç ahşap klasör duruyordu. Mehmet tişörtünü ve pantolonunu sandalyenin üzerine bırakmıştı. Yerde, kapının yanında, içinde oyuncaklar olan bir koli, kışın kullanılan bir elektrikli ısıtıcı ve bir darbuka vardı. Mehmet tam lavaboya girmek üzereyken döndü ve uykudan yeni uyandığı halde neşeyle şarkı mırıldanan Yeşim’e baktı. Bir daha esnedi ve kapalı olan gözünü açmadan:

“Soruyorum, hadi bakalım!” dedi.

Yeşim bir sıçrayışta dayısının karşısına dikildi.

“Tamam! Kolay olmasın ama!”

“Piyano-Darbuka-Flüt. Hangisi farklı?”

“Flüt!” diye atıldı kız, hiç düşünmeden.

Mehmet diğer gözünü de açtı:

“Neden?”

“Çünkü o bir üflemeli çalgı, diğerleri değil.”

“Aferin sana,” dedi Mehmet. Kızın poposuna bir şaplak vurdu “Hadi bakalım şimdi yüzünü yıka!”

Mehmet aşağı indiğinde babası çayları koyuyordu. Annesi sepet elinde bahçeye çıkmıştı. “Günaydın” dedi babası.

“Günaydın! Bakıyorum, her şeyi hazırlamışsın.”

“E, iş başa düştü. Kızım, gel bir öpücük ver bakalım!”

Yeşim dedesinin bu çağrısına bir cevap vermedi. Kendi çocuk dünyasına şimdiden girmişti. Bu dünyada insan çoğu zaman acıktığının farkında olamıyordu.

Mehmet’le babası kahvaltıya oturdular. Kahvaltı sofrası fena değildi. Adam sigara böreği bile kızartmıştı. “Hadi kızım, hadi ama” diye seslendi torununa. Yeşim geldi, ağzına bir parça salatalık attı. Sonra gidip babasının geçen hafta gelişinde salonun diğer ucuna kurduğu çadıra girdi.

“On yedi saat çok değil mi?” diye sordu Mehmet.

Babası, eşini görmek için yerinde azıcık doğruldu ve bahçeye baktı.

“Bilmem ki…” dedi. “Ama ne yapacaksın?”

Kadın elindeki sepeti kestane ağacının yanına bırakmıştı ve hortumun yerini değiştiriyordu. Öğle sıcağının yakıcılığı başlamadan bahçedeki tüm çiçeklerin az çok sulanması gerekiyordu. Önce ateş çalıları, daha sonra verandanın önünü boydan boya kaplayan ortancalar. Kadın az sonra gelip verandadaki koltuğa oturdu. Televizyonu açtı.

“Çok yani, aslına bakarsan” dedi babası, çayını karıştırırken “On yedi saat bu… Hem de hava böyle sıcakken.”

“Tam on yedi saat!” diye tekrar etti Mehmet. Annesine baktı. Bir kadın programı vardı televizyonda ve stüdyodakilerin alkış sesleri içeriye kadar geliyordu.

“Ne konuştunuz akşam?” diye sordu babası. Geriye yaslandı. Böreklere, çocuklar yesin diye, dokunmuyordu.

“Annemle mi?”

“Evet, ne kaynattınız o kadar?”

“İşte, Milas’ı anlattı biraz. Sonra Elazığ, Halit Dayı, trenle yatak yorgan taşıma falan.”

“E, sen bilmiyor musun bunları?”

Mehmet güldü.

“Biliyorum. Olsun, bir kolaj yapmış oldu işte” dedi. “Sıradan, hepsini bir özet geçti.”

O sırada yanlarına elinde bir gemi maketiyle geldi Yeşim. Hiç de acıkmış görünmüyordu.

“Ne o?” diye takıldı Mehmet, “Sen de mi iftarı bekliyorsun yoksa?”

“Yani, o da tutsa olacak!” dedi dedesi.

“Ne oynayalım kahvaltıdan sonra dayı?” dedi kız.

“Hangi kahvaltı?” dedi Mehmet, “Sen bir şey yemiyorsun ki.”

“Daha acıkmadım ki ben,” dedi Yeşim. Sonra ekledi: “Biraz zor sorular düşün, dayı. Kolay olmasın, tamam mı?”

“Ne bileyim, kızım,” dedi Mehmet, “bu seviyeye alışık değilim ki ben.” Mehmet’in oğlu, Yeşim’den üç yaş küçüktü ve şüphesiz onu oyalamak her zaman çok daha kolaydı.

Mehmet birazdan çayları doldurmak için kalktı. Yeşim uzaklaştı.

“İyi oldu aslına bakarsan” dedi babası, oğlunun arkasından ocağa dönüp. “Konuşmak rahatlattı herhalde. Ne zamandır bir yere çıkmamıştı.”

Mehmet çayları koyarken gene annesine baktı. Annesi programa dalmış gitmişti. Halinden hoşnut görünüyordu. Dinlenmiş ve memnun.

“Yani…” dedi. “Umarım rahatlatmıştır.”

Bir sessizlik oldu.

“Halit Dayımla ilgili bir iki ayrıntı vardı ama!” dedi Mehmet, iki elinde iki çayla masaya dönerken. “Şimdiye kadar duymadığım şeyler.”

Babası, Halit Dayıyla ilgili ayrıntılarla pek ilgilenmiş görünmedi.

“Hepsi geçti gitti.” dedi. “Tavuklar nasıl gitti, onlar da geçti gitti.”

“Mektupları da yakmışsınız, bu arada” dedi Mehmet.

“Hangi mektupları?”

“Canım işte kırk yıl önceki mektuplar, kartpostallar. Evlenme öncesi yazışmalarınız.”

Babası çayına üç tane şeker attı. Biraz bozulmuş görünüyordu. Çayı karıştırırken kaşlarını hafif çattı, “Onu ne diye anlattı ki sana?” diye sordu.

“Siz ne diye yaktınız ki?” diye başka bir soruyla karşılık verdi Mehmet. “Yani başka şeyler falan tamam da… Mektuplar bari kalsaymış.”

“Ne bileyim, oğlum” dedi babası. “Bizden sonraya kalmasın” diye düşündük.

Mehmet buna pek anlam veremedi. Aslında çok da önemli bir konu değildi bu. Zira bu mektupların varlığından bile daha yeni haberi olmuştu. Gene de üzüldü giden mektuplara.

“Ya baba, sen demez misin, bizde yazılı kültür zayıf diye.”

“Orası öyle.”

“Yani resmimizle nesrimiz olsaydı falan…”

“Benim değil ki o laf!”

Mehmet üstelemeye gerek görmedi. Haklı olduğunu biliyordu ama haklı çıkmak için uğraşmak gelmedi içinden. Yeşim verandada anneannesinin oturduğu koltuğun arkasına bisikletini dayamıştı. Dışarıda ateş çalılarının gölgesi giderek kısalıyordu.

Mehmet bir elinde çay, kalktı, dışarıya yöneldi.

“Nereye?” dedi babası

“Ben, tamamım.” dedi Mehmet. “Eline sağlık, güzel kahvaltı oldu”.

“Afiyet olsun” dedi adam. “Bu sene böyle. Yarın sabaha da kalsaydın…”

Mehmet bir şey demedi. Verandayla salonu ayıran büyük cam kapıya doğru yürüdü. Orada durup bir süre annesine ve yeğenine baktı. Bahçe şimdi daha çok aydınlanmıştı. Kamyonet çoktan yola çıkmış olmalıydı. Tüm aileyi sıcak bir gün bekliyordu. Mehmet dışarıdaki dünyayı izlerken arkada, babasının sandalyesinde huzursuzca kıpırdandığını hissetti ve hafifçe boğazını temizlediğini duydu. Bunun üzerine gözlerini kapadı. Ve babası sordu.

“Mahkeme ne zamandı?”

Mehmet karısını düşündü. Ne zamandır düşünmediği karısını. “17’sinde,” dedi donuk bir ses tonuyla. Biraz da sertçe yaptı bunu, birine çıkışır gibi. Bir soru daha istemiyordu. Bu konuda sorulacak yeni bir soru tüm keyfini kaçırmaya yeterdi. Sadece bu dönemin bitmesini, yeni şeylerin başlamasını istiyordu. Hayatta bazı olayların yaşanması gerekiyordu. Ve öyle geçip gitmesi. Eğer babası bir soru daha soracak olsa onu duymazlıktan gelecekti, buna karar verdi.

Babası ikinci bir soru sormadı.

Mehmet az sonra verandaya çıktı. Annesi ona baktı, gülümsedi. Yeşim çömelmiş, bisikletinin zinciriyle oynuyordu. Mehmet, kızın başına dikildi.

“Bir sorum daha var ufaklık” dedi.

“Evet,” dedi Yeşim, heyecanla ayağa kalktı.

“Bu sefer ciddi zor ama, söyleyeyim.”

“Tamam, ben de zor olsun dedim, zaten.”

“Peki o zaman, dinle: Kaká-Çiş-Ronaldo. Hangisi farklı?”

“Anlamadım dayı!” dedi kız, kafasını kaşıyarak. “Bir daha sayar mısın?“

Mesut Barış Övün

Öykülem’in 2. sayısında (2015 Sonbahar) yayımlanmıştır.