604f2-marilyn-reading-script2

31.Mart.17

Büyük usta Hulki Aktunç’un “Erotologya?”sında okudum: Marilyn Monroe, çekim setlerindeki dinlenme anlarında bir köşeye çekilip Faulkner okurmuş.

Hiçbir biçimde mukayese edilemezler ama aklıma Türkan Şoray geldi bunun üstüne. Geçenlerde haberlerde rastladım; sinemaya kırgın olduğunu söylemiş kitabının lansmanında. Ve yeni kitaplar yazmayı planladığını eklemiş: “İkisi de inanılmaz yakışıklı, biri dedem, diğeri büyükbabam olan iki adamın hikâyesini yazmak istiyorum. ‘Büyükbabamın Kılıcı’ gibi bir adı olacak. Bundan sonra artık sinema yapmazsam, İş Bankası da basıyor nasıl olsa kitapları…”

Bir Buruk Acı davası vardı bir de Sultanımızın ama o iş karışık, belki başka bir zaman açarız ondan.

3.Nisan.17

Bu aralar sosyal medya arkadaşlarımın edebiyatla haşır neşir olanlarında bir sevinç baş gösterdi: TRT arşivi. Gerçekten de hazine gibi. Salâh Bey’ler, İlhan Berk’ler, Necatigil’ler… Kimler kimler. Ve fakat benim dikkatimi bir şey çekti: Doğan Hızlan otuz yıl önce de aynıymış sanki. Aynı gözlükler, aynı saç baş, aynı kıyafet, aynı papyon. İnsan, çocukluğunda da böyle miydi acaba diye düşünmeden edemiyor.

5.Nisan.17

Kitaplar iyidir hoştur ama onlarla aşırı duygusal bir ilişki kurmayı da manasız buluyorum artık. Mümkün olduğunca elden çıkarıyorum, dağıtıyorum. Çünkü iki ve/veya ikiden fazla kez okuyacağınız kitap sayısı çok değil bu hayatta. Hem kitaplıklar arasında iyi hisseder kitapperestler, eyvallah, ama o kitaplar artık odalara sığmaz olunca da fenalık basar. Mümkün olduğunca az (ve sağlam) kitabınız ve mümkün olduğunca az (ve sağlam) dostunuzun olması yeğdir. Ve fakat bu demek değildir ki kitaplığınızdaki bazı kitaplar koruma altında olmayacak. Kime karşı koruma? Kitap ödünç isteyenlere karşı mesela. Ev değiştirirken, nobran taşıyıcılara karşı mesela. Hatta kendimize karşı. Mesela.

Bazı kitaplarımı, büyük konuşmayayım ama elden çıkaracağımı sanmıyorum. İlhan Berk’in Başlangıçtan Günümüze Kadar alt başlığını taşıyan Aşk Elçisi bunlardan biridir. Bu bir antolojidir. Gerçi “Öndeyiş”te şunu söyler İlhan Berk: “Bu bir defterdir. Eski, yeni şiirimizi karıştırırken sevi üstüne yazılmış, güzel bulduğum, sevdiğim şiirleri toplıyan bir defter. Buna kendim içindir de diyebilirim. Buradan da anlaşılıyor ki bu bizde alışılagelen biçimde bir antoloji değildir. Buna bir bireyin kitabı demek belki daha doğrudur. Bir anlamı varsa böyle bakıldığı zamandır. Hepsi o kadar.”

c0542-img_1619

Benim açımdan başka anlamları da vardır elbet bu güldestenin: Bir kere en sevdiğim şairin seçtikleridir. Sonra kitap; kurucusu Salim Şengil, sahibi ve yazı işleri müdürü Nezihe Şengil olan Dost Yayınlarınca basılmıştır. 1965’in Aralık ayında. Necatibey Cad. 22/3 Yenişehir-ANKARA’da.

Yunus Emre’yle başlar Aşk Elçisi, Cemal Süreya ile biter. Bir de EK’i vardır. Orada da Berk’in kendi şiirlerini görürsünüz. Ve fakat kitabın en enteresan yönü bu şiir seçkisi içinde bir düzyazıcının yer almasıdır. Hem de acemi bir hevesle yazılmış şiirleriyle değil de üç kısa öyküsüyle yer alır bu sevi şiirleri seçkisinde. Bu kişi Sait Faik’ten başkası değildir. Üstelik bir şiir seçkisine neden öykü aldığına dair herhangi bir açıklama yapmaz Berk. Aslında gerek de yoktur. Çünkü gerekçe bellidir, amiyane tabirle, şiir gibi öykü yazmıştır Sait.

Nitekim bir mektubunda adeta yakınmıştır: “Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne bir hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”

Türk edebiyatı (ya da Türkçe edebiyat) içerisinde yaşama hırslısı bir devrimdir Sait Faik. Berk’in, hazırladığı antolojiye onun öykülerinden almasında şaşılacak bir şey yoktur.

Bu arada, yukarıda alıntıladığım mektubun devamında şuna varır Sait: “Yazdığım şiirler var. Hikâyeye benziyor derler. Kendimizden başkalarına yazdığımıza göre kulak asmamak olmaz. Ben de hikâye gibi şiir yazacağım yerde şiir gibi hikâyeyi –eğer hakikaten öyle ise– tercih ettim.”

Ezcümle; bazı kitaplardan vazgeçilemez efendim, bazı yazarlardan da…

(Hazır baharın ılık nefesi belli belirsiz havada uçuşuyorken Sait mi okumalı acaba? Yeniden. Yeniden. Yeniden!)

12.Nisan.17

Birlikte izleme önerisi: Amadeus (1984), Dünyanın Tüm Sabahları (1991) ve Farinelli (1994).

Üç filmin en ortak noktası müzik. Filmleri izlemenin bonusu iyi müzik, iyi bir soundtrack dinlemek. Ve fakat daha mühimi, sanatın (bu filmler odağında müziğin) ne için, kimin için, ne uğruna yapıldığı soruları… Ne pahasına?

Üç filmde de hikayeler iyi örülmüş bir halde akıp giderken aklınıza takılan sorular bunlar oluyor.

***

Dünyanın bütün sabahlarına iki bilet al da
birlikte gidelim maviş anne

Didem Madak

Yukarıdaki filmler arasında benim favorim Dünyanın Tüm Sabahları oldu. Sonra da dayanamadım, filmin uyarlandığı Pascal Quignard’ın romanını okudum. Adı, azıcık, farklı: Dünyanın Bütün Sabahları. (Sel Yayıncılık. Çeviren: Orçun Türkay.)

Edebiyat eserlerinden uyarlanan filmler, her zaman ilgi çeken bir konudur. Tartışılır, kitapla film karşılaştırılır. Genelde edebiyat eseri galip çıkar bu karşılaştırmalardan. Ve fakat Dünyanın Bütün Sabahları filminin, uyarlandığı romandan (anlatıdan?) aşağı kalır yanı yok. Çok iyi, sadık bir uyarlama. (Yazarın senaryoya da katkıda bulunması etkendir elbette.)

3d576-tous-les-matins-du-monde-06-g

Sainte Colombe viyolaya yenilikler getiren bir üstattır. Taşrada, gözlerden uzakta yaşamasına rağmen besteleri ve icrasıyla ünlenmiştir. Viyolasıyla “insan sesinin tüm tonlarını” çıkarabildiği iddia edilen Mösyö de Sainte Colombe’un umrunda değildir ün, şan. İki kızı, ölen karısının gölgesi ve elbette müzik ona yetmektedir. İşte bu yüzden ününü duyup onu dinlemek için saraya davet eden kralın teklifini bile reddeder. Bir gün kapıya öğrencisi olmak isteyen bir genç gelir, Marin Marais’dir bu genç. Gelecekte saray müzisyeni olacaktır. Üstat, kapıya gelip yalvar yakan olan bu genci kabul edecektir etmesine ama öğrencisiyle müziğe (sanata) bakışları farklıdır. Film (ve kitap) bundan ibaret değil ve fakat yukarıda saydığım üç filmin paylaştıkları ortak zemin açısından burası önemli: Müzik (sanat) kim için, kimler için, ne için yapılır? Kaydedilmesi, satılması gerekir mi? Bu illa yapılacaksa da sanat neler kaybeder özünden?

Sainte Colombe, kızı Madeleine ile öğrencisi Marin Marais bestelerini neden yayımlamadığını sorduklarında şu cevabı verecektir: “Yayımı çekince, canlı yüreğimden küçük bir parçadır yırtıp parçaladığım. Yaptığım şey yalnızca hiçbir günü tatil olmayan bir yaşamın sıkı düzenini kurmaktır. Yazgımın gereğini yerine getiriyorum.”

Edebiyatta da böyle değil midir? Yazmakla yaşamayı, yaşamakla yazıyı içselleştirmiş, hayatını bu tavırla sürdüren, yazmasa yaşamının eksik kalacağını düşünen ve böyle bir güdüyle yazan yazarlar var. Bir de “yazar” olmanın büyüsüne kapılıp yazmayı handiyse bir hobi gibi sürdüren yazarlar var. Sonunda herkes kendi yolunda ilerler, geriye metinler kalır. Eğer yayımlamayı istiyorsak, bunu elzem görüyorsak tabii… En başta bu var.

13.Nisan.17

“Hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda.” İşte tüm mana burada, tüm manasızlık da burada.

Refik Durbaş’ın BirGün’de yazdığı yazılar bir kitapta toplandı: Şiirin Gizli Tarihi. Bir kısmını gazeteden okuduğumu hatırlıyorum. Okumadığım yazılar da varmış, iyi oldu. Durbaş’ın bugünkü yazısı da çok keyifli. Ve fakat özellikle son haftalardaki yazısında bariz biçimde Salâh Birsel etkisi görüyorum. Hatta çok bariz biçimde belli bu üslup esini. Bir sıkıntı yok elbette, hatta iyi bile, böylece daha güzel yazılar okuyoruz Durbaş’tan.

14.Nisan.17

Yola çıkıyorum bu akşam. Hem de yıllar sonra trenle. Neden? Çünkü HAYIR!

Çünkü, belki de, Ankara’nın (edebi olabilir ama) ebedi istirahatgahım olmayacağını içten içe kendime göstermek için seçmen kütüğüm hala İzmir’de. (Ya da sadece tembellikten, bu da mümkün tabii.)

Ezcümle; hayrolsun, hayırlı olsun, HAYIR’lı olsun! Olacak da.

***

Öte yandan, EVET de çıksa HAYIR da çıksa Pazarertesi sabahı yine aynı yerdeyiz. Hep birlikteyiz. Aynı yalan dolanın, aynı siktirici işlerimizin başındayız. (Ben bir haftalığına olmayacağım gerçi.) Aynı boktan dünyanın, aynı bıktırıcı dertlerimizin ortasındayız. Ama o umut yok mu o umut! Ah o umut! İncecik papatyanın yerin yedi kat dibinden ince boynunu güneşe uzatması gibi o umut yok mu? Ya da güneşin yağmur gibi yağması üstümüze. Ağaçlara sarılmak gibi yok mu o umut! Var. İşte o yüzden HAYIR!

Onur Çalı