9.Ekim.17

Asgar Ferhadi’nin 2009 tarihli filmi Elly Hakkında, bizde yeni gösterildi. Daha önce Bir Ayrılık ve Satıcı’yı izlemiştim. Bu filmde de yine gerilimi ilmek ilmek örüyor Ferhadi. Bir Ayrılık ve Satıcı filmlerine, bu bakımdan, çok benziyor. Kurgu ve iyi oyunculukla desteklenen gerilim filmin ana unsuru. Yaşanan bir olayın (menfi bir olayın) bireyler üzerinde nasıl kırılmalara yol açtığını çok iyi anlatabiliyor yönetmen. Yeni filmi de önümüzdeki yıl gösterilecekmiş. Bu kez latin havası taşıyacak gibi duruyor, çünkü filmin oyuncu kadrosunda Javier Bardem ve Penélope Cruz varmış. Bir de Arjantinli Ricardo Darín. Kendisi neredeyse tüm Latin Amerika filmlerinde oynamış bir insan, adından çıkaramasanız da görünce kesin tanırsınız!

***

Bizde de Cezmi Baskın… Son dönemdeki gişe olsun sanat filmi olsun neredeyse tüm filmlerde boy gösteriyor Cezmi Baskın. Cezmi Baskın’sız bir Türk filmi düşünülemez!

***

Bir yerde sanat üreticisi (sanatçı diyelim haydi), tüketicisinden çoksa orada bir sorun yok mudur? Denebilir ki, sanat üreticisi dediğin kimse, aynı zamanda tüketicisi de değil mi a şaşkın? Ya değilse, ya olmadığı çok belliyse? Söz gelimi, bugün orada burada, sosyal medyada, edebiyat dergilerinde, atölyelerde ve sair platformlarda öykü yazan kişi sayısına baktığınızda, bu öykü yazan kişilerin öykü okuduğu sonucu çıkmıyor. Ortalama bir öykü kitabı bin adet basılıyor ve gördüğümüz kadarıyla ikinci baskı yapan öykü kitabı sayısı pek az. Anket yapmadım ama ahval ve şerait ortada: Öykü yazanlar öykü okumuyor. Çok saçma değil mi bu durum? (Şu da var: Bir yıl içinde çıkan yeni öykü kitaplarının tamamını okumak neredeyse imkansız.)

***

Alper Canıgüz, tüm romanlarını okuduğum bir yazar. Kan ve Gül’ü de nihayet indirdim mideye. Bir kara dejavu altbaşlığını taşıyan roman, tipik bir Alper Canıgüz anlatısı. Eğlenceli, oyuncul bir dil, karmaşık polisiye olaylar ve olayları çözen erkekler. Bu seferki kahramanın adı Aziz. Kötü aşk romanları çeviren bu meslektaşım, spoiler vermeyeyim, kendini bir şekilde 20 yıl öncesinde buluyor. Henüz mezun olmamıştır, Boğaziçi Üniversitesinde öğrencidir. Kurt Cobain henüz eyvallahını çekip öte dünyaya göçmemiş, X kuşağının cenazesi kaldırılmamıştır. Sonrası iyi bir kurgu içinde eriyen olaylar, zamanda salınımlarla gerçekleşen bir yüzleşme. Bir solukta okunan, keyifli bir roman Kan ve Gül.

Aziz’in tekrar yaşadığı dönem 1994 yılıdır, yerel seçimler yaklaşmaktadır, ahval ve şerait şudur: “Özellikle İstanbul’da her üç parti de güçlü adaylara sahipti; aralarında birinin diğeri lehine çekilmesi için bazı görüşmeler yapıldıysa da bundan bir sonuç çıkmamıştı. İşbu ahval ve şerait altında, seçimlerden sonra büyük sürprizlere uyanacaktı necip Türk milleti. İslamcı parti tüm rakiplerinin arasından sıyrılıp, genel oy toplamında üçüncü olmasına rağmen, İstanbul ve Ankara dahil en çok ilde belediye başkanlığını elde edecekti. O günden sonra da, yerel genel demeden hemen hemen tüm seçimlerden zaferle çıkacak, ülkeyi önce ağır ağır, sonra doludizgin, Türkiye’nin ikinci sınıf bir demokrasi olduğu günleri mumla aratacak otoriter bir rejime doğru taşıyacaktı.” (Kan ve Gül, sayfa 89)

***

Salâh Bey Sözlüğü (2): papçiniklerle

Ey okur, biz buraya Salâh Bey Sözlüğü başlığını kondurduk diye sanmayasın ki bu sözcükleri icat eden iki gözüm Salâh Bey’dir. Zinhar! Bir söyleşisinde şöyle buyurur: “Evet Salah Birsel sözcükleri diye bir şey var. Ama bunları ben uydurmuyorum. Onları uyudukları köşelerinden, eski kitaplardan, halk ağızlarından, argo sözcüklerden çekip çıkarıyorum.”

Yani bu sözcüklere başka başka yerlerde de rast gelebilirsiniz. Nedir, bu sözlüğümüzde boy gösteren sözcüklerin, yaşı ve birikimi benim gibi küçük olan okurlar için ekseriyetle “yeni” sözcükler olacağına da kuşkum yok.

Her ne kadar Salâh Bey, bu sözcüklerin mucidi ben değilim yollu konuşsa da bazen kendi uydurduğu sözcükleri kullandığından şüphelenmiyor da değilim. Bugünkü sözcüğümüz de bu kategoriye giriyor.

Muzaffer Uyguner’in Salâh Birsel’in yaşamı ve yapıtlarını güzelce kuşattığı kitapta geçer bu sözcük. İkilinin sohbeti, Salâh Bey’in ilk kitabı Dünya İşleri’ne gelir dayanır. Salâh Birsel, Dünya İşleri’nin kapağının renklerinin kötü çıktığından bahsettikten sonra “Bereket kitap, edebiyatseverler katında büyük papçiniklerle karşılandı” der.

Muzaffer Uyguner sorar: “Nasıl oldu, nasıl oldu? Nasıl karşılandı yani? Papçiniklerle?”

Salâh Bey altın vuruşu yapar: “Evet, papçiniklerle… Alkışlarla de istersen, sevecenlikle de. Ne dersen de işte. O güne değin şairliğimi şapatgapatlayanlar bile şiirlerimin birbirini bütünlemesi, bir atmosfer çizmesi, yalın ve edebiyatsız bir anlatıma kucak açması karşısında burukkeserliklerini geri çektiler.” (Muzaffer Uyguner, Salâh Birsel, Altın Kitaplar, sayfa 31-32)

***

George Orwell, bir deneme kitabına ismini veren “Neden Yazıyorum” adlı denemesinde, “geçimini sağlama gereksinimini bir kenara bıraktığımızda” yazmayı sağlayan dört temel unsur olduğundan açar. Ancak şerhini koyar: “Bu dürtüler, her yazarın içinde farklı derecelerde bulunur ve ölçüler her yazarda zamana ve içinde bulunduğu ortama göre değişir.”

Nedir bu dört temel unsur: Katıksız Egoizm, Estetik Coşku, Tarihsel İtki ve Politik Amaçlar. Kendimi tarttım, evet, bu dört unsur (bazıları daha az olsa da) bende de mevcut.

Estetik coşkunun açıklanmasına gerek yok sanırım. “Demiryolu kılavuzu seviyesinin üstündeki hiçbir kitap estetik kaygılardan tamamen muaf değildir” diyor Orwell. Yazar, öyle değil mi ya, sözcükleri seven kişidir ve onların şu ya da bu biçimde dizilişlerinden bir haz duyar.

Tarihsel itki derken de, “şeyleri” gelecek nesillere aktarma arzusunu kastetmiş Orwell.

Politik amaçlar ise, adı üstünde. Kabaca dünya görüşü dediğimiz şey. İsteriz ki dünya daha iyi bir yer olsun. İnsanların ve toplumun bizim istediğimiz yönde değişmesini umarız yazarken. Ve yazarak buna katkıda bulunacağımıza inanırız safça. Orwell’in demesine göre “Sanatın politikayla hiçbir ilgisinin olmaması gerektiği fikrinin kendisi de politik bir tutumdur.” Eh, doğru söze ne denir.

Bu üç madde cepte, eyvallah. Ve fakat bence çoğu yazar için en baskın olan ilk unsura dönelim biz: katıksız egoizm. Birkaç Dünlük’tür açıp duruyorum bu filmden. Saygın Vatandaş’daki yazar karakter Daniel Mantovani ne diyordu: “Yazar olmak için üç şey gereklidir: Kağıt, kalem ve kibir. Biz yazarlar, egoist, kibirli ve bencil insanlarız.”

Eh, tartışılır noktalar olduğu şerhini koyduktan sonra, Orwell’in katıksız egoizmden ne anladığını da koyalım buraya ki bizim başımız ağrımasın: “Zeki görünme, hakkında konuşulma, ölümden sonra hatırlanma, çocukluğunda kendisini hakir gören yetişkinlerden intikam alma vb. arzular. Bu dürtü yokmuş, güçlü değilmiş gibi davranmak saçmalıktır. Yazarlar bu özelliği bilim insanları, politikacılar, avukatlar, askerler ve başarılı iş adamlarıyla; kısacası insanlığın üst tabakasıyla paylaşır. İnsanların büyük çoğunluğu aşırı bencil değildir. Otuz yaşından sonra, birey olma hissini neredeyse tamamıyla terk eder ve genellikle başkaları için yaşar, veya sadece ağır işlerin altında ezilirler. Ancak bir de, sonuna dek kendi hayatlarını yaşamakta kararlı olan iradeli ve yetenekli insanlardan oluşan bir azınlık vardır ve yazarlar bu sınıfa dahildir. Şöyle söyleyebilirim ki, ciddi yazarlar gazetecilere oranla paraya daha az düşkün olsalar da, sonuçta daha kibirli ve benmerkezcidirler.” (Neden Yazıyorum, Sel Yayınları 3. Baskı, sayfa 10-11)

a8538-che-beavouir-sartre

Ernesto “Che” Guevara, 50 yıl önce bugün Bolivya’da devrim yapmak için savaşırken öldürüldü. 20. yüzyılın en büyük devrimcilerinden biriydi, şimdi ise en büyük ikonlarından biri. Tişörtlerden şapkalara ve dahi içki şişelerine kadar birçok “ürünün” üstünde fotoğrafı var. Çünkü bu “post” çağında herkes (ama herkes) “şeyleşmeye” dahil. Şeyleşmeye ve alınıp satılmaya. Ne diyordu şarkıda: “Gözyaşınla da eğlenir, onu da alıp satar bu dünya”

10.Ekim.17

Şiirsiz kalmayalım abiler. Kitap-lık dergisinin Eylül-Ekim 2017 tarihli 193. sayısında yer alan Anıl Cihan’ın “çok ciddiyim gülme” adlı şiirinden:

gülme bunlar devletin zirvesini ilgilendiren oldukça kritik konular
tarihte birbirini deli gibi seven iki devlet olmuş mudur hiç

***

Devletler birbirlerini sevmedikleri gibi insanları da sevmezler.

İki yıl önce bugün Ankara’da bir patlama oldu ve insanlar öldü. Yaralananlar, fiziksel ve ruhsal travmalarla baş etmeye çalışanlar… En az bu kadar üzücü olan ise barış istemek için bir araya gelmiş insanların öldürülmelerine sevinenler olmasıydı. Bu nefret dolu ortamı hazırlayanlar, siz de biliyorsunuz, bizim adımıza devlet işlerini yönetmeleri için (bizi temsil etmeleri, bize vekillik yapmaları için) seçtiğimiz yöneticiler. Yani biz onlara oy veriyoruz, onlar da bizi birbirimize yuhalatıyor, birbirimize düşman ediyor.

Böylece ne olmadı? Yas tutulamadı, hesap da sorulamadı.

Onur Çalı