4.Mayıs.17

Tatyos Efendi’nin Gamzedeyim Deva Bulmam bestesini bilirsiniz. Ben de bilir idim, meğer son kıtasından haberim yokmuş:

Ehl-i dilin yoktur kadri
Uğraşma gel Tatyos gayri
Eserin çok kıymetin yok
Git talihine küs bari

“Eserin çok kıymetin yok” kısmı da bizim Türkçe öykü edebiyatı için söylenebilir herhalde. Eskiden şunu söylerdim: Romanı okurlar, öyküyü öykücüler okur; şiiri şairler bile okumaz. Şimdi öykünün durumu da şiirle aynıdır herhalde. Çünkü bu kadar çok basılan yeni öykü kitabını öykücülerin dahi takip etmesine imkan yok. Bakalım bu işin sonu nereye varacak.

***

Stephen Hawking, yüz yıl içerisinde dünyayı terk etmemiz gerektiğini söylemiş. Çünkü nükleer savaş, çünkü küresel ısınma, ve sair. Hawking diyorsa doğrudur. Demek ki bu Amerikan filmlerinde gördüklerimiz gerçek olacak. Zenginler, kompradorlar, birtakım konsolos köpekleri ve zıpçıktılar uzay gemilerine doluşup doluşup bu koskocaman dünyamızı terk edecekler. Tabii o günleri görme ihtimalim olmadığı için şanslıyım. Ve fakat, kimbilir, Nuh’un paralı gemilerine alınmayıp bu küçücük dünyamızda kalacak olanlar daha adil bir düzen kurarlar belki. Belki.

***

Galeano, “Kucaklaşmanın Kitabı”nda (Çeviren Nihal Yeğinobalı) mitos’un ve aslında dinlerin en canti tarifini yapıyor: Paysandu evlerinin ocakları başında Mellado Iturria, dünyada olup bitenleri anlatıyor. Bir zamanlar olmuş bitmiş şeylerdi bunlar ya da neredeyse olmuş ya da hiç olmamış; ama bunların özellikleri şudur ki her anlatılışlarında yeniden olurlar.

11.Mayıs.17

İki yeni ve ilk öykü kitabı okudum birkaç gün içinde: Tekme Tokatlı Şehir Rehberi ve Anne Kız, Harikasın. Elif Türkölmez’in kitabında Sinop Mantısı, Mevsim Yenice’nin kitabında Tilkiler Aç mı Kalsın? adlı öyküler favorilerim, en sevdiklerim oldu.

***

Saramago’nun İncil’e Göre İsa’sını bir apokrif incil olarak okumayı öneriyorum: Yetiş İmdadıma Hazreti İsa

Ki kendisi, Jose abim, şöyle buyurmuştur: “Ulusal edebiyatları yazarlar yapar, evrensel edebiyatı ise çevirmenler.” (Tozan Alkan, Çeviri Dedikleri, Mu Yayınları)

14.Mayıs.17

Can Yayınları web-sitesini yenilemiş, içeriğini zenginleştirmiş, güzel olmuş. Yayınevleri e-dergi ve e-platformların nasıl “iş yaptığını” gördüler ve bu işe de el atmaya başladılar. Okur kazanır. Umarım.

16.Mayıs.17

BirGün gazetesinde bir haber okudum bugün. Önce, haberi kendi sözcüklerimle anlatıp “Mucizeler Çağının Sona Erdiğini Bilmeyen/Unutan Rahibin Hazin Ölümü” gibi bir başlık atasım geldi ve fakat haber metnin kendisi daha acıklı. Efendim, olay şu: Zimbabwe’de bir rahip, Jonathan Mthethwa, İsa gibi su üzerinde yürümeye niyetlenmiş. Bunun için bir hafta oruç tutup dua etmiş. Büyük gün gelmiş çatmış. Sonuç: “Birkaç dakika içinde timsahların saldırısına uğrayarak hayatını kaybetti.” Bu birkaç dakika süresince rahibin su üzerinde yürüyüp yürüyemediğine dair bir bilgi yok ama yürüyebilseydi herhalde olayolurdu ve bizim de haberimiz olurdu.

Bu suda yürüme işini herhangi biri (ya da aynı kişi) başka bir saikle yapsaydı ya intihar etmiş derdik ya deli herhalde deyip geçerdik ya da nehirdeki timsah tehlikesinden haberi yokmuş zavallının diye vahlanırdık. Peki, bu rahip abi için ne demeli, bilmiyorum gerçekten.

Haberin acıklı eğlencesi ise metnin devamında:

Olaya tanık olanlardan Deacon Nkosi, “Rahip bize bugün inancını göstereceğini söz vermişti, ancak ne yazık ki boğulup 3 büyük timsah tarafından gözümüzün önünde yendi” diye konuştu. Nkosi, “hala bunun nasıl olduğunu anlayamadık çünkü bir haftadır dua edip oruç tutuyordu” dedi.

Bir polis sözcüsü ise, “bu yıl çok yağmur yağdı ve timsahların nehirlerimizde olduğuna kuşku yok” diyerek, “köylüler nehirlerde yüzerek hayatlarını tehlikeye atmamalılar” açıklamasında bulundu.

Merhum rahibe mi üzüleyim haber metninin absürtlüğüne mi güleyim, bilemedim.

26622-the_rape_of_europe_by_chebot-d4nfs95

Mucizenin aslına dönecek olursak, malum, taklitler aslını yaşatır… Saramago İncili’nde geçmez bu mucize ve fakat Matta, Markos ve Yuhanna İncillerinde anlatılır. Biz Markos’tan dinleyelim. İsa abimiz, beş ekmek ve iki balıkla beş bin erkeği doyurduktan “hemen sonra” cereyan eder bu olay: Bundan hemen sonra İsa, öğrencilerine, kayığa binip kendisinden önce karşı yakada bulunan Beytsayda’ya geçmelerini buyurdu. Bu arada kendisi halkı evlerine gönderecekti. Onları uğurladıktan sonra, dua etmek için dağa çıktı. Akşam olduğunda, kayık gölün ortasına varmıştı. Yalnız başına karada kalmış olan İsa, öğrencilerinin kürek çekmekte çok zorlandıklarını gördü. Çünkü rüzgâr onlara karşı esiyordu. Sabaha karşı İsa, gölün üstünde yürüyerek onlara yaklaştı. Yanlarından geçip gidecekti. Onlar ise, gölün üstünde yürüdüğünü görünce O’nu hayalet sanarak bağrıştılar. Hepsi O’nu görmüş ve dehşete kapılmıştı. Ama kendisi hemen onlara seslenerek, ‘Cesur olun! Ben’im, korkmayın!’ dedi. İsa kayığa binip onlara katılınca rüzgâr dindi. Onlar ise tam bir şaşkınlık içindeydiler. Ekmekle ilgili mucizeyi bile anlamamışlardı; zihinleri körleşmişti.

Laf lafı açıyor. Bir yerlerde İsa’nın Celile gölü üzerinde yürümek suretiyle gösterdiği bu mucizeyi, bazı bilim insanlarının açıklamak zahmetine girdiklerini okumuştum. Yok efendim, göl buz tutmuş falan filan. Hayatımda böyle beyhude bir çaba görmedim. O zaman biz de şöyle diyelim: Yaptığımız araştırmalara göre Europa’nın gözleri aşırı derecede miyoptu, üstelik astigmatı da vardı. İşte bilimsel gerçek ve de hakikat: Zeus boğa donuna girmedi, Europa’nın gözleri bozuktu ve Zeus efeyi boğa sandı. Oldu mu? Olmadı tabii.

17.Mayıs.17

Nazlı Karabıyıkoğlu’nun amme hizmeti sayesinde Adam Sanat dergisinin Haziran 2004 tarihli 221. sayısında yayımlanan Leyla Erbil söyleşisini okuma fırsatı buldum. Selim İleri’yle konuşmuş Leyla Hanım. Bazı söyleşiler, ormanda bin atölye gücünde oluyor. Bu söyleşi de o soydan.

Uzunca sayılabilecek bu söyleşiden birkaç yeri öne çıkarıp alıntı yapacağımdır. İlki gelsin, şöyle diyor Leyla Erbil:

Sevgili dostum Salâh Birsel, “Sen iyi bir yazarsın; ama egoist değilsin, sanatçı egoist olmalıdır,” diye sarsardı beni her görüşmemizde. Onun amacı da daha çok yazmamdı. Gerçekten de annelik dönemim ve bazı başka dönemlerim zorlukla geçti, epeyi ket vurdu kitap üretme sayıma. Ama ben bundan da hoşnutum. Annelik ezbere bildiğimizin dışında zengin duygular öğretir kadına; en başta da adını, “Hoşnut Özveri” koyduğum bir duyguyu. Ayrıca tek kitapla da kalsanız, içindeki duygu ve düşünce birikiminin, biçemin verdiği estetik hazzın ne olup olmadığı değil midir önemli olan? Bir de, hep el altında bulunan, hazır konulara dadanma kolaylığından kaçınmak da az yazmaya götürebilir insanı diye düşünüyorum, Salâh Birsel’in kaygısından çıkarak kendi durumumu değerlendirirken. Yazık ki o yaşarken bunları düşünüp onu rahatlatamıyor, bir biçimde suçluluk duygusuyla kıvranıp duruyordum karşısında.

Bu kısım bana ilaç gibi geldi. Panik yok oğlum Onur dedim; derin nefes al, okumaya ve yaşamaya devam et. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Ya da gelmeyecektir, ne gam! (Hem de ne gam aslında ama çaktırmayayım diyorum.)

Ve fakat adı geçmişken bir serzenişte bulunalım: Yahu bu iki gözüm Salâh Bey’in günlüklerini niye basmaz kimse? Sel Yayınları’nda mı yayın hakkı acaba? Belli ki öyle, çünkü Nezleli Karga’yı basmışlar. E o zaman Aynalar Günlüğü’nü, Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu’nu, ne bileyim ben, bir Bay Sessizlik’i ne akla hizmet basmazsınız be mübarekler? Yahu, bu kardeşinizin beli büküldü Nadir Kitap’tan fahiş fiyatlı Salâh Bey kitabı almaktan. Ramazan da geliyor, bence bir sevabınız olsun Türk edebiyatına.

edebiyata-ilk-adimlar-ve-egitim-yillari-listelist

Söyleşiye devam edelim ancak daha sonra bir şerhim olacak. Leyla Erbil, Sait Faik’in Battaniye adlı öyküsünden açmış söyleşide. Şöyle demiş Erbil:

Bir gün, ismini bilmediğim, tanımadığım bir kişiden şöyle bir söz duydum: “Müjde! Sait Faik İspanya’da eşcinseller ansiklopedisine alındı.” Bu müjde bana çok korkunç geldi. “Battaniye” hikâyesi örnek gösterildi. Burada birisinden bahsediliyor; ama hikâyede kadın ya da erkek olduğunu anlamıyoruz. Bu hikâyeyi çevirirken buradaki karakteri ‘he’ olarak çevirmişler. Ben bunun üzerine, “Oradaki kahraman ‘he’ değil, ‘she’dir dedim.” Bana, “Sen nereden biliyorsun?” diye karşı çıktılar. Bunun üzerine açıklamak zorunda kaldım: “O bendim çünkü,” dedim. Sait Faik benim çok yakın dostumdu ve ustamdı. Bir gün evine gitmiştik. Yere bir battaniye serdi, gelirken biraz yiyecek ve şarap almıştık. Bunları battaniyenin üzerinde yedik. Sait o “Battaniye” hikâyesini o günden sonra yazdı.

Üşenmedim, öyküyü bulup okudum. Artık yaşamayan bir yazara laf yetiştirmek değil maksadım ve fakat bu şerhi de koymak durumundayım: Öncelikle, Leyla Erbil’in dediği gibi, öyküdeki karakterin cinsiyeti belirsiz. Anlatıcı erkek ve fakat ikinci karakterden “o”, “biri” ya da “insan” olarak bahsediliyor. Cinsiyeti özellikle belirtilmediği için iki şekilde de (“he” ve “she”) okumak mümkün. Türkçede bu belirsizliği (dolayısıyla çağrışıma, yoruma açıklığı) koruyabilmiş yazar. Fakat çevirmen “o”yu erkek olarak yorumlayıp öyle çevirmiş (ki yüzde ellilik iki ihtimal var önünde). Dolayısıyla bu kadarıyla bile çevirideki yorumun “yanlış” olduğunu söylemek mümkün değil.

Başıma bir şey gelmeyecekse devam ediyorum. Daha vahim kısmı da Leyla Erbil’in öyküdeki “o” karakter hakkında “O bendim” demesi. Bu da hiç mi hiç mümkün değil. Tıpkı öyküdeki gibi, bir kış günü dışarda kar yağarken sıcacık odada ve battaniyenin üstünde bir şeyler atıştırıp şarap içmiş olabilirler Sait ve Leyla Erbil. Hatta Leyla Erbil’in o yaşlarda, tıpkı öyküdeki “o” gibi “kıvırcık saçlı kafası” ve “zeki”, “cin gibi” gözleri olabilir. Hatta Sait Faik, Leyla Erbil’i düşünerek yazmış bile olabilir o öyküsünü (ki bunu öğrenmemiz de mümkün değil). Böyle olsa bile “o” yine de Leyla Erbil değil artık. Metindeki “o”dan ibaret. Eminim Leyla Erbil de bu söylediklerimi biliyordu.

Acaba, iki gözüm Salâh Bey yanılmış mıydı?

Onur Çalı