8.Ağustos.17
İzmit’te bir sevgili, ölüm oruçlarında iki çocuk yitirdim
Ne ilgisi var, Türkiye buralar
Alnımı toprağa yapıştırıp yürüdüm
Şairler, hükmüm bir kör tırnak kadar
***
Unutma ki sevgilim hayat
Karamsar bir şiirin ilk dizesidir
***
Alçak
Gidip Neşet Ertaş dinlesene aklını kucağında saklayarak
Balık görsen aklına rakı gelir önce
Ve bütün yollar bir gün hergün meyhanelere çıkacak
Ahmet Erhan’ın Ne Balık, Ne De Kuş (2002) adlı kitabından bercesteler…
11.Ağustos.17
Adalet Oyunu (2011) filminin yönetmenlerinden, tarihçi hemşerim Ali Özuyar’ın Babıâli’de Sinema (İzdüşüm Yayınları, 2004) adlı kitabından öğrendiğime göre, 3 Aralık 1930’da İstanbul’daki Elhamra Sinemasında “Reis-i Cumhur Gazi Hazretleri”ne özel bir gösterim yapılır. Mustafa Kemal, beraberindekilerle birlikte “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmini izler. Savaş karşıtı bir filmdir bu. Dünya, birinci harpten çıkalı çok olmamıştır, ikincisi ise ayak seslerini duyurmaktadır. Avrupa’da faşizm yükselen değerdir. Filmin Almanya’da gösterilmesi yasaklanmıştır. İki saati aşan bir filmdir. Mustafa Kemal, gösterim bittikten sonra yanında oturan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya filmi “fevkalâde” beğendiğini söyler. Ve fakat. Savaşın karanlığını, korkunçluğunu çok iyi anlatan bu filmin Türk halkına gösterilmesinin –şimdilik– sakıncalı olduğunu da söyler. Nedir, açık bir yasaklama emri çıkmamıştır ağzından. Kararı, filmin gösterim hakkını satın alan Kemal Film yetkililerine bırakmıştır. Şimdi bir kısa nefes çekip duralım: Film, Gazi Paşa Hazretlerinin bu “düşüncesine” rağmen gösterilmiş olabilir mi? Böyle bir şey olabilir mi? Olmuş. Anlaşılan o ki Kemal Film yetkilileri kraldan çok kralcı tipler değillermiş.
Yine aynı kitaptan öğrendiğime göre; Mustafa Kemal, 29 Ocak 1923’te Latife Hanımla evlendikten sonra, bir süre Uşakizadelerin köşkünde kalır. İkiçeşmelik’te bulunan Ankara Sinemasının sahibi Cemil Filmer (o zamanlar soyadı kanunu yoktu gerçi), Mustafa Kemal’i sinemasına davet eder ve burada ona Charles Chaplin’in “Şarlo İdam Mahkumu” adlı filmini izletir. Mustafa Kemal filmi o kadar beğenir ki, gösterimden sonra Cemil Beye şöyle diyecektir: “Cemil, hayatımda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Şunu bir daha seyretsek olmaz mı?”
***
Nazlı Eray’ın “İzmir” adlı öyküsünü bilir misiniz? Fantastik öğelerle bezeli hoş bir öyküdür. Ankara’da uçarak gezer, Ulus’ta girdiği bir kebapçıda karşısına oturan “yarma” bir Adana isterken, o tek porsiyon İzmir sipariş eder. Masaya gelen İzmir’in içine atar kendini. Artık İzmir’dedir. Sonra geri döner Ankara’sına, Akdere sırtlarına iner. Eve dönerken ceplerine yıldız doldurur. Bir çocuk parkını da atar cebine. Yatağına yatar, çıkarır cebinden çocuk parkını, başucuna koyar. Yıldızları da hemen yanına…
14.Ağustos.17
İnsan kendini bilmeli. Bildiğinden de şaşmamalı azizim. Zaman zaman arkadaşlarım dizi tavsiye ettiklerinde, “bak şunu muhakkak izle, çok seversin” buyurduklarında onlara şunu söylüyorum hep: “Bulaşmak istemiyorum.” Çünkü biliyorum kendimi, o diziyi bitirene kadar uykudan, yemekten içmekten, okumaktan feragat ederim. Mümkün olan en kısa zamanda diziyi izler, yönetmenin başka işlerini araştırır, çok beğendiğim bir oyuncu olursa onun başka filmlerine, dizilerine dalarım. Meraka bulanmış bağımlılık, genlerimde var sanırım…
Lafı daha fazla yormayayım; hafta sonu iki tane dizi yuttum, ikisi de çok lezzetliydi: Apple Tree Yard ve The Young Pope…
Apple Tree Yard (2017) bir İngiliz dizisi. Mini-dizi dediklerinden. Dört bölümde bitiyor. Louise Doughty’nin çok satar romanından uyarlanmış. Emily Watson’ın canlandırdığı bilim insanı Yvonne Carmichael karakteri üzerinden yürüyen bir hikaye. Yvonne Carmichael elli yaşında, evli, çocuklu ve (hey, kimse kimseyi kandırmasın) elbette ki mutsuz bir kadın. Öyle mutsuzluktan ölüyor değil tabii; çoluğunu çocuğunu yetiştirmiş, maddi durumu, sosyal çevresi iyi. Beyi de bilim dünyasından; efendiden bir tip. Anlayacağınız, her şey ölesiye sıkıcı ve düzenli. Ve fakat bir gün gizemli, adını bile bilmediği herifin biriyle takılmaya başlar bizim Yvonne’cuk. İşler tam da burada karışmaya başlar. Spoiler vermeden şunu söyleyebilirim: Bir kadın hikayesi anlatıyor bu dizi. Feminist göndermeleri var. Özgürleşmek isteyen bir kadının çıkmazları var. Cinsel şiddete maruz kalındığında, sistemin o merhametsiz sorgulamasına maruz kalmak var…
Gelelim diğer dizimize, Genç Papa’mıza… İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino, Muhteşem Güzellik (2013) ve Gençlik (2015) filmlerinden bildiğimiz, sevdiğimiz bir abimiz. Dizinin kamera arkası görüntülerinden ve kısa röportajlardan oluşan bölümde, diziyi “on saatlik bir film gibi” çektiğini söylüyor Paolo. Hakikaten de öyle yapmış. İzlediğim diğer filmlerinden aşağı kalır hiçbir yanı yok dizinin. İnce mizahı da çok yerinde ve kararında. Müziği, kostümler, mekanlar hepsi fevkalade… Jude Law, nasıl demeli, iyi olmayı abartmış. Bu kadar da iyi oynanmaz, olmaz yani bu kadar. Diğer oyuncular da iyi ama özellikle dikkat çekici bir başka isim, ilk defa izlediğim Silvio Orlando ve onun canlandırdığı Kardinal Voiello karakteri… Napoli taraftarlığı (bununla ilgili espriler), şeytan tüyüne batmış kötücüllüğü onu unutulmaz bir karakter haline getirmiş.
Papa olmak için çok genç sayılan bir yaşta (47) papa seçilen Amerikalı bir papa var karşımızda: Lenny Belardo, nam-ı diğer 13. Pius Hazretleri. Lenny sıradışı bir papa. Tuhaf bir karakter… Çocukken, hippi anne ve babası tarafından terk edilmesini bir türlü aşamamış, yaralı bir karakter. Tıpkı yaralı bir hayvan gibi, acısından ve kederinden dolayı saldırganlaşabiliyor. Öte yandan, pür kötü değil. Tanrıya inanmıyor ama dua etmekten geri kalmıyor. Sigarayı ağzından düşürmüyor. Salinger’ın 20. Yüzyılın en “önemli” (en büyük değil en önemli olmasını vurgulayarak) bunu ortalarda görünmemesine bağlıyor ve kendisi de halka yüzünü göstermiyor, fotoğraf çektirmiyor. Şeytansı bir aziz… Böyle enteresan bir karakter. Tanrıya inanmamasıyla bana Miguel de Unamuno’nun Aziz Manuel adlı uzun hikayesini hatırlattı.
17.Ağustos.17
Kemal Varol’un 2014 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülüne değer görülen Haw romanını ancak okudum. Varol, başka başka isimler verse de bir Güneydoğu kentinde (Diyarbakır) geçen romanını bir köpeğin (Mikasa’nın) gözünden anlatıyor. Bir bölümün anlatıcısı Mikasa’ysa sonraki bölümün anlatıcısı Mikasa’nın torunu oluyor. Böylece bütün roman birinci tekilden anlatılmamış oluyor.
Mikasa’nın gözünden o “adı konulmamış savaş”ın en kötü zamanlarından birine tanıklık ediyoruz. 1993 yılıdır. Savaşın en korkunç günleri yaşanmaktadır ve kahramanımız Mikasa, sokaklarda özgürce dolaşan kendi halinde bir sokak köpeğiyken devletin eline düşüp bir mayın arama köpeğine dönüş(türül)müştür. Kendisinin meselesi olmayan, taraf olmadığı bir savaşın tam ortasındadır. Aslında bu, savaşta yer alan birçok kimse için de söylenebilir.
Romanın bir yerinde, “Savaşın en kötü tarafı, bir zaman sonra kimin haklı olduğunu unutturmasıydı.” diyor Kemal Varol. Zaten, savaşın haklı bir tarafı olmuyor genelde ya da herkes haklı konumda oluyor.
Yazarın Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü töreninde yaptığı konuşma, aslında bu romanı nasıl, hangi dertlerle, ne türlü kaygılarla yazdığını anlamak için iyi bir rehber. Buradan okuyabilirsiniz. Nedir, o konuşmadan şu alıntıyı yapmadan duramayacağım: “Yine de, otuz yıldır süren savaşı yaşamaktansa bu kitabın hiç olmamasını tercih ederdim. Umarım, bizden sonraki kuşaklar, daha mutlu hikâyeler yazar…”
Umarım.
Onur Çalı
Tam da Muhteşem Güzellik'i yeniden izlemeye niyet ettiğim günlerde Genç Papa dizisinin karşıma çıkması, işte bu harika! Teşekkür ederim.
Rica ederim. Kesin seversin. Blu TV'den izlenebiliyor dizi.