Trisha Gupta, Delhi’de yaşayan bir yazar ve eleştirmen. Margaret Atwood’un, Patrick French ile bir söyleşi yapmak için Delhi’de bulunduğu sırada Trisha Gupta, Atwood’u “yakalamış” ve iki kadın yazar söyleşmişler. Söyleşi, 4 Şubat 2016 tarihinde, Hindistan’ın İngilizce yayın yapan köklü siyaset ve kültür dergisi The Caravan’da yayımlanmış. Çevirmeye çalıştım.

Onur Çalı

margaret-atwood-the-testaments-handmaids-tale

Çevreye karşı eskiden beri süregelen bir ilginiz var. Nereden geliyor bu ilgi?

Bu konuda, erken uyananlardan biriyim. Çünkü içinde büyüdüm. Babam biyologdu. Annem ve babam; pestisitler, DDT’ler ve biyolojik toplulukları etkileyen diğer şeyler hakkında çok önceden bilinçliydiler. Böyle şeylerin kaçıklıkla bir tutulduğu zamanlarda Sierra Club üyesi, Ontario doğabilimcileri, çevreci ve kuş gözlemcisiydiler. Erkek kardeşim biyolog oldu… Yani mevzuyu biliyorum… Bütün bunlar, Antilop ve Flurya gibi bir kitap yazmamı kolaylaştırmıştır. Eğer düzgün anlatamazsam, erkek kardeşimin beni eleştireceğini biliyordum. Dedi ki (sesini olduğundan daha yumuşak bir tona çevirdi): “Bence cinsiyet/cinsellikle ilgili konularda iyi iş çıkardın ama kediler konusunda emin değilim.” Ama bilim beni teyit etti! Kedilerin mırlamalarının nörolojik olarak sakinleştirici bir etkisi olduğu ve bizim kemikleri iyileştirmek için kullandığımız ultrasona çok yakın olduğu ortaya çıktı.

Eminim babanız botanik uzmanı olmanızı istemiştir.

Evet, botanikte çok iyiydim. İngilizce dersinde olduğumdan daha iyiydim çünkü İngilizcede yazım yanlışlarından not kırıyorlardı.

Eğitim –özellikle Hindistan’da– ve edebiyatı ya da diğer sanat dallarını tamamen ayırıyor.

Öğretmek için bölümlere ayırırız. Ancak bu yanlış bir şey. Yaratıcı zekaya sahip insanlar genellikle birçok alanda başarılı olurlar: Leonardo da Vinci muhteşem bir ressamdı ama aynı zamanda uçak icat etmeye çalışıyordu.

Ancak, uzmanlaşmamız gerektiğine dair giderek daha fazla paylaşılan bir kanaat var.

Bence söylediğiniz yirminci asır için geçerliydi. Şimdilerde aksine bir hareketi gözlemliyoruz.

Sözgelimi, tıpta, eğer ayak parmakları konusunda uzman bir doktorsanız, tüm yapacağınız oydu. Şimdi ise, insanı bir bütün olarak incelemeye yönelen bir anlayış var. Ve tüm bunlarda tahkiye unsuru var. “Bana tıbbi geçmişinizden söz edin.” Bu bir hikayedir aslında: “Önce ayak parmağımda bir yumru hissettim sonra dayanılmaz bir baş ağrısı.” Bedenin faklı parçalarının birbirlerine bağlı olduklarına dair o doğu inancı bugünlerde daha fazla güvenilirlik kazanıyor.

Patrick French ile söyleşinizde türlerin, bir bakıma, canına okudunuz.

Türler, kitapçılar için faydalıdır. Ve örneğin yalnızca bilimkurgu ya da fantastik edebiyat okuyan, bunun dışında hiçbir şey okumak istemeyen okurlar için de faydalı olabilir. Bu okurlar, kitapçının içinde nereye bakacaklarını bilirler böylece; üzerinde bir ejderha olan kitaplar onlar içindir. Ancak, tıpkı diğer edebi kurgularda da olduğu üzere, üzerinde ejderha olan bazı kitaplar, diğerlerinden daha kalitelidir. Bu yüzden, üzerinde bir ejderha var diye bir kitabı yok saymamalısınız. Bazılarında, serüven unsurunun yanısıra felsefi bir unsur da olabilir; tıpkı klasik bir Hint epik şiirinde olabileceği gibi. Ama bazı insanlar bana, erkeklerin yazdıkları kitapları okumadıklarını söylerler. Ya da kadınların yazdıkları kitapları okumadıklarını. Ya da hiç bilimkurgu okumadıklarını. Ya da bilimkurgu olmayan hiçbir şeyi okumadıklarını. Bu kadar güvensizlik neden? Neden kendinizi başka bir şeye maruz bırakmıyorsunuz? Belki çok iyi bir deneyim olmayacaktır ama en azından farklı olacaktır.

Bir yazın ortamınız var mıydı?

Küçük, kısıtlı. 50’li yıllar. Sizden doktor, avukat olmanız, iş yaşamına atılmanız beklenirdi.

Biz burada birçok bakımdan hala 50’lerde gibiyiz.

Hayır, değiliz. Gayet canlı bir sanat ortamınız var.

Ama bunu elde edebilmek için herkes ailesiyle çatışmak durumunda.

Bu her zaman evrensel geçerliliği olacak bir şey. 16 yaşımdayken yazar olacağımı açıkladığımda, anne babamın beti benzi atmıştı. Yine de kendilerini tutup beni dolaylı yollardan vazgeçirmeye çalıştılar. Annem, “Yazar olacaksan önce yazım kurallarını öğrensen iyi olur” demişti.

Ben şöyle düşünüyordum o zamanlar; hayatımı kazanmak için romanslar yazacaktım ama geceleri, içine Katherine Mansfield, Ernest Hemingway ve biraz da William Faulkner koyacağım melez eserimi yazacaktım. Denedim de, ama inan bana hiçbirinde başarılı olamadım. Bu yüzden gazetecilik okuluna gitmem gerektiğini düşündüm. Sonra ikinci dereceden bir kuzen, ki kendisi gazeteciydi, bu meslekte kadın olarak moda sayfalarını ve ölüm ilanlarını yazabileceğimi söyledi. Her şeye rağmen üniversiteye gidecektim: Güzde, kışta ve baharda eğitimim sürecekti ve ölümsüz şaheserimi yazacaktım…

Yazları yazacaktınız herhalde?

Evet. Toronto’daki üniversite eğitimimin ardından, Fransa’ya kaçacaktım; bir çatı katında yaşayacaktım, apsent içecektim, garsonluk yapacaktım. Kafamda bunlar vardı. Fakat okuldaki danışmanım, yüksek lisans öğrencisiyken daha fazla yazabileceğimi söyleyince Harvard’a gittim ve 19. yüzyıl uzmanı oldum. Çok fazla ütopya okudum. Bu kitaplara göre her şey giderek daha iyi bir hal alacaktı. 20. yüzyıla kadar distopyaları okumadık.

Çok ilginç. Bunun, daha önce söylediğinizle bağlantısı var mı? Bugünün, gerçekçi kurgunun zamanının olmamasıyla?

Söylediğim şuydu; kimse televizyon izlemiyormuş ya da internette gezinmiyormuş gibi davranmadığınız (böyle düşünmediğiniz) sürece, gerçekçi kurgu yazmak gerçekten zordur. İnsanlar bir şeyi inandırıcı kılmak için telefonlarını kullanacaklardır. Artık her şey çok farklı. Gerçekliğin statik olduğu zamanlardaki kadar kolay değil artık. Dave Eggers’ın 2013 tarihli Çember adlı romanını ele alalım; geleceğe dair tahminlerde mi bulunuyor yazar yoksa yazdığı ana dair mi bu roman? İkinci seçeneği söylemek durumundayız çünkü “gelecek” yok artık. Sonsuz sayıda olası gelecekler var ve hangisiyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Ben de diyorum ki, akla yakın kurgular yazın. Okur yazdığınıza inanmak zorunda.

Spekülatif kurgu ile bilimkurgu arasındaki en önemli fark bu mudur?

Evet, olabilecek bir şeyle hakikaten olmayacak bir şeyin arasındaki fark bu. Bilimkurgunun gerçek olmadığını biliriz. Heyecanlarını ve adrenalin patlamalarını hariç tutarsak başka bir dünyadır o; ama yarın başımıza gelmeyecektir ya da gelecek yıl; belki de hiç gelmeyecektir. Herkes bizim ya da Carrie Fisher gibi görünse de çok çok uzaktaki bir galaksidir.

Spekülatif kurgu bu dünyadır, bu gezegendir; olabilir diye düşündüklerimizdir. Damızlık Kızın Öyküsü‘nü yazarken 1984 gerçekleşmişti bile. Cesur Yeni Dünya gerçekleşiyordu. Kendime şöyle bir kural koymuştum, henüz gerçekleşmemiş, yapmamış olduğumuz bir şeyi kitaba koymayacaktım. İnsanlar, “karanlık bir hayal gücün var” diyorlar bana. Aslında, bu benim hayal gücüm değil.

İlk başladığınız zamanlarda, kadın olduğunuz için yazdıklarınızı yayımlatmakta zorluk çektiniz mi?

Hayır, çünkü Kanadalıyım. (gülüyor) 60’larda, yalnızca birkaç tane Kanadalı yayıncı vardı. Oxford Kanada ve Macmillan Kanada gibi yayıncılar da vardı ama onlarla şansınız zayıftı. Amerika’ya ya da Londra’ya gidebilirdiniz. Postkolonyal dönemden bahsediyorum. Kanadalı olma sorunu üzerinde birlikte çalışan kadın ve erkek yazarlarımız vardı o zamanlar. Genç yazarlar kendi yayınevlerini kurdular; bazıları hala devam ediyorlar ve oldukça saygınlar. Ben de yayıncılık sektöründe çalışıyordum. Yaptığımız şey için para almıyorduk; birbirimizin el yazmalarını okuyorduk, mukavvaların üzerinde oturuyorduk ve kirli kağıt yığınlarına bakıyorduk.

Hindistan’daki yayıncılık sektörü, 27 yıl önceki ziyaretinize nazaran farklı görünüyor mu?

Şimdi çok daha fazla yayıncı var. Şimdiki manzara yoktu o zaman. Hiç edebiyat festivali yoktu. Çok fazla yeni yayın türemiş.

Edebiyat festivallerini seviyor musunuz?

Sevmediğim şeyleri yapmak için fazla yaşlıyım.

Jaipur Edebiyat Festivali nasıldı?

Çok fazla insan vardı! Herkes çok cana yakındı. Sanırım, yaşlı insanlara iyi davranılması gerektiği düşünülüyor. Eğer genç olsaydım, daha agresif sorular sorabilirlerdi.

Daha önceleri insanlar şöyle şeyler söylüyordu: “Size yazabileceğinizi düşündüren şey nedir?” Ya da radyoda, programa şöyle başlayabiliyordu sunucu “Kitabınızı henüz okumadım ve okumayacağım da. Bana en fazla 25 kelimeyle ne hakkında olduğunu söyler misiniz?”

Favorilerimden biri de şudur: “Yani, Damızlık Kızın Öyküsü otobiyografik bir kitap.” dedi adamın biri.

“Hayır, değil. Gelecekte geçiyor kitap.” dediğimde ise, “Bu, kitabın otobiyografik olmaması için bir mazeret değil.” demişti.

Erkeklerin kadınların yazdıkları kitapları okumaya direndiklerini düşünüyor musunuz?

Genç kadınların yazdıkları kitapları mı? Evet. Eğer çıkabileceğiniz yaşta bir kadınsa yazar, onun sizden daha zeki olmasını istemezsiniz. Orta yaşlı kadınlar? Anneniz yaşında: kaçın! Ama büyükanne olacak yaşta olanlar? Büyükanneniz her zaman, size başka kimsenin vermeyeceği kurabiyeler yapar. Bilimkurgu ve internet oyunlarında çok fazla aşağı çekme çabası vardır çünkü bu adamlar kadınların gelip oyunlarına tecavüz sahnesi koyamayacaklarını söylemelerinden korkarlar. MaddAddam üçlemesi için konuşacak olursam, genç erkeklerden oluşan hayli büyük bir okuyucu kitlem var sanırım. Gerçekçi kurguda bu daha azdır ama hiç yok değildir. Çünkü ben oldukça büyük bir yelpazedeki insanlara hitap ediyorum, okurlarım her zaman çeşitli olmuştur. Herhangi bir yaşta, herhangi bir cinsiyette, herhangi bir ülkeden olabilirler.

Bizi bıktırmaya devam eden bir düşünce de kadınların yazdıkları hakkında çoğu zaman “domestik” şeklinde yorumların yapılması, kadınların yazdıkları evrensel olarak görülmüyor.

Eğer bir erkek, bir bebeğin altının değiştirilmesiyle ilgili bir şey yazarsa, “Kahraman!” yorumları geliyor. Bir kadın aynı şeyi yazdığında ise “Bebek bezi, bebek boku gibi şeyleri okumak zorunda mıyız?” deniyor. Ancak, giderek daha fazla genç erkek, aile içinde katılımcı hale geliyor. Ve bundan memnun görünüyorlar. 50’li yıllarda böyle bir şeyi göremezdiniz.