23.Mayıs.17
Edebiyat takviminden: “Kitap satış rakamları, boş zamanlarında kitap okuyan insanların boş zamanlarının olmadığını gösteriyor.” (Gülücük.)
28.Mayıs.17
Al Gözüm Seyreyle
Frantz (2016): Neden bazı sahneler renkli, çözemedim. Neden özellikle o sahneler?
In Chine They Eat Dogs (1999): Kuzey Avrupa absürdizmi, iyi hoş da dozu biraz fazla kaçmış. Bron/Broen dizisinin polis Martin’i burada çılgın abi.
Little Big Man (1970): Büyük oyuncular soyundan Dustin Hoffman. Faye Dunaway çok genç ve çok güzel (ama yine de en çok Arizona Dream’de güzel). 121 yaşındaki Jack Crabb’in ağzından kendi maceraları; komik ve trajikomik. Dindarlık, ayyaşlık ve silahşörlük dönemleri. Little Bighorn Muharebesi. Olaylar olaylar…
Bilge Kızılderili, Jack’in de dedesi olan Eski Çadır Derisi’nin sözlerini çevirmeye çalıştım. Bir sahnede, Jack tekrar İnsan Oğulları’nın (Kızılderililer böyle diyorlar kendilerine) arasına döner, birçok arkadaşının öldüğünü öğrenir ve dedesi Eski Çadır Derisi’ne sorar, Artık nefret etmiyor musun beyaz adamdan? O da, yani Eski Çadır Derisi de, Beyaz Adama karşı muhakkak kaybedeceklerini söyler. Çünkü der, çünkü: “Şu elimde tuttuğum güzel parçayı görüyor musun? İnsanlığına hayranlık besliyor musun? Çünkü İnsan Oğulları, evladım, onlar her şeyin canlı olduğuna inanırlar. Yalnızca insanlar ve hayvanların değil. Suyun, toprağın, taşın da canlı olduğuna inanırlar. Bunların parçalarının da… şu elimdeki saç gibi. Bu saçın ait olduğu adam, öbür tarafta kel çünkü kafa derisi bende! Bizde işler böyle yürür. Fakat beyaz adam, onlar her şeyin ölü (cansız) olduğuna inanırlar. Taşın, toprağın, hayvanların. Ve insanların! Hatta kendi insanlarının bile ölü olduğuna inanırlar! Onlar yaşamaya çalıştıkça beyaz adam onları yok edecektir. İşte farkımız bu.”
Boyhood (2014): “Before…” serisinden bildiğimiz yönetmen Richard Linklater’ın enteresan filmi. Hikaye şu: Bir çocuğun (Mason) 5-6 yaşlarından başlayan ve lise mezuniyeti ve üniversiteye gidene kadar gördüğümüz hikayesi. Bir büyüme hikayesi. Hiçbir olağandışılık yok. Enteresanlığı şu filmin: Richard Linklater, bu filmi 12 senede çekmiş. Aynı oyuncularla. Her sene bir araya gelmişler ve çekim yapmışlar. Gerçek zamanlı film gibi bir şey.
Alethea (2007): Ethem Özgüven’in belgeseli, Bergama köylülerinin altın madeni direnişi hakkında. 80’li yılların sonundan başlayıp 2000’lere uzanan, emsal teşkil eden bir direniş. Topraktan öğrenip kitapsız bilenlerin hikayesi. Buradan izleyebilirsiniz.
There Will Be Blood (2007): Para, kan ve kilise… Kan dökülecek mi? Spoiler: Dökülüyor. Muazzam. Bu listenin en iyi filmi. Daniel Day-Lewis’e üç Oscar Amca heykelciği vermeleri boşuna değil. Bu filmle almış birini. Hikaye de iyi. Gerçekten iyi.
Zorba (1964): Nikos Kazancakis’in romanından uyarlama. Müziğini, Zorba’nın o meşhur oyununu bilirdim de yeni izleyebildim. Herkesin bir Zorba’sı olmalı şu hayatta. Böyle bir yenilgi gördün mü şu hayatta patron?
29.Mayıs.17
Neredeyse yarım dalya diyeceğiz Dünlükler’de. 2015 yılı Temmuz ayında başlamıştım yazmaya. Demek ki ayda ortalama iki Dünlük çiziktirmişim. İyi. Keşke basılı halini görebilsem bunların, ne iyi, ne güzel olurdu!
***
Edebiyatçıların günlük ya da anılarını okurken en fazla dikkatimi çeken iki husus oluyor; dostlukları ve telif meselesi. Birbirlerini destekliyorlar, arkadaşlık ediyorlar, ortak iş yapıyorlar, birlikte yiyip içiyorlar… Özeniyor insan. Ben yine de şanslı sayılırım. Çok güzel arkadaşlarım, dostlarım var. Ve fakat “Çağdaşlarınızdan kimleri beğeniyorsunuz?” sorusuna bile cevap vermekten imtina eden kokmaz-bulaşmazlar da yok değil. Neyse, geçelim.
Telif meselesine gelince… Bugün, bırakın telif almayı öykümüzün, çevirimizin yayımlandığı dergiden nezaketen bir tane gönderdikleri zaman havalara uçuyoruz. Bunu yapan da, benim bildiğim, bir tek dergi var. Telif veren dergi de, yine benim bildiğim, bir tane var. Yalnızca bir dergi var, yazınıza öykünüze telif veren. Ne günlere kaldık! Ne günlere kaldığımızı daha iyi anlamınız için, Rıza Kıraç’ın Hulki Aktunç’la yaptığı nehir söyleşi kitabı Yoldaşım Kırk Yıl’dan bir alıntı vereceğim. Rıza Kıraç, Hulki Aktunç’a “resimden ve yazıdan” kazandığı ilk parayı soruyor. Yazıdan kazandığı ilk parayı şöyle anlatıyor Hulki Bey: “Ara sıra Yeni Ufuklar’ın yönetim ofisine gidiyordum. Birkaç yazımı verdim, Vedat Hoca (Günyol) ‘Mektuplardan Yansıyan’ yazımı çok beğendi, bunu bastı… 1968… Yazı o yıllarda yayımlanan mektup kitaplarıyla ilgili bir denemeydi. Mektuplar daima ilgimi çekmiştir. Vedat Bey, o yazı için telif ücreti verdi bana. O telifle, o yıllarda en sıkı kankalarım olan Selim İleri, Taylan Altuğ ve Naci Çelik’e Cumhuriyet Meyhanesi’nde rakı ısmarladım ve cebimde de para kaldıydı üstelik.”
Bugün, dört kişi ortalama bir meyhaneye gidip ortalama yiyip aşırıya kaçmadan rakı içseniz dahi vereceğiniz asgari miktar 300-400 lira olur. Ne günlere kaldığımızı anlayalım diye bu bakkal hesaplarına giriştim. Başkaca sözüm yoktur hakim bey.
(Bu arada, Rıza Kıraç Hulki Aktunç’a “acayip” benziyor. İnanmıyorsanız Hazreti Google’a müracaat ediniz.)
31.Mayıs.17
Bir gaste haberi: Ayvalık Belediye Başkanı Rahmi Gençer, iki yıldır Limon adında bir kediyi sahiplenmiş. Kedi, makam odasında takılıyormuş. Buyrun bu da fotoğrafı.
Ve fakat, Angara Büyükşehir Belediyesi Başkanı I. Melih Paşa’nın şu gösterisi yanında her şey solda sıfır kalır. (Dişinizi sıkıp sonuna kadar izleyin.) En büyük hayvansever odur.
***
Rıza Kıraç iyi ki Hulki Aktunç’a gidip edebiyattaki kırkıncı yılına özel (1968-2008) bir söyleşi kitabı yapmayı teklif etmiş de Yoldaşım Kırk Yıl çıkmış ortaya.
Hulki Bey’in genç yazarlara şu soruyu sorduğunu (ya da kendilerine sormaları gerektiğini söylediğini) biliyordum: “Dünyanın, ülkenizin edebiyatında nasıl bir boşluk gördünüz ki yazıyorsunuz?”
Ve fakat bu sorunun ilhamını Kemal Tahir’le yaptığı bir sohbetten, Kemal Tahir’in evinde duvardan kaldırılan Gorki portresinden aldığını bilmez idim.
Sonra, Kemal Tahir ile Orhan Kemal ve Yaşar Kemal arasındaki ayrıma atfen şunu söylüyor Hulki Bey: “Bütün sanatçıları, ‘yansıtıcılar’ ve ‘yorumcular’ diye kabaca ikiye ayırırım ben. Yansıtıcılar, tanıklardır. Onlara gereksinim duyarız. Ama yansıtırken yorum gücünü de katabilenler, bence daha, çok daha önemli.”
Bunu okuyunca aklıma Barış Acar’ın Varlık’ta (sayı: 1259) yayımlanan yazısı geldi. “Ona (Jean Paulhan’a) göre, bütün sanat kuramı, dili verili olarak kabul edip klişeleri sürdürenler ile mevcut dili yok etmeye ve onun yeniden inşası aracılığıyla yeni bir dünya kurgulamaya kalkışanlar arasındaki ezeli tartışmada vuku bulmaktadır.” Fransız yazar Jean Paulhan (1884-1968) bu ayrımı “retorikçiler” ve “teröristler” olarak yapıyor.
Belki Jean Paulhan’ın ayrımı, Hulki Bey’in ayrımından bir tık ilerideki bir aşamaya işaret ediyor. Soru şu: Hulki Bey’in ifadesiyle “yorumcu” bir yazar, Jean Paulhan’ın “retorikçi”lerinden biri olabilir gibi görünüyor. Olabilir. Peki “yansıtıcı” bir yazarın “terörist” olabilme ihtimali var mı? Olabilir mi böyle bir şey?
01.Haziran.17
Selçuk Altun’un demesiyle bir “Sığlıkistan”da yaşıyoruz ya, ben de arada öfkemi dindirmek, onun başını okşayıp “sen yanlış yolda değilsin oğlum öfke” diyebilmek için arada sırada Ambrose Bierce’in Şeytanın Sözlüğü’nü karıştırırım.
Ve rastlantıya, tesadüfe ve dahi tevafuka inanırım…
Yoldaşım Kırk Yıl’da (Sevim koş, bütün kitabı alıntıladı bu çocuk!) Hulki Bey, “gerçeklik” ve “hakikat”in birbirinin yerine kullanılmasını, yabancı dillerde bulunan bu ayrımın Türkçede bulanıklaştırıldığından yakınıyor.
Sonra açıyorum Şeytanın Sözlüğü’nü, hoop, Hakikat çıkıyor karşıma: “Deli leksikografın hayali. Birinin hayali olana çözümlemesi durumunda potada kalacak olan şey. Boş bir şeyin çekirdeği.”
Bir tane de ekistra, bakın Şeytanın Sözlüğü’nde halk oylaması’nın karşısında ne yazıyor: “Hükümdarın ne istediğini tespit etmeye yarayan popüler oy.”
Bir tane daha, bu son, Vasıflılık: “Cumhurbaşkanının terzisinin kuzeni olmak.”
***
Barbaros Erköse hakkında bir belgesel izlemiştim: Sensiz Yaşanmaz. Orada hayran olduğum şey, Barbaros amcanın klarnetine (sanatına ve zanaatına) duyduğu bağlılıktı. Öyle geldi ki bana onun hayatında yalnızca klarnet var. Gırnatayla mutlu oluyor o, olacaksa da onun yüzünden mutsuz oluyor. Yanlış anlaşılmasın, sanki klarnet dışında bir şey bilmiyor, bir tek onu biliyor, geri kalan her şeyde cahil. Bunu bir iltifat olarak söylüyorum ben, imrendiğim için böyle söylüyorum.
Kimdi, nerden okudumdu unuttum ama biri de İlhan Berk hakkında öyle diyordu: Şiir dışında bir şey bilmez o, cahildir. Sanat üreten biri için söylenebilecek en güzel iltifat cümlesi bu bence.
O halde, böyle yazarları okumak gerek. Yazmak ve okumak dışında bir şey bilmeyenleri, kara cahilleri. Ve olunabiliyorsa böyle bir yazar olmak. Olmaya çalışmak, en azından. Zaten ben “klarinet” çalamadığım için (de) yazıyorum. Klarnet çalabilsem yazmayı bırakabilirim. (Ve hiçbir zaman klarnet öğrenmeye çalışmadı.)
Onur Çalı