22.Ağustos.17

Bildungsroman diye bir kavram var; Türkçe’ye çoğunlukla “oluşum romanı” diye çevriliyor. Bu türün ilk örneğinin Goethe’nin Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları olduğu kabul ediliyor. Biraz sonra izleyeceğiniz videonun açıklama kısmından alıntılıyorum: Oluşum romanı, “anlatının merkezinde duran ana karakterin genç yaşından itibaren değişik tecrübelerden geçerek bir öğrenme sürecine tabi olmasını ve birtakım yanılgılardan sonra toplumsallaşarak bir yetişkin haline gelmesini anlatır.”

Denemeleriyle aylak okur gönlümüzde taht kurmuş olan Meltem Gürle, oluşum romanı hakkında genel bir sunumdan sonra bu geleneğin Türkçe’deki ve Türkiye’deki izini sürüyor ve “Bizde bir oluşum romanı geleneğinden bahsedebilir miyiz?” ve “Varsa, bizdeki örnekler nasıl?” gibi sorular etrafında dolaşıyor. Kısa ve hızlı bu sunumu, buradan izleyebilirsiniz.

***

İki gözüm Salâh Bey’in Paf ve Puf kitabından: “Gerçek okumak, okumak değil, yeniden okumaktır. Emile Faguet’ye kulak verecek olursak, yeniden okumanın yeniden yaşamak demek olduğunu anlarız. Faguet ayrıntılardan tat almak, biçemin güzelliğine varmak için de yeniden okumak gerektiğine inanır.”

İlerlemek değil de genişlemek ve derinleşmek için yeniden okumanın gerekli olduğuna inanıyorum ben de. Birkaç sene önceye kadar bir kitabı yeniden okumuşluğum yoktu. Nedir, şimdilerde kütüphanemi “yeniden okuyacağım kitaplar” üzerine kurarak yeniden düzenliyorum.

25.Ağustos.17

İşte size çok güzel bir kitap ismi: Okuya Yaza Geçiyor Ömür, Bitmiyor Kitap. Hem güzel hem de okuma illetinden muzdarip olanlar için manidar bir isim. Hislere tercüman. Ülkemizdeki nadir denemecilerden Oğuz Demiralp’in kitabı.

Şimdilerde, yazarın “Hepinize Etkin Okumalar Dilerim” kitabını okuyorum. Bu kitapta yazarın otuz yıla yayılan (1979-2009) ürünleri derlenmiş. Oğuz Demiralp, kendini “ara sıra yazan bir okur” olarak tanımlıyor. Oldukça alçakgönüllü bir tavır. Öte yandan okurluk, tıpkı bir dili iyi bilmek gibi, sınırsız ve kendinizi hep mağlup hissedeceğiniz bir uğraş. Bu bakımdan, iyi bir okur olmak zor erişilir bir paye. Ve Oğuz Demiralp iyi bir okur.

Şubat 2006 tarihli “Ömür Boyu Okuyup Yazmaya Yargılı Olmak” denemesinde şu soruları sarkıtır Demiralp ve okurun önüne bırakır: “Acılı, trajik bir durum mudur okurluk hali? Bu soruya başka bir soruyla yanıt verelim: bilgilenmek, dünyayı, kendini tanımaya çalışmak kolay iş midir? Söyleşiyi karşı soruyla sürdürelim: Dışarıda hareketli bir yaşam beklerken ne diye kendini kütüphaneye kapatır insanoğlu?”

Bu sorulara her okurun, kendi meşrebince cevapları vardır elbet. Nedir, “dışarıdaki hareketli yaşamın” karşısına koyulacak bir uğraş mıdır okurluk? Kendini kütüphaneye kapatmak? Öyle gibi görünür ve fakat öyle değildir. Hem okuma uğraşının kendisi hem de okuma uğraşı vasıtasıyla edindiğiniz dostluklar, “dışarıdaki hareketli yaşam”a en azından 3 gol atar. Kendimden biliyorum.

26.Ağustos.17

14.1.98 tarihinde “Onur Çalı’ya sevgiyle” diye imzalanmış bir kitabını tutuyorum elimde: Demokrasimiz Kaç Para Eder. Cin Ali’lerden sonra okuduğum ilk gerçek kitapların yazarıydı o (Fakir Baykurt’la birlikte). Aynı zamanda, imza aldığım ilk yazardı. Çocuk sayılabilecek yaştaydım, ilk kez bir yazar görüyordum: kanlı canlı, karşımda. Parmaklarının kıllı olmasını garipsediğimi hatırlıyorum. Artık yazar olmayı nasıl bir yere koyduysam çocuk aklımda…

2d828-956843333

İmzalı ilk kitaptan sonra Yumurtadan Çıkan Öğretmen, Ekmek Parası, Ökkeş ve Anneannem serileri… Sonra Zıkkımın Kökü, sonra Donumdaki Para, sonra Dayak Birincisi, sonra Dandini Vatandaş Dandini, sonra Bizim Ayılar Amerikalıları Çok Sever

Yıllardır, ne yalan söyleyeyim, okumamıştım. Ve fakat ölüm haberini aldıktan sonra anlıyorum ki çocuklar, bugünün çocukları da heyecanla okuyormuş yazdıklarını. Muhtemelen, geleceğin çocukları da okuyacak. Evet, Muzaffer İzgü’den bahsediyorum. Bekir Yurdakul’un sosyal medya paylaşımlarından bir süredir hasta olduğunu, sağlık durumunun pek de iyi olmadığını anlamıştım. Bugün eyvallahını çekip gitmiş Muzaffer İzgü. Bir söyleşisinde vasiyet etmiş, arkasından şöyle denilsin istemiş: “Muzaffer İzgü doğdu, okudu, düşler kurdu, yazdı ve gitti.”

Nur içinde yatsın.

4.Eylül.17

Bir uzun tatil daha bitiyor ve yine yola düşüyorum. Tek dileğim ölmeden üvey anamın, güzel Ankara’mın kollarına varabilmek. Çünkü biliyorsunuz, böyle uzun tatillerin başlangıcında ve bitişinde onlarca insan trafik katliamlarında ölüyor. Biraz gerginim. Otobüse, 15 yıldır gide gele artık alıştığım Soma Seyahat’in (SS) otobüsünün arka koltuklarından birine kuruluyorum. Önümdeki koltuğa bir genç kadın oturuyor. İkimiz de cam kenarındayız. Yani istemesem de camdaki yansımasından neler yaptığını görüyorum. Çantasından bir kitap çıkarıp eline alınca merakım ayaklanıyor haliyle, bakıyorum: İş Bankası basımı bir Paris Sıkıntısı. İyi. Kadın kitabı göğsüne bastırıp başlıyor selfie serisine. Kitabın kapağına uyumlu boyadığı tırnaklarının da fotoğrafta görünmesine özen göstererek sıkılmış insan mimiği takınıyor. Bakmayayım diyorum (çünkü gülmemi zor tutuyorum) ve fakat ne mümkün! Dakikalarca sürüyor SS sıkıntılı selfie töreni. Çekimler bitince de kitaba değil telefona sarılıyor kadın. Sanıyorum sosyal medyada “paylaşıyor” kitaplı pozlarını. Sonra kitabı çantasına koyuyor ve tıpkı otobüsün geri kalanı gibi sabaha kadar uyuyor. Otobüs karanlık, yollar kalabalık ama olsun: Yaşasın edebiyat!

6.Eylül.17

Lisansın üçüncü yılındayım. Ne olur ne olmaz diyerek öğretmenlik sertifikası almak için formasyon dersleri alıyorum. Arka sıralarda gırgır şamata yapan bir ekibin ferdiyim elbette. Dilbilim hocamız, gürültünün kaynağı olarak gördüğü bendenizi kaldırıyor. Emir kipinde: Mevsimleri say diyor. Sayıyorum: İlkbahar, yaz, sonbahar, kış. Tekrar say, diyor. Sevimsiz bir herif zaten, işkilleniyorum ama mevsimleri karıştıracak değilim herhalde, tekrar sayıyorum. Sonunda patlatıyor hocamız muhteşem fikrini: “İşte, sizin gibi şehirliler, köy toprak görmemişler sonbahar der!”

Neymiş, güz diyecekmişiz. Eyvallah. İşte geldi güz. En azından Ankara için güz vakti geldi çattı. En sevmediğim, hiç sevmediğim, hiç ama hiç sevmediğim bir mevsim güz. Bir şeyin ismi bu kadar güzel olur da kendisi bu kadar sevimsiz, çirkin mi olur!

Kış gelsin istiyorum bir an önce, karlar içinde kalalım. En azından, sürpriz yok. Hep soğuk, karanlık. Sıkarız dişimizi yaza kadar. Yazın, kaldığımız yerden devam ederiz yaşamaya.

7.Eylül.17

Ağustos 1980 tarihli Milliyet Sanat Dergisinin yalancısıyım, orada “Yazarların Gariplikleri” başlığı altında verilen “garip” bilgilerden biri de şu: “Schiller’in yazı masası üzerinde ekşi ya da çürük elma bulundurmaktan hoşlandığı söylenir. Yazar, elmayı sık sık koklamaktan pek hoşlanırmış. Bu koku, ona yağmurdan sonra bir ormanda, otlar, yapraklar arasındaymış izlenimini verirmiş. Böylece içinde bulunduğu ortamın havasından uzaklaşıp bir düş evrenine girermiş… Bu tutkusu nedeniyle banyoda, su içinde yazdığı da olurmuş…”

***

Azra Erhat’ın Sevgi Yönetimi’ni buldum Kınık’taki kitaplıkta, tuttum Ankara’ya kaçırdım. Enteresan şeyler var Azra hanımın yazılarında; özellikle Yaşar Kemal’le söyleşisi, onu Homeros oğullarından biri olarak görmesi, ne diyorum daha en başta nasıl tanıştıklarını anlatışı… okumaya değer.

Bir de şu var:

“Bir gün Fakülteye giderken Nurullah Ataç’a rastladım.

– Nasıl bakalım, kedi yavrusu? dedi. Kıs kıs gülerekten kedi yavrusu derdi bana, bu deyiş de ustanın bir okşayışı gibiydi benim için.” (Sevgi Yönetimi, s. 326)

Onur Çalı