Gençliğinde Kahveci Şaban’a çırak dururdu. Eline ayağına öyle hızlıydı ki kalabalık günlerde yirmi çayı iki askıyla beş dakikada dağıtır, ocakçıyı illet ederdi.

Askere kadar kağıt oyunu nedir bilmezdi. Kıvrak zekâsı ve yetenekli elleri sayesinde iyi bir poker oyuncusu oldu. Yüzündeki bütün kasları kontrol etmeyi, usta oyuncuları gözleyerek öğrendi. Oyunda yüzüne bakarak elini okumak gafletinde bulunanlar dalıp gider, kendi elindeki kâğıdı unuturdu. Kesinlikle kumarbaz değildi. İhtiyacı olan parayı kazanmak için oynardı.

Dünyada yeteri kadar hırslı, aptal ve bol paralı insanlar olduğunu keşfettiği günden beri hiç çalışmadı. Sonra, “Baykuşun kısmeti ayağına gelirmiş.” atasözünü yakıştırdı kendine. “Ben gecelerin baykuşuyum” dermiş anasına.

Kuru Safiye’nin Recep diye bilinirdi. Evliliğinin dördüncü yılında, karısı iki çocuğu başına yıkıp terk etmiş. “Gece kumarda, gündüz uykuda. Birinciyi bilirim de ikinciyi ne ara yaptık bilmiyom valla.” dermiş Mancukaların Hanife’ye. O günden beri çocuklara Kuru Safiye bakar. Yeri gelince, hem ana hem babadır Safiye. Taş gibi serttir. Biriyle dalaşacaksa tek eli belindedir. Diğeri yakındaki sopa ya da taşı kapmak için alesta. Zaten kuru, kemikli ellerini sopa gibi kullandığı bilinir. Dili, elinden de beterdir. Onun taktığı lakap sümük gibi yapışır, çıkardığı dedikodu yuva yıkardı. Safiye’den korkmayan, ya kasabaya yeni gelmiş bir densiz ya da kıçına huzur batmış bir gafildi.

Oyun yeri, 60’lı yıllarda her kasabada bulunan ve akşamları eşrafın, memurların buluştuğu Şehir Kulübüdür. Kurulduğundan beri müsteciri Kıl Rafi’dir. Kıl Rafi’nin Candarma komutanları ve eşrafla arası her zaman iyidir. Yeni gelen komutanı, yerini ısıtmadan ilk o ziyaret ederdi. Kulübün arka sokağa açılan zula kapısından mı yoksa Rafi’nin hatırına mı bilinmez, baskınlardan hep eli boş dönerdi candarmalar. Hâlbuki odada asılıdır cigara dumanı ve sandalyelerde henüz soğumamıştır kıçların sıcaklığı.

Büyük oyunlar İzmir’de oynanır. Recep, İzmir oyunlarında iyi bir voli vurduysa kulak üstüne yatardı bir zaman. Fakat kıçı kaşınan, cüzdanı şişen İzmirli kumarbazlar özel arabalarıyla rövanş için kasabaya damlardı haftası dolmadan. Gün batarken Kulüp yakınlarında park etmiş Oldsmobil ya da Chevrolet’ler akşamki büyük oyunun habercisiydi. Kıl Rafi’nin çırağı ile haber salınır, gelsin diye. Kasten gecikir, bekletilince kumarbazların hırslandıklarını bilirdi.

Evde cıgara içemez, çünkü tıknefestir anası. Çıkar çıkmaz yakar Harman’ı. En birinci cıgaradır Harman. Mis gibi kokar meret. Kefalci Remzi bilir o saati. Köşebaşında bekler ve Kulübe yaklaşırken atacağı en az üç nefeslik izmariti havada kapardı. İzlendiğini bilir, şans getirsin diye paketten bir tane çekip ardına bakmadan geriye atardı. Remzi, onu da havada yakalar, “Şeytanın bol olsun Recebabii!” diye hayır dualar ederdi.

Kışın lacivert, yazın tütün rengi takım elbise giyerdi. Gömleği beyaz ya da kremdir; üstten iki düğmesi açık. Ayakkabılar iki renkli, son moda İtalyan. Yirmili yaşların sonundaki zindeliğine uygundur giysileri. O gömlekleri, pantolonları kömürlü ütüde nasıl öyle güzel ütülediğini Safiye sır gibi saklardı.

Elleri ve sağ elinin serçe parmağında taşıdığı şövalye yüzüğü en büyük sermayesiydi. Kendi beyanı; 35 gram som altınmış. Kehribar tesbihi, ağızlığı her daim. Alametifarikası şövalye yüzüğü ise oyundaki son kozudur.

Kâğıt karmayı, saklamayı, tırnaklamayı, yüz okumayı askerde koğuş arkadaşı Rafet’ten öğrenmiş. Rafet mi onu, o mu Rafet’i keşfetti bilinmez ama ustasını fersah fersah geçmiştir. Elleri, değme piyanistleri kıskandıracak kadar zarif ve kıvraktır. Viyana’da doğsa piyano virtüözü olacakken burada kumarbaz Kıranta Recep olmuştur geçim derdinden.

El ona geçtiğinde kâğıdı nasıl kardığını, kurduğunu, nasıl dağıttığını görmek için para kaybetmeye razı oyuncular vardı. Hileyi önlemek için kâğıdı iki kere kesmek isteyenlere bile itiraz etmez, çünkü kesilen yeri el çabukluğu ile yine istediği yere denk getirirdi.

Pek bilinmez ama 71 darbesi solculardan sonra en çok Kuru Safiye’nin hanesini vurmuştu. Sendikalar, dernekler kapatılırken Şehir Kulübü de Candarma marifetiyle mühürlendi. O kocaman kırmızı mühür, Kuru Safiye’nin değirmenine giden suyu şak diye kesti.

Üç gün, beş gün, bir hafta, bir ay. Hazıra dağ mı dayanır?

41c2b-16880620_1905462093057562_1270836706_o

Yıllardan sonra ilk kez kasaba otobüsüne bindi İzmir’e gitmek için. Fiyakası bozuk, canı sıkkındı. İzmirli kumarbazların ayağı, Recep’in kısmeti kesilmişti. Gecelerin baykuşu serçeye benzedi. Kısmetini aramalıydı. En arkaya oturup cama döndü yüzünü.

Bir hafta görünmedi. Normaldi bu. Örfi idare kimseye nefes aldırmıyordu. İkinci hafta kapılarda bekledi Safiye, süzgün. Üçüncü hafta akşamüzerleri İzmir’den gelen otobüsü Çarşıbaşı’nda gözler oldu. Konu komşu, biraz hayrına, biraz çocuklara acıdığından çörektir, börektir koltukladılar sırayla. Safiye de bu iyiliklerin altında kalmadı elbet; kimseye sövmedi, laf sokmadı, dedikodu yapmadı uzun zaman. Dilini ısırdı, köreltti bir gözünü konu komşu hatırına.

Bir akşamüzeri, en son Recep indi otobüsten. Söbü suratı iyice süzülmüş, gözaltları torbalanmıştı. O jilet gibi ütülü laci pantolonu soba borusuna, fiyakalı ceketi yerbezine dönmüştü. Elleri ceplerinde hızlı adımlarla eve ulaştı. On beş gün evden çıkmadı.

Sonra sonra, eski mekânı ve ustası Şaban’ın kahveye gelir oldu akşamları. Artık sır değildi; son oyunda alametifarikasını ütülmüştü. Cıgara üstüne cıgara içti çayın yanında. Bazen dalıp, usul usul serçe parmağındaki boşluğu okşadı.

Belki bugün açılmıştır umuduyla her gün Kulübün önünden geçti. Uzun uzun kapıdaki kırılmaz kırmızı mühüre ve Kulübün kirli camlarına baktı. Dört kocaman ay geçti, kapı duvar.

Askıcılığa dönmek züldü. Geceleri, son müşteri çıkınca gözünü gözlerine dikip her defasında örfi idareyi sorar oldu. Kahveci Şaban kibar adam, yüzlemedi, terslemedi. Severdi Recep’i. Sayılı gün geçer diye diye teselli etti kapatırken ocağı. Sonunda o da şişti.

– Usta be, ne zaman kalkacakmış bu örfi idare?

– Ne bileyim len ben, müneccim boku mu yedim!

Servet Şengül

Resimleyen: Serra Ataman