17.Ağustos.17

Bir Yunanlı, iki Türk, bir Makedon, bir Amerikalı… Hayır bu bir fıkranın ya da Tom Robbins romanının giriş cümlesi değil. New York Gypsy All Stars grubunun elemanları. Grubun isminin hakkını veriyor adamlar. İsmail “Smajko” Lumanovski, gırnatayı biraz “büyük” çalıyor ama güzel çalıyor. Buyrun buradan yakın: Balkan Bollywood

***

Kadri Öztopçu’nun “Kuş Oltası” kitabında yer alan “Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor” adlı öyküsündeki anlatıcı, çocukluğundan beri bildiği, eski sünnetçilerin çantalarına benzeyen bir çantadan bahseder. Çantanın içinde ailenin kıymetli evrakları, evlerinin tapusu, annesinin birkaç ziynet eşyası, müteveffa babasının alyansı durmaktadır. Bir de eski, kararmış bir çatal. Annesine çatalın neden o çantada durduğu sorunca, “Ne bileyim, koymuş işte rahmetli.” cevabını alır. Babasının, baba evinden çıkarken yanına aldığı tek şey bu “iri, ağır, zamanın hışmından kararmış, gümüş” çataldır.

Anlatıcı, okuyucuya açık davetiye çıkarır: “Yani sevgili dostum, bu öyküdeki çatalın hikâyesi (varsa bir hikâyesi), nedir, bilmiyorum. Belki sen bir hikâye uydurur, muhtemelen anlamsız bulduğun öyküye kendince bir anlam katarsın.”

Kadir Öztopçu, bu öyküsüyle hikaye-öykü ayrımına da işaret etmiş olur bir bakıma.

18.Ağustos.17

Çok tuhaf bir rüya gördüm. Adı geçmiyor ama saçlı sakallı bir klasik yazarın evinin önündeyim. Sahne: Dış mekan, gece ama karanlık değil, ay ışığı var, hatta tam benim dikildiğim yerde bir sokak lambası da var. Bu çok ünlü yazarın elyazması eserlerini çalıp kaçan üç kişi koşarak geçiyor önümden. Polise ihbar ediyorum. Bu üç kişi hayatımın farklı dönemlerinde mülaki olduğum, birbiriyle hiç alakası olmayan üç insan. Benim ihbarım yüzünden tutuklanıyorlar. Aileleri beni sıkıştırıyor bunun üzerine. Bakışlarıyla, bazen öfkeli bağırış çağırışlarıyla, çoğunlukla da susuşlarıyla bana kendimi suçlu hissettiriyorlar. Sürekli ağlıyorum. Edebiyat adına yapmam gerekeni yaptım ben, diyor ağzım ama pişman oluyorum aslında. Kendi annem babam bile, bir şey demiyorlar ama yüzüme “ne halt ettin sen” der gibi bakıyorlar. Tutuklanan arkadaşlarımdan birinin kardeşi bana bıçak çekiyor hatta. Bir süre daha ağladıktan sonra, polis merkezine gidip ifademi değiştiriyorum. Rüyadaki ülke de bizimkine benzer bir ülke olmalı ki benim ifademi değiştirmemle salınıveriyorlar. Herkes sevinç içinde. Ben gene ağlıyorum.

***

Sabah, rüyanın sersemliği içinde çöp konteynırına yaklaştığımda kaldırıma atılmış kitaplar gördüm. Test kitapları, ıvır zıvır gazetelerin arasında Turgenyev’in İlk Aşk’ı duruyordu. Sağa sola baktım, almaya çekindim. Acaba rüyamda gördüğüm, el yazmaları çalınan yazar Turgenyev miydi? En kısa zamanda Turgenyev okumalıyım. Bu muhbir suçluluğu gitmeyecek üstümden yoksa.

19.Ağustos.17

Her cumartesi ufak bir şenlik yaşanıyor bizim mahallede. Beni ve komşularımı harekete geçiren, hiç şaşmadan her cumartesi öğle vakti duyduğumuz korna sesi oluyor. Üst üste, birkaç kez. Bunun üzerine herkes evlerinden çıkıyor birer ikişer. Ganimete koşan böcekler gibi toplaşıyoruz kamyonetin başına. Bazılarımızın elinde pet şişeler oluyor. Yaşlı olanlarımız, daha korna sesi gelmeden sıraya girmiş oluyorlar bile. Çünkü onların elleri titriyor, hızlı hareket edemiyorlar, bu şenlikten geri kalmamak için erken davranmak zorunda onlar. Kimimiz süt alıyor, kimimiz domates biber salatalık karpuz patates, artık o hafta bize ne getirdiyse bahçıvanımız. Sıraya giriyoruz, bazı teyzeler kaynak yapıyor, öne geçiyor ama ses çıkarmıyoruz. Ne de olsa komşuyuz, birbirimizi adımızla değil de daire numaramızla tanısak bile, komşuyuz. Bazı teyzeler de, teyzeliklerinden aldıkları o muazzam güçle bahçıvanımıza çıkışıyor: “Biberler iyi değil gibi bu hafta.” Bahçıvanımız, bizim cumartesi kahramanımız, durur mu: “Olur mu ablacım, al bak al bi tane ye,” diyor. Sıra bana geldiğinde yarım kilo almak istiyorum biberden. “Bir al,” diyor bana. Yanıt ya da onay beklemiyor. Ben de bir şey demiyorum, gülümsüyorum sadece. “Gece yatarken ye abi bundan, çok faydalı” diyor, yine ses etmiyorum.

Bitiyor cumartesi şenliği, komşularım ve ben evlerimize dağılıyoruz. Bir sonraki cumartesiye kadar görmeyeceğiz birbirimizi. Bizi bir araya getiren şey, cumartesiden cumartesiye ortaya çıkıyor çünkü.

21.Ağustos.17

1963 yılından beri verilen ve Jorge Luis Borges, Simone de Beauvoir, Milan Kundera, J.M. Coetzee ve Don DeLillo gibi yazarların layık görüldüğü Kudüs Ödülü, 2001’de Susan Sontag’a verilmiş. Yazarın 9 Mayıs 2001 tarihinde, Kudüs’te yapılan ödül töreninde yaptığı konuşmayı buldum. Uzunca bir konuşma, ben can alıcı noktalardan bazılarını çevirdim.

1fc8e-140925-barra-sontag-tease_ickcpa

Susan, aldığı ödülü tutup şöyle bir silkeler önce: Bir ödül, önceki yıllarda kimleri onurlandırmayı seçtiğiyle de onur barındırır kendinde. Buna göre, polemik yaratabilecek bir isme ve görece kısa tarihine bakıldığında Kudüs Ödülü, yirminci yüzyılın ikinci yarısının en iyi yazarlarından bazılarına verilmiş durumda. Bir edebiyat ödülü olduğu aşikar olmasına rağmen, adı Kudüs Edebiyat Ödülü değil de Toplumda Bireyin Özgürlüğü Kudüs Ödülü. Bu ödülü daha önce kazanmış tüm yazarlar, Toplumda Bireyin Özgürlüğünü gerçekten savunmuşlar mıdır? Onların, şimdi ‘bizim’ demek durumundayım, ortaklaştığı şey bu mu? Sanmıyorum. Geniş yelpazeye yayılan farklı siyasi görüşlerde olmaları bir yana, bazılarının Büyük Sözcükleri çok fazla kullandıklarından bile emin değilim: özgürlük, birey, toplum… Ama önemli olan bir yazarın ne dediği değil, bir yazarın ne olduğu. Yazarlar, edebiyat topluluğunun üyelerini kastediyorum, bireysel görüşte inat etmenin (ve buna olan ihtiyacın) sembolleridirler.

Sonra bireysellik, tekillik, özgürlük, barış gibi kavramlar üzerinde durur: Söz gelimi, “barış” sözcüğüyle ne demek istiyoruz? Çatışmanın olmamasını mı kastediyoruz? Bir unutuşa mı işaret ediyoruz? Bir aftan mı bahsediyoruz? Yoksa büyük bir yılgınlıktan, yorgunluktan ve kin duygusunu boşaltmış olmaktan mı bahsediyoruz? Bana öyle geliyor ki birçok insan ‘barış’ demekle zaferi kastediyor. Kendi taraflarının zaferi. Onlar için ‘barış’ bu demek, diğerleri içinse yenilgi.

Konuşmasında bireysellik ve özgürlük kavramlarını önemsediğini anlarız. Nedir, bu kavramların kapitalist bir toplumdaki karşılıkları konusunda şerhini koymaktan da imtina etmez: “Bireysel” için günümüzdeki bitmek tükenmek bilmeyen propaganda, “bireyselliğin” kendisinin giderek bencilliğin diğer adı olmaya başlamasından dolayı bana çok şüpheli gelir. Kapitalist bir toplum, “bireyselliğe” ve “özgürlüğe” övgü konusunda yerleşik bir ilgiye sahiptir ki burada kastedilen; benliğin sürekli pohpohlanması hakkından ve alışveriş yapma, tüketme, kullanma ve eskitme özgürlüğünden fazlası değildir.

Yazarın sesinin bireysel olmasına vurgu yapar Susan Sontag. Bir yazarı değerli kılan şey; sesinin tekilliğidir, kendine özgülüğüdür ona göre. Yazarlara yüklenen toplumsal roller, onlardan toplumsal anlamda beklenenler ise bir yazarın uzun bir çıraklık dönemi ve yalnızlıklardan geçerek bulduğu solo sesini tehdit eder. Susan Sontag, bir yazarın toplumsal sorunlar konusunda açıklamalar yapmasına, bir davanın savunucusu olmasına, kendisi gibi düşünenlerle dayanışma içinde olmasına ses etmez. Yazarların bu hakkını savunur da. Nedir, yazarın bu eylemliliğini, dava adamlığını, toplumsal sorunlara duyarlılığını bir yana koyar, talep üzerine, “düşünce” üretmesini öbür yana. Bir yazar olarak elbette düşünceleri vardır ve fakat bu durum, “solo” sesini diğerlerinin korosuna katmak için yarışmasını gerektirmez Susan’ın: Yazar kişi düşünce makinesi değildir. Memleketlim olan bir siyahi şairin, Afro-Amerikalı bazı yakın arkadaşları tarafından ırkçılıkla ilgili şiir yazması konusunda sıkıştırıldığında dediği üzere: “Yazar dediğin, müzik kutusu değildir.”

Onur Çalı