Kasabaya elektrik geldi ama bazılarımız henüz direklerdeki tellere bakarak evimize teşrif edeceği günü bekliyor. Kadınlar, çocuklar gaz lambasının şişesinden isinden, gazından fitilinden kurtulacakları için tatlı bir heyecan ve sevinç yaşıyor. Bir çomağın ucuna bez sarıp, camın içindeki isi silerken ya da elimizden kayıp düşünce kırıldığında işittiğimiz azardan kurtulacağız. “Lamba da şişesiz yanmaz mı/ Cicim bana yar bulunmaz mı/ Ben bu dertten ölürsem /Bana da acıyan olmaz mı?” türküsü bu günlerde pek revaçta.
O sabah ışıl ışıl bisikletli, güleç yüzlü bir adam girdi bahçe kapısından. Babamla konuşurken bir yandan da evde keşif yaptı. El sıkıştıktan sonra fiyakalı bir hareketle bisikletine atlayıp gitti. Elektrikçi Ali ustaymış. Kasabanın bir köyündenmiş ama İzmir’de yaşıyormuş.
Ertesi gün hiç görmediğim renk renk kablolar, ince borular, tuhaf şekilli alet edevatla çıkageldi. Fırtına gibi işe başladı. Acayip şeyler yapıyor. Boruları büküp soru işareti şekilli metalle duvara çakıyor. Keski-çekiçle duvarda açtığı deliğe bir yuvarlak kutu koyup, hemen alçı ile sabitlerken aval aval seyrediyorum. Bizim bağ bahçe, ekin tütün işlerine hiç benzemiyor. Bir ara, merdivenin tepesindeyken inmeye üşenmiş olsa gerek, “Çakıır, şu kargaburunu uzatıver bakayım!“ diye seslendi bana. Güldüm. Kargaburun ne be? İşaret edince koşup verdim.
Sevecen biri. Yanlış yapınca babam gibi kızmıyor. Bazen komiklik yapıp güldürüyor. Kabloyu dişiyle sıyırıp, çıkan plastiği tükürür gibi fırlatıyor.
Üçüncü gün, akşamüzeri işini bitirdi. Üç günde bir sürü yeni şey öğrendim. O soru işareti, kroşeymiş. Pensenin gagalısı kargaburun, teller kırmızı bakır, üstündeki renkli şey naylonmuş. Takımları toplarken ben de yardım ettim. Hepimizde bir heyecan; elektrik, bizim evde nasıl ışıyacak bakalım. Ali usta pano dediği siyah kutudaki kolu kaldırıp, “Abi, hadi aç bakalım.” dedi babama. Babam tereddütlü ve biraz elleri titreyerek anahtarı kaldırdı. Çıt sesiyle, tavandaki ampul odada güneş gibi ışıdı. İlk tepki beklemediğimiz şekilde ninemden geldi. “A be yavrum, nur mu yağıyoru… Pa pa pa! Şavkı gözümü aldı.” deyince kıkır kıkır güldük. Tam bahçeden çıkarken dönüp babama, “Abi, senin oğlan işi kaptı, bana çırak versene.”
Haftada iki eve elektrik döşüyoruz. Her evde evlilik çağında en az bir genç kız var. Şenlikle karşılanıyoruz. Limonatalar, börekler, ayranlar… Ustam, güzel adam ya, itibarımız çok. Ayrıca, dün çarşı camisinin şerefesine sekiz ampul taktık. Kabloyu minarenin gövdesine dışardan döşedik. İlk iki denemede yanmayınca Avcı Ramadan,
– Ustaa, işine karışmak gibi olmasın emmee, buna az bi eğim veresin. Büyle dimdik çıkmaz bu alenktrik.
İmam Salih amca,
– A be Avcu, ne annaarsın alektirikten? Sanarsın keçi?
Akşam namazına gelen cemaatin yaşlılarına eğlence çıktı. Her kafadan ayrı bir mavra;
– A be memlekette alentirik yoğudu emme kandilcikler yanar idi. Valla yanar idi üc gün.
– Salla salla, de bi afta…
– Kedi tırmanamaz o minareye…
– A be alaşa, de tırmandı, ampül mü yakacak gütünden.
Panodaki temassızlık giderilince ustam seslendi, “Bas oğlum bakayım!” Şerefe bir anda ışıl ışıl oldu. Ramadan aga biraz bozulsa da, “Yatsıya kalmaz kayar bu aşaya…” diye söylenerek camiye girdi.
Ustamın saçları kapkara, pırıl pırıl. Bir de güzel kokular sürünüyor ki köşe başından gelir. Kadınlar, kızlar ustama güzel bakıyor. “Yakışıklı” diyor kızlar kendi aralarında fısıldaşırken. Yakışıklı? Sevdiye teyzeye sordum; “Güzel erkek demek be… A be saftiriğim, ustana der bu farfaralar… Episi yangın.” Gülten farfara olsa, bana yansa.
Bu sabah dükkânın önünü süpürürken, “Alii, sen de artık usta oldun” dedi yan komşumuz Cemil amca. Ustam biraz bozulur gibi bakınca, “İşinde ne kadar usta olursan ol, bir çırak sana usta demedikçe usta olunmaz” deyince yüzüm, kulaklarım kızardı.
Cemil amca, kasabadaki son semerciydi. Kimse çırak vermiyor çocuğunu. Çelebi, kibar adamdı. Köylülerin getirdiği eşek ya da atların bir terzi gibi ölçüsünü alır, ertesi hafta semeri sırtına giydirir. Kasan basan yerlerini kontrol eder, hayvanın canını yakmasın diye düzeltir. Bitince, renkli yün iplerden semerin alın keçelerine nakışlar yaparak adeta hayvanın gönlünü alır. Bir de eskimiş semerlerin yırtık pırtık yerlerini şıpınişi diker, yamar, para almazdı. Usta, günahı ne bunun diye sorana, bu da benden olsun der, yolculardı.
Kızlar ustamla konuşurken ondan gözlerini kaçırdıklarında, bazen göz göze gelirsem bir hoş olurdum. O güzel bakışları yine bana değsin diye ustamın yanında durmaya çalışırdım. Bir kadının, beğendiği erkeğe nasıl güzel baktığını o sıralar öğrendim. Sonra hep kadınların ilk gözlerine baktım, ilk gözlerini sevdim belki bu yüzden.
Ustam kendisine güzel bakan kadınları bir türlü beğenmiyordu. Bana göre hepsi güzeldi ama o ısrarla kendisine ilgi göstermeyenlere bakıyor.
Dükkânın vitrininde enva-i çeşit elektrik malzemesi, abajurlar, aplikler, flüoresanlar vardı. Yoldan geçen, duyup gelen seyre dalar, sanki sahibi benmişim gibi kabarırdı içim. Haftalıklarımı biriktirip, ustamın kömür karası saçlarına sürdüğü o güzel kokulu şişeden alacağım. Belki o kokuyu seviyor kızlar. Ondan sürsem kesin bana bakar belki Gülten. Bir kere sürdüm, hemen anladı ama kızmadı ustam; “Sarı kafa, biraz daha büyü sana da alacam bundan” dedi gülerek. Utandım.
Esas işi İzmir’deydi ustamın. Bir gün, “seni İzmir’e götüreceğim, orda bir kaç aylık işimiz var” dedi. Babam izin verdi. “Yüzün gözün açılır, ama ustandan uzaklaşma” diye de tembihledi. Yüzüm gözüm açılacak.
Benim için küçük odada bir yatak hazırlamıştı Naciye yenge. Pek güzel değildi. Üstelik ustama da diğer kadınlar gibi güzel bakmıyordu. Gözlerinde hep bir hüzün, yüzünde burukluk vardı. Hazzetmemişti benden ama yine de kötü davranmıyordu. Akşam yemeği konuşulmadan yenir, ustam elini ağzını yıkayıp kahveye giderdi. Kısık kısık, ince bir ağlama veya hıçkırık sesi duyardım bazı geceler. Sabahında Naciye yengenin gözleri şiş, ustamın yüzü asık olurdu. Evi erkenden terk eder, yol üzerindeki tablacılardan gevrek peynir ya da kumru alır, dükkânda sessizce yerdik.
Ustamın aftosu var galiba. Geçen hafta iki kere İmbat Otelin girişinde fingirdeşirken görmüştüm. Süslü püslü, güzel biri. Ustam, gördüğümü bilmiyor.
Basmane’deki otellerin, elektrik tesisatlarının bakım onarımını yapıyoruz. Garip giyimli adamlar, ağzı yüzü, kaşı gözü boyalı kadınlar gelip gidiyor. Bazı kadınlar pantolon giyiyordu mesela. Oturup upuzun bacağını diğerinin üstüne atıyor bir de. Dönünce bizimkilere anlatsam inanmazlar. Uzun bakmak istiyorum ama korkudan bakamıyorum. Sonra sonra kaş altından bakmayı öğrendim. Hâlbuki ustam hepsiyle şakalaşıyor, hatta küfürleşiyordu. Uzun zamandır parasını ödemeyen bir otelciyle tartışınca ustamın bir tabancası olduğunu öğrendim. Vay be! Dükkânın neresinde saklıyor acaba? Adam parayı o gün ödedi ama yüzündeki kini ve nefreti gördüm.
Bu sabah erken, gençten biri geldi dükkâna. Elleri cebinde, afilli tavırlı. “Karımdan uzak dur, sonun iyi olmaz.” dedi. “Ben senin karını ne bileyim lan? Asfalyalarımı attırma benim! Hadi, bas.” Adam bir şey demeden dönüp gitti. Ustam adamın arkasından çıktı ve o gün dükkâna gelmedi.
Yeni işler için kasabaya döndük. Dört evin işini almıştı. Üç hafta sürdü. Yeniden İzmir’e döndü ama beni götürmedi bu sefer.
“Bu çocuk okuyacak!” diye bağırıyordu annem gecenin bir vakti. O sert, dediğim dedikçi babam ilk kez alttan alıyordu. Neyi, niye okuyacağım? “İkisini okutamadık, bari bunu okutalım. Ortaya yazdıracaksın” diyor bas bas. Uyumak istiyorum çünkü bacaklarım ağrıyor. Ustam bugün bisikletine binmeme izin verdi. Kalfa olunca belki tabancasını da verir. Elektrikçi olacağım. Başka elektrikçi çırağı yok kasabada. Annem hariç herkes imreniyor.
“Bak koca kazanda su ısıttım. Bu akşam bi güzel yıkan. Yarın okula yazılacak benim oğlum.” Sabah koca kazandaki su hala ılıktı. Neden bilmiyorum ama üç sabun yıkandım. Gıcır gıcır her yerim.
Ustam üzülür mü? Sever beni çünkü. El öptürmeyi sevmez ama sarılır öperim. Saçlarımı karıştırır, “Afferim len sarı kafa, oku da büyük adam ol” der belki.
İlkokula benzemiyor. Bir sürü ders, bir sürü öğretmen var. Üç katlı sefer tası alındı bana. Annem, ben uyanmadan yemeğimi hazır ediyor. Öğle yemeklerini kasabadan birlikte geldiğimiz diğer arkadaşlarla bahçede yiyoruz. Okulda bir sürü arkadaşım oldu. Pul koleksiyonu var bazılarının. Çok güzel pullar. Bize hiç mektup gelmediği için nasıl yapacağımı bilmiyorum. Ben de yoldan geçen kamyoncuların attığı kibrit kutularını biriktirmeye başladım. Bulgar, Yunan, Alman kibrit kutuları çok güzel. Bir de Tekel, Malazlar, Çıra var. “Vasati 40 çöp” yazıyor kutularda. Ayrıca, sigara paketleri biriktiriyorum babamdan gizli. Yeni Harman, Bahar, Çamlıca, Bafra, Gelincik, Yenice… Benden bir yaş büyük Salim sigara içiyor. Bir iki denedim, öksürünce ölürüm diye korktum. Paket alamayınca izmarit içiyor. Kefal diyoruz izmaritlere. En güzel sigara Yeni Harman’mış. Bir defasında yarım Yeni Harman kefali bulmuştuk da içmeye kıyamayıp akşama kadar cebinde gezdirmişti.
Arada bir çarşıda ustamı görüyorum. Derslerimi soruyor. “Afferim len sarı kafa!” Her defasında iki buçuk lira harçlık veriyor.
Ortayı bitirdim nihayet. Annem sevinçli. Bir şeyleri başarmaktan gururlu. Annem bu akşam yemekte durup dururken, “Orta bi şey değilmiş adam, esas liseymiş. Yazdırsak mı oğlanı?“ Babam duymadı galiba. Bugün pek konuşmuyor ve biraz dalgın. Sonra aniden, “Ali ustayı vurmuşlar.”
Sofradan kalkana kadar sustuk. Ustam vurulmuş. Ustam nasıl vurulur ki? Sonra doğrulamak ister gibi, “Yeni Asır yazmış. Alacak verecek davası mı, karı kız davası mı öyle bi şeymiş…”
Yeni Asır yazmış hem de.
Servet Şengül
Kalemine sağlık.O zamanları bilenler yaşayanlar için geçmişe duyulan özlem hep bir yanımızda saklı.Bu günler, bize o bugünden güzel görünen geçmişi hep özletecek gibi duruyor. Selamlar.
İnsan çocukluğunu yaşadığı yeri yaşlanınca da görebilmeli ve özleyecek bir çocukluğu yaşamalı. Güzel günlerdi.Okuduğunuz ve yazdığınız için çok teşekkür ederim. SevgiyleServet