7.Eylül.17
Film sitelerinde, popüler kültür sitelerinde “yazarlıkla ilgili filmler” gibi başlıklara rastlarsınız. 2016 yapımı Arjantin filmi El ciudadano ilustre (Saygın Vatandaş) tam da bu başlık altına koyulabilecek, bol ödüllü bir film. Kırk yıl önce Arjantin’deki kasabasından çıkmış ve bir daha oraya hiç dönmemiş bir yazar filmin ana karakteri: Daniel Mantovani. Daniel, “Kitaplarımdaki karakterler kasabamdan hiç çıkamadı, bense oraya hiç dönmedim” diyor. Diyor demesine de yıllar sonra kasabasından bir davet alınca dayanamayıp gidiyor. Hikaye de burada başlıyor. Nobel ödülünü de almış olan Daniel Mantovani, kasabasına dönünce o korunaklı halini kaybediyor. Başlarda hemşerilerinin ilgisi ona iyi gelse de bir süre sonra işler sarpa sarıyor. Bizim Orhan Pamuk’un başına gelenleri hatırlatan olaylar vuku buluyor. Bu film sadece yazarlıkla ilgili değil elbet, tüm iyi eserler gibi insanla ilgili. İzleyiniz derim.
“Yazar olmak için üç şey gereklidir: Kağıt, kalem ve kibir. Biz yazarlar, egoist, kibirli ve bencil insanlarız.”
Biz bu 3K’yı ikiye de düşürebiliriz: Klavye ve kibir.
12.Eylül.17
Cemil Kavukçu’nun yeni kitabı yayımlandı: Yüzünüz Kuşlar Yüzünüz. Klasik bir CK öyküsünün tüm tipik özelliklerini taşıyan bir uzun öyküden oluşuyor kitap. Dırdırcı bir kadın, gemi adamları, alkolik bir karakter, Mimoza ya da Nolya benzeri bir sığınak-meyhane, karga… Yazarın iyi bildiği ve sevdiği tüm unsurları barındırıyor Yüzünüz Kuşlar Yüzünüz. Çocukluğunuzdan beri unutamadığınız güzel bir yemeği ya da tatlıyı yer gibi okuyuveriyorsunuz. İştahla. Özlemle.
Kavukçu’nun verdiği bir ders de var aslında: Yazar bildiğini, yazmak istediğini yazmalı. Güncel, aktüel konuları öykü konusu yapacağım diye çırpınmamalı. En azından ben kendi adıma böyle bir ders de çıkardım diyebilirim.
***
Çok sevdiğim yazar Dino Buzzati’nin Tanrıyı Gören Köpek kitabında Fareler adlı bir öykü vardır. Bu öyküde fareler, bir sayfiye evini işgal ederler. Başlarda evin içinde dolaşan ve zararsız görünen fareler zamanla o kadar büyümüş, o kadar semirmiştir ki evdeki iki kediyi “temizlerler” ve bodruma yerleşirler. Öykünün anlatıcısı, ailenin fareler tarafından evde hapsedildiğini, dışarıya bile çıkamadıklarını duyduğunu söyler.
Bizim zeytinliğe her gittiğimde bu öykü aklıma düşüyor çünkü her gidişimde kedi sayısı artmış oluyor. İlk gelen Şirine’ydi, onun kızları oldu: Kadriye ve Uysal Kız. Sonra onlar da doğurdu, sonra onların kızlarının da kızları oldu… Zeytinlikte tamamen dişi kedilerden oluşan bir amazon kedi çetesi var şu anda. Çetenin lideri, en büyükleri Şirine. Adına aldanmayın, kabadayı gibi takılıyor etrafta, kimseden korkusu, kimseye eyvallahı yok. Üstelik tıpkı amazon kadınları gibi, tek göğsü değil ama tek gözü yok.
Hem yalnızca Dino abimin öyküsü de değil beni endişelendiren. Metin Eloğlu’nun Kalıncacık şiirindeki şu dizelere ne dersiniz:
Bir ana göğümsü gözünü pazara çıkarıyo ta Banaz’dan
Zile’de köpek doğuruyo bi taze
Fatma’nın oğlanını yiyo kediler
Bi rakıdır bastırıyo öğleden sonraları
Gerçekten korkuyorum.
17.Eylül.17
Kutsal metinleri, insanlığın bu kadim metinlerini okumak çok zevkli ve her daim “küçük” keşiflere açık bir okuma deneyimi sunuyor okuyana. Söz gelimi, Kuran-ı Kerim’in İbrahim’i ile Yeni Ahit’in Kuşkucu Tomas’ı arasındaki akrabalık. Nasıl bir akrabalık bu? Elbette kana dayalı değil sorgulama ortaklığına dayanan bir akrabalık.
Kuran’ın İbrahim’i Allah’a şöyle der: “Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” Allah, İbrahim’e, “Yoksa inanmıyor musun?” diye sorunca da “İnanıyorum ancak kalbimin tatmin olması için” der. İbrahim, görmek ister. İnanmıştır ama yine de görmek ister. (Bakara, 260)
Aynı sorgulayıcılık, adı üstünde, Kuşkucu Tomas’da da vardır. İsa, Golgota (Kafatası) Tepesinde çarmıha gerildikten sonra havarilerine görünür. Nedir, Tomas şenliği kaçırmıştır. İşi gücü vardı herhalde ya da haber etmek diğer on bir havarinin aklına gelmemişti. On birler Tomas’a İsa’yı gördüklerini söyleyince, Tomas “O’nun ellerinde çivilerin izini görmedikçe, çivilerin izine parmağımla dokunmadıkça ve elimi böğrüne sokmadıkça inanmam” diye çıkışır. Nitekim, sekiz gün sonra, havariler bu sefer tam takım halinde evde otururlarken İsa pat diye odanın ortasında belirir ve Tomas’a “Parmağını uzat,” der, “ellerime bak, elini uzat, böğrüme koy. İmansız olma, imanlı ol!” Olay tatlıya bağlanmıştır. (Yuhanna İncili, 20. Bap)
21.Eylül.17
direklerarasında meddah:
“ben kendimi oyuyordum sadece”
Bu yüzden alkışlar ağrına gitti
Akif Kurtuluş, Hayat, Saat Farkıyla, syf. 58
***
Ezgi Aktan’ı dinlediniz mi hiç? Kapıldım Gidiyorum’u özellikle? Buradan buyrun.
23.Eylül.17
Halide Edip Adıvarspor diye bir spor kulübü varmış. Tesislerinin adı ne acaba, Sinekli Bakkal Futbol Tesisi mi?
***
Bütün sözcükler güzel ama bazı sözcükler daha da bir güzel değil mi? Anlamı ve/veya ezgisi bakımından. Söz gelimi: merdümgiriz, müşkülpesent, sinameki, mahmuz, avkalamak, tepsermek, fırda, burnaz, çarmakçur, kırtıpil, pimpirik, şahika, tıknaz, tıkız, güz, değirmi, tırandaz, seyahat, vayvillim, sevi, vaveyla, kanka, ekin, birader, dam, zeytin, mücrim, kani olmak, gar, kara, kızıl, nolya, ahşap, cumba, sundurma, kerpiç, avlu, hayat, vareste, alesta, ve fakat, nedir, zat, avare, aylak, hislenmek, hışır, idare lambası, paytak, sarsak, şümul, mahiyet, faraza, talim, tepik, ases, zati, tıfıl, kırpık, orak, eylül, öykü, hikaye, masal, şiir, dem, rint, mastor, dost, hısım, hımbıl, çapak, satıh, parşömen, kardeş, yeğen, amca, karık, gam, leyli meccani, hatır, hatırat, ufunet, telve, zayiat, çırak, kalfa, acemi, toy, çilingir, pataklamak, nevbahar, meftun, tav olmak, elzem, endam, matem, kusur, poyraz, boyoz, günebakan, küpeşte, kargı, mesel, kıssa, teşbih, teyel, sabır, saraka, zıbın, takaza, mazruf, dilhun, yeis, haydar, semah, berk, kunt, katre, kuyum, kati, yokuş, yol, a!, milföy, ziyan, zebil, sebil, tekmil, temkin, tereddüt, hayrat, hoyrat, talaş, salaş, güme gitmek, hezârfen, küllük, kadeh, meze, ihvan, mahfil…
Ya partal, hele ki partal:
“Otlarla konuşmaktan geliyordum. Ölü bir yaprak, adını unutmuş bir sokak, sav dolu bir tümce, suçlu bir ırmak, bir de partal bir kuş yürüyorduk. Bir atlı karıncaydı yaşamak, onu yürüyorduk.”
Ve elbette: eyvallah!
27.Eylül.17
Şair, çevirmen ve grafik sanatçısı (çok güzel kitap kapakları vardır, buradan bakınız) Sait Maden, aynı zamanda derlediği antolojilerle de çok emek vermiştir Türk edebiyatına. Şiir Tapınağı (Adam Yayınları, 1985) adını verdiği antolojide “ilkel” denilen toplulukların şiirlerini kazandırmıştır Türkçe’ye. Kitabın alt başlığı İnsanoğlunun Beş Bin Yıllık Şiir Serüveni’dir. Yaradılışa dair metinlerin, büyük destanlardan parçaların yanısıra büyü niyetine söylenmiş şiirleri, bedduaları, yakarıları da içeriyor Şiir Tapınağı. Bir kadının ya da erkeğin “gönlünü bağlamak” için söylenen tılsımlı sözler de var, gözden başak mahmuzunun çıkarılması ya da yağmur yağması için edilen dualar da…
İnsanoğulları ve insankızlarının, çok “ilkel” dönemlerde de, şimdi görece çok “ilerlemiş” olduğumuz dönemde de en büyük meselelerinden biri olagelmiştir ölüm. Çünkü çok saçmadır. Niye birdenbire yok oluyoruz ki? Neden? Madem yok olacaktık, neden varız. İşte bu korku, türlü çeşitli yaratıcılığın ateşine odun taşımıştır. Çok çaresiziz. Çaresizsiniz, çare sizsiniz. Şaka şaka! Çare biz falan değiliz, ölümü de yenemeyiz. İşte bu nedenle, bazen ölüme kabadayılık da yaparız. Bir veledin kendinden kat kat büyük bir yetişkine dayılanması gibi. Sözgelimi, Eskimoların ölümü tehdit ettikleri Ölüme Karşı’ya bakalım:
Görürüm, yaklaşıyor tanyerinin ak köpekleri,
geri durun, geri! Yoksa kızağıma koşarım sizi.
Eğer kitabı edinebilirsiniz, ölüm karşısındaki çaresizliğin yazdırdığı şiirlerden biri de Malezyalıların “Laşang”ı. Laşang dedikleri allı pullu bir tekne. Bu Laşang’ı denize salıyorlarmış ki kötü cinlerin gözü boyanıp tekneye hurra koştursunlar. Böylece ölümün kötü cinler vasıtasıyla ve hastalık maskesiyle üzerine abandığı kişioğlu da kurtulsun. Çaresizlik işte.
Sadece ölüme karşı değil insan kişilerin isyanı, kötü niyetli tereslere de… Bakınız Ermeniler, Kem Göze Karşı’da ne demişler:
Bir ağaç uçuruma sarkardı,
ağacın üstünde bir kara yılan…
Elimizi sürmeden
yere indirdik hayvanı.
Bıçaksız kesip doğradık,
ateşsiz pişirdik.
Yiyen gebersin,
yemeyen çatlasın!
Ya Yunan köylülerinin Acıya Karşı söyledikleri:
Delik dağa gittim,
delik bir kamış buldum,
delik bir sepet ördüm;
delik sepette ne kadar kalırsa su
o kadar sürecektir acı da.
Yavaş yavaş ümitlenelim istiyorum ama Eskimoların türkülerinden birinde geçen şu dizeler duygu durumuma tercüman olmuşlar, taa binyıllar öncesinden hem de: “O ne sıkıntıdır öyle/duymak çıkagelen kışı”
Kış benim de içime sıkıntılar ekiyor. O zaman uzanalım Kore’ye, Koreli dostlarımız bize avuntumuzu sunsunlar, işte Şarap Türküsü:
Gel içelim bir kadeh, içelim bir kadeh daha
kestiğimiz çiçeklerle sayarak kadehleri.
Ak kavaklar altına gömdüklerinde bizi
kızıl akşam ışıkları içinde, beyaz ay altında
ha yağmur çiselesin ha kar yağsın lapa lapa.
Hem yeller eserken mezarlarımızın üstünde
Kim çağırır beni içmeye, kim çağırır seni?
Hay allah, ölüm karşısında avuntu bulalım derken yine mi gama düştük? Elbette hayır. Sait Maden bu şiiri, “Bilgelikler” başlığı altına almış. Yani vaktimiz varken, içmeye çağıranımız, dostlarımız varken içelim be dostlar! Benzer bir tonda, aynı şeyi söylemez mi bizim Orhan Veli de, İhtiyarlık adlı şiirinde: “Bir gün ikimizden birimiz/İçmek veya doldurmak için/Burada olmayabiliriz.”
Eskimolarla başladık, onlarla bitirelim Şiir Tapınağı faslını:
Güleceğim tutuyor, kızağımı kırdım çünkü.
Kırıldı orta direkler, güleceğim tutuyor bu yüzden.
Burda, Talaviyak’da bu kümbetine çarptım, devrildim diye
güleceğim tutuyor. Ama gülünecek nesi var bunun?
***
Bir Dünlük’e iki musica fazla demeyin, Kuan’dan Hacel Obası’nı da dinleyin derim. Hatta fırsatınız varsa, bir de cigara tüttürün. Buyrun buyrun, buradan yakın lütfen. Hacı Taşan’ın ruhuna değsin!
***
Beşiktaş şiir gibi değil, kısa öykü gibi futbol oynuyor. Açıklayayım. Yazar (aksi, huysuz Şenol Güneş) bir kurgu yapıyor. Metnin diğer tüm unsurları da (teknik heyet, futbolcular, yönetim ve rakip takım oyuncularının kulaklarını sağır edecek kertede tezahürat desteği sunan taraftar, sağır etme olayı true story, inanmayan buraya bakabilir) yazarın bu kurgusunu mükemmelen destekleyip uyguluyor. Ortaya sıkı örülmüş, gevşekliği sarkması olmayan, (bırakın kelimeyi) fazladan bir harf barındırmayan bir kısa öykü çıkıyor böylece. Biz de okumalara doyamıyoruz. Maşallah diyelim, gözü olanları da yukarıda andığımız Kem Göze Karşı şiirine havale edelim!
Onur Çalı
Bergüzar, endam, gülten, serhoş, mülaki
Evet sevgili adsız, daha çok var ama sırf bu kelimelerden bir Dünlük çıkar, orada bıraktım. Mesela tekaüt, tevellüt var. Sevi var. Mesela var. Var oğlu var 🙂