5.Ekim.17

Belki daha güncel veriler vardır, muhakkak vardır. Ve fakat İletişim’in Edebiyat Takviminde bugün okuduğumdur; 2015 yılına ait veri: “Dünya Bankasının verilerine göre yalnızca Orta ve Güney Afrika’daki aşırı yoksul insan sayısının 3 milyar olduğu açıklandı.”

Bayanlar baylar, böyle bir dünyada kimse mutlu, huzurlu filan olamaz!

***

Siyasilerin, böyük ve de sayın adamların her şeyi (ama her şeyi) işlerine nasıl geliyorsa öyle kullandıklarını biliyoruz. İşte AKP Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın George Orwell meselesi de bundan ibaret. Birkaç gün önce şöyle buyurmuş RTE: “George Orwell ‘Hayvan Çiftliği’ kitabında bazılarının daha eşit olduğu bir düzeni, mesela Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni (BMGK) beş ülkeyle sınırlayan düzeni eleştirir. Çok anlamlı. İçinde insanın olmadığı, halkı mutlu etmeyen bir ekonomi politikasının anlamlı olmadığına inanıyorum.” Ne güzel söylemiş, değil mi?

Peki kendisi acaba, Orwell’in Bir Fili Vurmak adlı denemesini okumuş mudur? Oğlum Onur, alçaklara in biraz, bahsettiği kitabı, Hayvan Çiftliği‘ni okumuş mudur ki? Hatırlayacaksınız bu Orwell işini onun kafasına sokan bir başka böyük ve de sayın insan olmuştu ki kendisinin adı Alev Alatlı’dır. 3 yıl önce, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri (araya giriyorum ama bakınız gene büyük) töreninde şöyle buyurmuştu Alev Hanımefendi: “Sayın Cumhurbaşkanım siz ve ekibiniz dünyadaki bugün 1.5 milyon Suriyeli’ye kapılarını açtığınız için tarih sizi ayrı bir yere yazacak. Dünya 5’ten büyüktür dediniz ve tüm oligarkları boşa çıkardınız. Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı. O yetmez Daniel Defoe de kalkar o da alkışlardı. Sizin sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındandır.”

Pes ki pes! demiş, aklımızın akıl tasımızdan çıkıp havalanmaması için ellerimizi başımızın üstüne koymuştuk o zamanlar. Bizim ahvalimizde bir değişiklik yok, hâlâ aynı durumdayız.

***

Benzer bir söylem-eylem uyuşmazlığına dair bir soru düştü akıl tasıma: Şimdi beyler bayanlar, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı var mı yok mu? Yoksa İberya’da var da Orta Doğu’da mı yok? Nedir?

***

Akıl tası deyip durdum ya, bu sözcüğün bu şekliyle kullanımını iki gözüm Salâh Bey’den aşırdım. Ve bir küçücük karar aldım. Bundan böyle, mümkün mertebe, her Dünlük’e bir Salâh Bey sözcüğü konduracağım. Ve dahi Salâh Bey Sözlüğü diye bir başlık açıp orada elimden geldiğinde tanıtacağım bu sözcükleri.

İşte başlıyoruz…

Salâh Bey Sözlüğü (1): şallamşopluk

İki gözüm Salâh Bey, bir söyleşisinde şunu fıslar: “Biçem (üslup) gerçekten benim ana sorunlarımdan biri. Belki de bütün bu yazdıklarımı bir biçem, bir biçim sağlamak içi yazıyorum. Doğrusunu ararsanız ben Sözcük Koordinatörüyüm. Sözcükler bana gelir, Türkiye’nin dört bir bucağına da benden gider.” (Seyirci Sahneye Çıkıyor, s. 154)

Gerçekten de öyledir. Artık unutulmuş bir meziyet (ne meziyeti, bir yazarın zorunlu adımı) olan üslupçuluk, Salâh Birsel’in alameti farikalarındandır. Sözcük Koordinatörü (ve dahi Sözcük Hokkabazı) olması da kuşku götürmez bir gerçektir. Sözgelimi, Niğde yöresinde ağızdan kulağa, sonra oradan başka ağızlara gidip gelen vayvilim sözcüğünün kullanım alanını genişletmiştir Salâh Bey. Ama biz bugün şallamşopluk’tan bahsedeceğiz. Görgüsüzlük manasına gelen bu güzel ezgili sözcüğü, Nezleli Karga adlı günlük kitabının 33. sayfasında (Sel Baskısı) kullanır iki gözüm Salâh Bey, 7 Nisan 1990’da: “Evet, insanı tor eden, zar eden, her yanını bağlayan laf ustaları, laf ebeleri, alifakalar, başı yıldız ormanı yiğitler artık ortalarda pek görünmüyor. Nerelere takıldılar? Nerelere kaçtılar? Şimdilerde çok çok cigara da içiliyor. Yoksa insanları çalçene denizlerinde yüzmekten alıkoyan cigaranın bombozuk bir manzara içine girmesi mi? Yüzsüzlüğü, utanmazlığı, şallamşopluğu yani görgüsüzlüğü mü?”

c8b5f-edip_cansever_ilhan_berk_salah_birsel-1024x6432
İlhan Berk, Edip Cansever ve Salâh Birsel

Salâh Birsel, Türkçe’nin Japon elmasıdır. Tam mevsiminde (doğru zamanda, sağlam kafayla) okuduğunuz dilinizi, zihninizi tatlı tatlı kamaştırır. Şuna bakın ki, Türkçe’nin bir başka Japon elması İlhan Berk, Salâh Bey’e yazdığı bir mektupta (bu mektupları Geceyarısı Mektupları kitabında bulabilirsiniz) Salâh Bey’in yazdığı “Felsefe Bahçeleri”nden bahis açarak “Türkçe’nin belini getirmek budur” diyor. (Tam mevsimi Japon elmasının, iş yerinin bahçesindeki ağaçları her gün talan ediyorum ve her gün birkaç sayfa da olsa Salâh Bey okuyorum ben. Tavsiye olunur.)

***

Bir kurmaca biyografi ya da mokümanter önerisi: “Mafya Lideri Kız Hasan”

Bir Ege kasabasında, 1951 yılında doğar. Babası terzi, annesi ev hanımıdır. İki abisi, bir kız kardeşi olan Hasan aslında çok uysal, sessiz, hatta ne demeli içli bir çocuktur. Zeki olmasına zekidir ama okumakta gözü yoktur pek. Babasına çırak durur, zamanla peştamal kuşanıp usta bile olur. Olur da yerinde duramaz, kabına sığmaz, kıpır kıpır bir delikanlıdır. Durulsun diye gönderildiği askerde tanıştığı Afyonlu Osman sayesinde (yüzünden?) mafya alemine antresini yapar. Sonraları “tertip bokuna bulaştım bu işlere” diyecektir. Eski kabadayı geleneğinin son temsilcilerindendir. İşlerini aksatacağı endişesiyle hiç evlenmez. Yüzüklü parmaklarını ve dirseğini kullanarak ağız yüz dağıtması efsanedir. Nedir, elini hiç kana bulamadığı da söylenir (eldiven takarmış). Gel zaman git zaman, hasımları bir gün pusuya düşürüp yalnız başına kıstırırlar Kız Hasan’ı. Lakabını hak etmesi de bu olayladır. Çok ağır bir hakaret olarak etek giydirip oynatırlar Hasan’ı. O ise oynamaktan yorulup oturduğunda, rakısından bir yudum alır ve gayet maskülen bir ses ve tavırla “allık var mı allık?” diye sorar. Sonrasına dair tevatür muhtelif ama o saatten sonra Kız Hasan lakabıyla anılır. LGBTİ’lerin ve dahi seks işçilerinin hamisidir. Ölümünden sonra, memleketinde, onun adıyla ve onun anısına bir Toplumsal Cinsiyet Merkezi kurulmuştur.

6.Ekim.17

Nobel Edebiyat Ödülünü bu yıl Kazuo Ishiguro’ya vermişler. Şimdi gelsin reklamlar, kampanyalar, daha fazla ün ve daha fazla okur. Oh keka! İyi hoş da, özellikle Orhan Pamuk’tan sonra daha bir ilgiyle takip ettiğim bu Nobel Edebiyat Ödüllerinde kaç yıldır çözemediğim bir soru(n), zaman zaman dolanır kafamda: Neden bu ödül Milan Kundera’ya verilmez? Bir süre kendi kendime alıp verdikten sonra da şuna varırım: Demek Kundera abimiz, Nobel verilmemiş (ve Nobel-üstü) bir yazar olarak anılacak. Çünkü bazı kelaynak okurlar için, sevdikleri yazarların ödül almaması, almasından evladır.

Nobel demişken… Geçen Dünlük’te bahsettiğim “Saygın Vatandaş” filmi, yazar Daniel Mantovani’nin Nobel Ödülü konuşmasıyla açılır. Akademi, kral, basın mensupları hep oradadır. Yazarımız pek cool’dur canım, öyle bir konuşma yapar ki salondakiler alkışlasak mı yuhalasak mı diye düşünürler. Şöyle der Daniel: “Bu azizlik mertebesine yükselmek benim için ölümcül… Yaratıcı macerama son verme kararınızdan ötürü size teşekkür ediyorum.” Öyle ya, bu devirde, bir kralın elinden ödül alıyordur nihayetinde.

Bakalım bizim Japongiliz Kazuo Ishiguro neler yumurtlayacak Nobel konuşmasında?

***

Filmden bahsedince de şu atasözümüz geldi, kendini yazdırdı buraya: “Kimse kendi memleketinde peygamber olamaz.” (Bakınız: Musa, İsa, Muhammed)

Bu kadar isabetli söze pek az rast gelinir doğrusu.

***

Kitaplarımla oynaşırken birinin içinden bir sinema bileti çıktı. 19 Nisan 2007’de Aylaklar diye bir filme gitmişim. Filmi, elbette, hiç hatırlamıyorum. Biletin arkasındaki restoran reklamının adresi ise bütün bu hikayenin en güzelini saklıyormuş meğer: Karyağdı Sokak. Ankaramıza ilk kar düşsün de bu restorana gidip güzel beyaza bir başka güzel beyazla karşılık vereyim istiyorum.

***

Söyleyip duruyorum, ahlaksızız. İki reşit insanın sevişmeleri infial yaratırken türlü çeşitli ahlaksızlık dört başı mamur bir sükunetle karşılanıyor. Pes ki pes!

***

Anaokullarından başlanarak iki ders eklenmeli müfredata. Muhakkak ve acilen eklenmeli: Toplumsal Cinsiyet ve Dinler Tarihi. Ayının on türküsü varmış, dokuzu armut üstüneymiş. Malumunuz, tilkinin türküleri de tavuk üstüne. Yüksek lisans ve doktorada bu iki engin denizde birkaç kulaç atmış olduğum için… Ne yapalım, neyi biliyorsak onu söylüyoruz. Bu iki ders, birçok falso davranış ve düşünceyi düzeltecektir diye umuyorum. Umut işte, ye Onur ye.

***

Bazı can alan ve de yakan sorunlar edebiyatın elinde öyle bir dile gelir ki şaşakalırsınız. Klişe olacak ama binlerce sözcükle anlatılacak bir “şey” iki dizede tüm çıplaklığı ve karmaşıklığıyla, bir bakmışsınız, önünüze serilivermiş. Cemal Süreya’nın “Kürtler ve Arnavutlar” şiiri böyledir söz gelimi. (Aktüel Güncelleme: Kürtler yalan söylemek zorunda / Katalanlar doğru)

Bu türden on kaplan gücünde şiirlerden biri de Turgut Uyar’ın “Yokuş Yol’a” adlı şiiridir. Üstelik bu demir leblebiyi Fikri Kutlay bestelemiş, Hüsnü Arkan da pek güzel söylemiştir.

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan’da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar
Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

***

Birkaç sene evvel başımdan geçmiş bir olayı hiç mi hiç mübalağa etmeden ve süslemeden aktaracağımdır: Arkadaşlarla buluşmaya gidiyordum. İşten çıkmıştım, seğirtircesine hızlı adımlarla buluşacağımız kafeye gidiyordum. Kırklı yaşlarının ikinci devresinde gösteren, (iyi giyimli, gayet normal ve sıradan) bir abla durdurdu beni. Para isteyecek gibi değildi. Durdum. “Kusura bakma kardeş, sana bi’şey danışmam lazım” buyurdu. “Buyrun” dedim nazikçe ama ihtiyatla. Bir yandan da, bana 10 saat gibi gelen 10 dakikalık konuşma boyunca kurtulamadığım kuşku (bir kamera şakasına mı yakalanmıştım?) daha bu ilk anda içime düştüğünden sağa sola bakınıp kamerayı bulmaya çalışıyordum. “Sen benim kardeşimsin, yanlış anlama” dedi tekrar. Sonra başladı: Yalnız yaşıyormuş. Karşı komşusu da bir ressam herifmiş. Evine giden gelen kadınların haddi hesabı yokmuş. Üstelik boşanmış olmak gibi bir kabahati de varmış. Hem de içki filan da içiyormuş. İşte bu ressam komşu, ablayı evine davet etmiş. “Gidersem beni hafif kadın gibi görür mü acaba?” dedi, “Ne dersin, ne yapayım?” diye sordu. Gidin bence dedim, bu arada kamerayı arıyordu gözlerim fıldır fıldır. Nedir, ikna olmadı. Gidersem şöyle olur böyle olur dedi. Anladığım kadarıyla içindeki iki kadın çarpışıyordu. Gitmek istiyordu ama gidemiyordu. “Dışarda buluşsanız?” diye dahiyane bir teklifte bulunup kaçacaktım ki bu sefer de dışarıda buluşmayı kimin teklif etmesi gerektiğini etraflıca masaya yatırdı. “Siz davet edin, eğer görüşmek istiyorsanız tabii,” diyerek içindeki özgür kadına destek atmak istedim ama yine ikna olmadı. Ressam abinin onu evine değil de dışarıda bir yerlere davet etmesi, ancak ve ancak bu şartla onunla görüşebileceği üzerinde mutabakata vardık (beni mecbur etti, ben daha farklı düşünüyordum aslında). Daha sonra, dışarıda buluşmaları durumunda ne içmeleri gerektiğini konuşuyorduk ki özür dileyip geç kaldığımı belirttim ve oradan usul ama hızlı adımlarla sıvıştım. Geçenlerde aklıma düştü, acaba buluşmuşlar mıdır? Buluştularsa ne içmişlerdir?

Onur Çalı