Edebiyat ortamımız, ülkemizin diğer ortamlarından farklı değil. Yani, kaos hakim. Çok fazla kitap yayımlanıyor, eleştiri yok denecek kadar az ve sair. Bunlar hepimizin bildiği şeyler. Ve fakat ne şekilde, nasıl olursa olsun ilk kitabın heyecanı da ayrı. Hem, kağıt oyunu oynayanlar bilir; ilk elin günahı olmaz. İlk kitaplar da, tıpkı sonrakiler gibi, kusurlarıyla güzeldir. Kendimize ait, bize kendi yolumuzu açacak güzel yanlışlarımız olmazsa ne anlamı var yazmanın?

Bu ve benzeri düşüncelerden hareketle ilk kitaplarını çıkarmış yazarlarla söyleşi yapma fikri gelişti. İlk kitabını çıkarmış her yazara sorulabilecek ortak sorular belirlemeye çalıştım. Samimiyetle sorulan sorulara verilecek sahici cevaplar, belki, ortak dertlerimizi anlamaya, birlikte düşünmeye vesile olur. Hiçbir şey olmasa bile, bir yazar dostumuzun ilk göz ağrısının heyecanını paylaşmış oluruz.

45e03-192

Kitapsız bir hevesli olmaktan kitaplı bir yazar olmaya giden süreç nasıl gelişti?

Aslında hiç hevesli olmadım, sahneye çıkmayı pek sevmem, kendime güvenim biraz eksiktir. Yazdıklarımı dergilere göndermeye başlamam bile iyi okur olduklarını bildiğim (güvendiğim) birkaç arkadaşımın cesaretlendirmesi hatta ittirmesiyle olmuştur. Yazar ya da herhangi bir kimliğe sahip olmak (olmaya çalışmak) için öncelikle inanç gerekiyor. Bende kırıntısı bile olmayan bir zihinsel durum bu. Tutkulu bir insan olduğumu fark ediyorum ama tutkum sürekli yön ve nesne değiştiriyor. Çocukken benim de bir deste saman kâğıdım ve bir tükenmez kalemim vardı ama kendimi hiçbir zaman yazar olarak tasarlamadım. Hayatım boyunca, özellikle insanlarla doğrudan bir temas kurup derdimi anlatmam gerektiğinde yazıya başvurdum. Yazı dilinin olanaklarının konuşma diline göre çok daha fazla olduğunu keşfetmiştim. Konuşmak yerine çok kere arkadaşlarımın eline mektup tutuşturduğum olmuştur. Okumaya zahmet eden insan dinlemeye gönüllüdür ve iyi bir dinleyicidir. Yazılı olarak yanıt verenlere de bayılmışımdır.

Tabii ki yazan insan öncelikle iyi bir okur olmalı, (iyi okur ne demek tartışılır) ben elime geçen her şeyi okuduğum uzun yıllar geçirdim sonra iyice karışmış bir kafayla uzun bir dinlenme dönemi… Bu arada amaçsızca içimi döktüğüm bir sürü saman kâğıt harcadım. Sonra çok uzun bir dönem tutkum taş yontmak ve kazandığım parayla başka ülkeleri (dünyaları) görmek oldu.

2006-2012 yılları arasında çıktığım uzun seyahatlerden sonra oturup ciddi ciddi yazmaya başladım. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da geçen yüz elli sayfalık “bir şey” çıktı ortaya. Sonra o şeyi kaldırıp çöpe attım. Bu çalışmadan bana kalan ise hayatın anlarını, her şeyiyle, zihnimde yeniden canlandırıp öyküleyebilmek için dilimin dönmeye başladığını fark etmem oldu.

Buradan Kitap’a giden süreç ise; Yazar olmaya çalışmasam da (Yaşım artık geçmişti) yazma işini ciddiye almakla başladı. Anlatı ile ilgili kuramları ve geniş bir öykü alanını yeniden taramaya çalıştım, bu arada yazdığım kısa öyküleri, öykülerle dolu uzaydaki parlak, soluk yıldızlarla karşılaştırmaya başladım. (Objektif olmak gerekiyor. Bu zor değil çünkü temel bazı değerlendirme kriterleri mevcut.) Bu uğraş sonucunda isterseniz değerinizi isterseniz haddinizi hududunuzu anlarsınız. Sanırım kendi kendinizi böyle bir elekten geçirmeniz fazla hayal kırıklığı yaşamamanızı sağlıyor ve yayımlanma olasılığınızı da artırıyor. Ben kendi kendime bir sürü öyküyü çöpe attıktan sonra kendimce fena olmadıklarını düşündüğüm birkaç öyküyü bir internet dergisine bir de matbu dergiye göndermiştim (Sözcükler ve Alt-zine). İkisinden de olumlu yanıt alınca cesaretle devam ettim. Vefalı olmak iyi bir şeydir, fazla açılmadan elimdeki stoktan aynı dergilere göndermeye devam ettim, bu arada yeni ve farklı bir anlayışla yazdıklarımı bir başka dergiye (Sarnıç) göndermeye başlamıştım. Sonra Yaba, Galapera, Notos. Kitabın ortaya çıkması ise Sarnıç ekibi sayesinde bu sefer de onların cesaretlendirmesi hatta çabası ile olmuştur. Kitabı Alakarga bastı. Bana bıraksalardı kitapsız ve hevessiz, yazmaya çalışan bir adam olarak devam edecektim. Sağ olsunlar benim yazabileceğime benden daha çok inandılar, umarım bundan sonra yüzlerini kara çıkarmam.

Yazma uğraşını neden başka bir türde değil de öyküde yoğunlaştırdın?

Bir anlatıcı insan tipi var, bu insan tipinin muhabbetleri hikâyeler, fıkralar, anılarla yürür. Ben onlardan birisiyim, hikâyelerim çoktur ve anlatmayı severim. Yazmaya gelince de kişiliğime en uygun biçim öykü tabii ki.

Yayınevini nasıl belirledin? İlk kitabın yayımlanma sürecinde neler çektin?

Yukarıda anlatmıştım, Yayınevini Sarnıç dergisi editörlerinin önerisi ile belirlemiş oldum. Fazla bir şey çekmedim. Sadece iş ciddiye bindiğinde yayımlanana kadar heyecanla ve merakla bekledim.

Kitabı yayıma hazırlama sürecinde sana yol gösteren, yardımcı olan bir editörün oldu mu? Eğer olduysa, editöründen razı mısın?

Evet, kitap fikri ortaya çıkınca profesyonel bir editör arkadaşım Nilüfer İlkaya dosyayı gözden geçirdi. Dışarıdan bakan bir göz çok önemli, hele ki bilgili, deneyimli bir göz… Nilüfer çok doğru noktalara işaret edip kitabın elinin yüzünün daha düzgün olmasını sağladı. Hatta öykülerden birini çöpe atarak yaptı bunu. Ayrıca kabul etmediğim önerilerinde bile ne yapmaya çalıştığımı bir kez daha düşünüp kendi kendime dersler çıkarmama sebep oldu.

İlk kitabınla hayatında neler değişti? Neler ummuştun ne buldun?

Aslında kitap çıkartmaya hiç hevesli değilken basıldıktan sonra bazı beklentilerim oluştu. Hızlı tepkiler bekledim. Birilerinin hemen okuyup olumlu olumsuz eleştiri ya da tanıtım yazısı yazacaklarını umdum. Acemilik işte. İnsan sahneye bir şekilde çıkınca performansını merak ediyor. Beğenildi mi, beğenilmedi mi? Değer, etki, ağırlık! Bunlar doğal olarak merak ediliyor. Neredeyse üç ay geçti. Birkaç okuyucudan aldığım olumlu tepki dışında bir kıpırdanma olmadı. Sonra düşündüm, bir okur olarak ben yeni çıkan onca kitabı takip edemezken, birilerinin benim kitabıma ulaşıp, okuyup bir de üzerine eleştiri yazmalarını hatta bireysel geri dönüşler yapmalarını beklemek büyük bir saflık oluyor zaten. Hele ki bunu yaptırmak için özel bir çaba sarf etmiyorsan. Reklam ve tanıtım işleri ise sanırım yayınevlerinin meselesi.

Hayatımda değişen ise kitaba giden süreç içerisinde kendi inşaatıma birkaç tuğla daha koymuş oldum. Kalabalığın içinde “ben” diye bir şey var, benim zihnim de diğer her zihin gibi kendinden menkul ve biricik. Dünya gerçekten son derece karmaşık bir yer. Buradan mümkün olduğunca çok malzeme alıp formlar, renkler, sesler, kavramlar, sözcükler yardımıyla dünyaya yeni ve düzenli bir şeyler iade ederken bir taraftan da kendinizi inşa ediyorsunuz. “Ben” evrenle temas etti, öyküler oluştu. Sonra bir temas daha gerçekleşti, bu öyküler yazılı olarak benden çıktı. İnşaatıma devam edebilmek için elimden geleni yaptım.

Telifini alabildin mi/alabilecek misin?

Evet sözleşmede belirtilen ödeme biçimlerinden birisi üzerinden aldım.

Dergiler için edebiyatın mutfağı denir. Sen salona, misafirlerin karşısına çıkmadan önce mutfakta ne kadar zaman geçirdin?

Aslında edebiyatın mutfağı hayat galiba, öykü dergileri tadımlıkların sergilendiği camekân gibi. İlk yemek servisi ilk mezeden üç yıl sonra gerçekleşti

Kitabın yayımlandıktan sonra yakın çevrenin ve ailenin yazmak/okumak uğraşına bakışları değişti mi? Yazıyla ilişkinde ciddi olduğuna ikna oldular mı? Kitap sana bu anlamda bir özgürlük alanı ya da dokunulmazlık zırhı kazandırdı mı?

Bu soru için fazla yaşlıyım ama soruyu sanırım anlayabiliyorum.

Bu bizim toplumumuzun önemli bir sorunu, bir sancısı. Yakın çevrenin ve ailenin “birey!” üzerindeki tuhaf tasarrufu. Senin iyiliğini isterlerken hayatını berbat etmesinler diye inatlaşmak zorundasındır. Sonra bir sürü başka yetki sahibi olduğunu düşünen şeyle. Arkadaşınla, öğretmeninle, mahalle esnafıyla, komşunla, (………) devletle, sevgilinle bile inatlaşmak zorundasındır. Bu inatlaşma sürecinin sonunda ortaya çıkan eser kişinin kendisi ve kendi hayatıdır.

Peki, bundan sonra?

İki yeni kitap dosyası var elimde. Hayat gailesinden bedenimi ve zihnimi kurtarabildiğim zamanlar üzerlerinde çalışıyorum. Beden çökene kadar ruhun inşasına devam.