11.Ekim.17

Vejetaryen romanı ilkin aldığı ödülle dikkatimi çekmişti. Ödülün kendisi, bir aylak okur ve avare yazar olarak pek umrumda değil açıkçası. Nedir, ödülün Han Kang ile birlikte çevirmeni Deborah Smith’e de verilmesi, ne yalan söyleyeyim, çok hoşuma gitmişti ama romanın üzerinde durmamıştım. Daha sonra, bir arkadaşım (Bakınız: Kitapçı Sema) da kitaptan övgüyle bahsetmişti, muhakkak oku diyerek…

0f8c8-str2_koreabookerwinner_ma_2_chooseone-770x470

Nihayet okudum Vejetaryen’i (vejetaryen yazmak ne kadar zormuş yahu). Bir başyapıt sayılamaz belki ama zaten başyapıt kavramı daha ziyade geçen yüzyılın lügatı. İyi bir roman Vejetaryen; sağlam kurgusu ve zamanda geriye dönüşleriyle ve elbette mesele edindiği “konular” itibariyle dikkat çekici ve okunası bir roman.

Roman üç bölümden (Vejetaryen, Moğol Lekesi ve Alev Ağacı) oluşuyor. Yazar kitabın sonundaki “Teşekkür” faslında romanı üç ayrı öykü olarak yazdığını belirtmiş. Elbette bunları bilmemize gerek yok. Nasıl yazmışsa yazmış. Bizim okur olarak önümüze konulan şey, bir roman nihayetinde.

Kitaba adını veren ilk bölümde romanın ana karakteri Yonğhe’nin (ki kendisi sıradan, normal bir kadın ve gayet sıradan bir evliliği var, bu ilk bölümde onu kocasının ağzından dinliyoruz, aslında roman boyunca onun sesini çok az duyuyoruz zaten) durup dururken et yemeyi bırakmasına şahit oluyoruz. Nedir, burada vejateryenliğe dair bir tartışma yürütmüyor yazar (yalnızca Yonğhe’nin kocasıyla birlikte gittiği iş yemeğinde ucundan kıyısından bazı klişeler atılıyor ortaya, o kadar). Zaten, Yonğhe’nin vejetaryenlik kararı da ideolojik ya da vicdani bir sebebe dayanmıyor. Bir rüya görüyor ve et yememeye başlıyor. Giderek hiçbir şey yememeye gidecek olan “arıza” da başlamış oluyor.

Yonğhe’nin “arızası” et yememekle kendini gösterse de aslında daha derin bir “arızanın” göstergesi. Giderek hiçbir şey yemek istememeye, önce hayvan, bitki ve en sonunda ağaç olmak istemeye, diğer bir deyişle insan olmaktan vazgeçmeye kadar giden yolun yalnızca başlangıcı Yonğhe’nin et yemeyi bırakması.

İş yerinde kitabı okurken, daha ilk bölümdeyken, bir ara verip e-maillerimi kontrol edeyim dedim ve gelen kutusunu açtığımda karşımda şu cümleyi buldum: “Onur, tavuk yerken için rahat ediyor mu?” Haydaa! Edebiyat tanrısının ilahi dokunuşunu buram buram hissettikten sonra toparlandım allahtan. E-mail, Green Peace’den geliyormuş!

Bu ilahi müdahaleyi de atlattıktan sonra romanı, yokuş aşağı tatlı tatlı salınır gibi hızla bitirdim. Vejetaryen’i sağlam bir sistem eleştirisi olarak okudum ben. Kendi elimizle kurduğumuz halde bir süre sonra bizi hapseden tüm kurgularımızla (aile, iş, evlilik vs.) bir derdi var kitabın. Bu hapsoluştan ancak Yonğhe gibi “insan olmaktan” vazgeçerek mi kurtulabiliriz? Dünyadaki tüm ağaçları ve dahi hayvanları kardeşimiz sayarak mı?

Sorular çoğaltılabilir. Yonğhe’nin vejetaryenliği ise başta kocasının pasif baskısından, babasının şiddetinden ve giderek tüm toplumsal rol ve kalıplardan sıyrılmasının, bunlara karşı direnişinin sembolü oluyor. Hoş, bu direnişini kendini yok ederek gerçekleştiriyor ama belki de yazar direnmenin bu kadar zor olduğunu, tüm bu düzen ve sistemlerin kırılması zor bir zincir oluşturduğunu vurgulamak için böyle yapmıştır.

Kitap bittiğinde bir soru düştü akıl tasıma: Yonğhe ağaç olmayı başarabilseydi, ne ağacı olurdu acaba?

***

Özgürlük ve hürriyet aynı şeyler mi? Tam olarak aynı şeye mi işaret ediyorlar?

12.Ekim.17

Sıkıcı bir iş günü, toplantı ve sair… Neyse ki hayatın tek bir yüzü yok. Öğle molasında, dışarıda bambaşka bir frekans var, dinliyorum: Ha düştü ha düşecek kestaneler, son demlerini yaşayan güller… Ve ansızın bir duvar yazısı: Öyle güzelsin ki çay döksünler yoluna!

16.Ekim.17

Türk televizyonlarında parlayan bir figür var: Deniz Bayramoğlu. Cuma, Cumartesi ve Pazar akşamları birbirinden enteresan konuların ele alındığı Gündem Özel adlı bir program yapıyor CNN Türk’te. Konuklarına davranışı, konuşması, hali tavrı, oturumu yönetme becerisi on numara. Işığı var, izledikçe izleyesi geliyor insanın.

***

Philip Roth’dan ilk kez bir şey okudum: Sokaktaki Adam. Roman, Yunus Emre’nin “Anamdan doğdum gittim pazara, bir kefen aldım döndüm mezara” demesini hatırlatıyor. Adını bilmediğimiz, sıradan biri olan ve öyle de ölen birinin cenaze töreniyle başlıyor Sokaktaki Adam (romanın orijinal ismi Everyman). Geri dönüşlerle çocukluğundan son anlarına kadar uzanıyoruz sokaktaki adamın. Nedir, romandan gelen baskın ses; ölümün, yaşlılığın, sağlığını kaybetmiş olmanın ve yalnızlığın sesi. “Yaşlılık bir savaş değildir; yaşlılık bir katliamdır” deniliyor bir yerde.

Şimdi sırada Hoşça Kal, Columbus ve Beş Öykü var… Söylendiğine göre 1959’da yayımlanan bu kitabıyla üne kavuşmuş Roth; Yehova uzun ömür versin, 84 yaşında ve uzuun bir yazarlık yaşamı var. Adı Nobel Edebiyat ödülü bahislerinde sıkça zikrediliyor. Kazuo Ishiguro’nun aldığı ödülün bu yılki bahislerinde Philip Roth’a 1’e 8 veriliyordu ve çoğu listede üçüncü favori aday olarak yerini koruyordu. (Fikir vermesi açısından: Bu senenin favori adayı Murakami 1’e 5 veriyordu ve ödülü alan Kazuo Ishiguro’nun pek esamisi okunmuyordu doğrusu. Nedir, en azından bu yıl ödülü bir edebiyatçıya, bir yazara vermiş oldular.)

Paris Review’in Güz 1984 sayısında kendisiyle yapılmış bir söyleşiye çalışma alışkanlıkları sorularak başlanmış. Roth, “Tüm gün çalışıyorum, sabah ve öğleden sonra, neredeyse her gün böyle. İki-üç sene boyunca böyle çalışabildiğimde nihayetinde kitabımı bitirmiş oluyorum” diyor. Bunun üzerine Hermione Lee, çok da zaruri olmayan bir soru patlatıyor: “Diğer yazarların da böyle uzun saatlerce çalıştığını düşünüyor muşunuz?” Philip Roth’un yanıtı şöyle: Diğer yazarlara çalışma alışkanlıkları sormuyorum. Pek umrumda değil doğrusu. Joyce Carol Oates, bir yerlerde şöyle diyordu: Yazarlar birbirlerine saat kaçta çalışmaya başladıklarını, ne zaman bitirdiklerini, öğle yemeği için ne kadar zaman ayırdıklarını filan sorduğunda, aslında şu sorunun peşine düşmüşlerdir: “Acaba o da mı benim kadar deli mi?” Benim bu sorunun cevabını duymaya ihtiyacım yok.

Yok, doğru, çünkü Philip Roth epeyce deli zaten. Gelin yukarıda andığımız söyleşiden otuz üç yıl sonra Trump hakkında söylediklerine bakalım isterseniz: 1933 yılında doğdum, Roosevelt’in başkan seçildiği yıl. Ben on iki yaşıma gelene kadar başkan oydu. O günden itibaren “Roosevelt Demokratı” oldum. Richard Nixon ve George W. Bush’un başkanlığı boyunca bir vatandaş olarak yaşayabileceğim bütün endişeleri duydum. Ancak, her ne kadar onların karakter ve zekâ açısından sınırlı olduklarını düşünsem de, ikisi de insanlıktan yoksunluk bakımından Trump’la boy ölçüşemezdi. Trump yönetişimden, tarihten, bilimden, felsefeden ve sanattan bihaber, incelikleri ya da küçük farkları tanımak ya da ifade etmekte başarısız, edep nedir bilmez ve yetmiş yedi kelimelik, İngilizce değil de “Denyoca” olarak adlandırılması daha doğru olacak bir kelime dağarcığına sahip.

***

Salâh Bey Sözlüğü (3): edebiyat bozuğu

Edebiyat bozuğu’yla ilgili daha evvel yazmıştım (Bakınız: Edebiyat Bozukları). Ve fakat, madem ki alçakgönüllüce de olsa bir Salâh Birsel sözlüğüne giriştik, tekrarlamakta fayda var. Hem böylece, Salâh Bey’in bu sözcükleri kendisinin uydurmadığı, eski yazarlardan el alarak bu sözcükleri ortalığa döktüğüne dair iddiası da desteklenmiş olacak. Çünkü şöyle yazmış Salâh Bey Yaşlılık Günlüğü’nün 24 Temmuz 1983 tarihli yaprağına: “Biz tuhaf bir ulusuz: şair sever, şiir sevmeyiz. Yazdıkları şiir mi, değil mi bakmadan, nüfus kütüğünde ne kadar erkek varsa –kadınlar değil– topunu alıp başımıza şair-i mahir diye oturturuz. Oysa yazın alanında böylesi hoppalıklara, böylesi şaklavaklıklara yer verilmemelidir. Yazın alanında her şey acımasızlık üzerine kesilmiştir. Orda kimse, kimsenin gözyaşını umurlamaz. Kimse çırnık şiirlere güzel demeye yanaşmaz. Bitli bir şairin başına taç oturtmaya ise kimsecikler yeltenmez. Fransızlar bu konuda çok taş yüreklidir. Billahlı, fillahlı yazarları bile hemen alaşağı ederler. Bu yüzden sözlüklerini kötü şair, mıymırık yazar anlamına gelen sözcüklerle doldurmuşlardır. Onlara göre kaşığın sapını ortalayamamış sanatçının adı râté’dir. Bunun karşılığını bizim sözlüklerde ararsanız bulamazsınız. Mehmet Akif bir zamanlar bu sözcük yerine edebiyat bozuğu sözünü ortaya atmışsa da onu benden başkası kullanmamıştır.”

52cbc-rate

Haydaa! İki gözüm Salâh Birsel, “rate sözcüğünün karşılığını bizim sözlüklerde ararsanız bulamazsınız” diye fıslıyor. Halbuki TDK Sözlüğünde var. Nedir, edebiyat bozuğu daha yakışıklı, daha oturaklı bence.

17.Ekim.17

2002 yılında geldim Ankara’ya, demek 15 yıl olmuş. Bu süre içerisinde, birkaç tiyatro sahnesi ve sinema salonun kapandığına şahit oldum. Bir tanesi Yeni Sahne’dir. Sakarya’daydı Yeni Sahne; aklınızda hiç yokken, Sakarya’nın bira kokulu güzelim sokaklarında dolaşırken rastgele girip bir oyun izleyebilirdiniz. Yeni Sahne’nin olduğu zamanlardan daha fazla sahne olabilir şimdilerde, benim meramım başka: Tiyatro sahnelerinin, sinema salonlarının, sanat merkezlerinin ayakaltında ve merkezi yerlerde olması gerekir.

Sinema salonlarına gelince… Şu anda Ankara’da (netten baktım) 30 civarında sinema var. Nedir, bu sinemaların kahir ekseriyeti alışveriş merkezi denen ucube mekanların içinde yer alıyor. Bu kadar sene içinde üç kere gittiğim için (Hobbit’i izlemek için katlandımdı) biliyorum; alışveriş merkezi içindeki sinemaların konforu, bağımsız olanlara göre daha iyi. İyi de seyirciler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Gürültücü, film seyretmeye değil de patlamış mısır yemeye gelmiş tiplerle dolu. Netice itibariyle, şu anda benim bildiğim üç-dört sinema var, AVM’lerin içinde olmayan.

280dc-bergama2bhal25c425b12b2

Tunalı’daki Kavaklıdere Sineması, Atatürk Bulvarı üzerinde şimdilerde bir harabe gibi duran Bergama Halı’nın yanındaki Batı Sineması ve artık konser mekanı (Jolly Joker) olarak işlev gören Ankapol Sineması ve Megapol Sineması önceden gittiğim ve kapanan sinemalar.

Şimdi ne var elimizde? Benim bildiklerim: Büyülüfener Kızılay (ve Bahçelievler), Kızılırmak ve Metropol. Yalnızca dört tane. Tabii herkes istediği sinemaya gider ve fakat ben derim ki, AVM’lerin sağlıksız ve gayrı estetik ortamında film izlemek zorunda kalmak istemiyorsanız eğer, bu saydıklarıma gidiniz.

18.Ekim.17

Haneke’nin, adı masaj salonlarıyla ilgili sakillikleri çağrıştıran son filmi Mutlu Son benim daha önce izlediğim Haneke filmlerine hem çok benziyor hem de benzemiyor. Benziyor: Aynı karamsar (gerçekçi de denebilir) ton, kapitalizm ve burjuva eleştirisi, insanın karanlık (yani doğal) yanlarının ortaya serilmesi. Benzemiyor: Bir mizah (humour mu demeli) tonu da var bu sefer. Mutlu bir son olamayacağını imleyen adı bile, daha en baştan bir ironiyi barındırıyor. Özellikle büyükbabanın ve büyükbabayla torunun olduğu sahneler güldürüyor (acı ya da tatlı, güldürüyor işte). Büyükbabayı canlandıran, Haneke’nin bir önceki filmi Amour’dan da bildiğimiz Jean-Louis Trintignant’ın torununa, hasta olan karısını boğduğunu anlatması (acı yok, pişmanlık yok), hoppala kör gözüm parmağına, yönetmenin kendine yaptığı bir gönderme olarak da göz kırpıyor. Hiç Haneke izlemediyseniz, soft bir başlangıç olabilir, iyi olur. Yok izlediyseniz, zaten sorun yok.

41dec-0000000567015-1

Ve işte Columbus! Bu kitabı tavsiye eden arkadaşıma bir şeyler ısmarlamalıyım. Çünkü Hoşça Kal, Columbus ve Beş Öykü’deki altı öykü çok iyi. Hele Yahudilerin Dinden Dönüşü adlı öykü, benim en iyi öyküler listeme üst sıralardan giriş yaptı bile. Bir Yahudi çocuğun, kendisine sunulan dini bilgilerde gördüğü çelişkileri dile getirmesi üzerine hem hahamdan hem annesinden şiddet görmesi etrafında gelişen bu öyküde, küçük Oscar ortalığı birbirine katıyor. Öykü bir teolojik sorgulamayı ya da eleştiriyi de barındırıyor ancak bu öykünün diliyle, sadece öykünün yapabileceği bir incelikle yapılıyor. Öyküyü bitirdiğinizde on birinci emir kuvvetinde bir cümle gümbürdüyor zihninizde: Tanrı yüzünden kimseye vurmayacaksın!

Tıpkı Saroyan’da olduğu gibi, “eski memleket” lafı çok geçiyor Roth’un öykülerinde. Bu, yeni dünyaya göçen azınlıkların çoğunlukla bir harikalar diyarı olarak andıkları ve öyle hatırladıkları memleketleridir. Saroyan’ın yeni dünyaya yeni göçmüş yaşlı karakterleri gibi, Philip Roth’unkiler de ya çok az İngilizce bilirler ya da konuşmalarının arasına Yidiş sözcükler katmadan duramazlar.

Yalnız andığım öyküde değil, Roth’un neredeyse bütün öykülerinde Yahudilik teması var. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla Roth’un diğer kitaplarında da çokça ele aldığı başlıca konulardan biri bu. Öyle ki, Roth’un 2011’de Uluslararası Man Booker Ödülünü alması sırasında işte tam da bu nedenle, yazarımız aynı konuları yazıp yazıp durur diye, kopmuş pandomima. Jüri triosundan Carmen Callil ablamız, “Adım, bu Philip Roth denen herifle birlikte anılsın istemem” nevinden bir söylev çekip jüriden emekli olmuş. (Darısı bizim ödül jürilerinin demirbaşı haline gelmiş, koltuklarına yapışmış haldeki büyük adamların başına). İyi de bu abla neden bu kadar coşmuş, kimbilir kaç yıldır nemalandığı o jüriden ayrılacak kadar rahatız eden neymiş onu? Hele bir dinleyelim: “Roth hemen her kitabında aynı konuları yazıp duran biri. Sanki suratınızın ortasına çökmüş ve nefes aldırmıyormuş gibi bir his.”

Bu ödül işleri çetrefil işler. Benim kafam pek basmaz. Nedir, Columbus’un iyi bir öykü kitabı olduğuna, aylak bir okur ve avare bir yazar olarak, kalıbımı basarım. İyi mi dedim ben? Çok iyi, çok çok iyi.

Hamiş: Kitabın çevirisi de çok iyi; birkaç cümle ya da sözcük dışında, çeviri okuduğumu unuttum ben. Ülkü Tamer ve Deniz Koç’a bin tebrik ve teşekkür. Çok yaşasınlar!

Hamiş 2: Tesadüfe bakın ki yukarıda adı geçen Oates de şöyle buyurmuş bir yazısında: Çağdaşlarımıza benzemeyen Saul Bellow, Philip Roth ve John Updike gibi yazarlar genelde bildik konulara dönerek bıkıp yorulmadan hevesle geçmişlerini, yaşamlarını “öz” kavramının büyüsüne kapılmışçasına yeniden düşleyerek başarı kazandılar.

Demek ki neymiş? Hep aynı şeyi yazıyor bu herif gibi bir argüman, bir başkasına göre “başarının” sırrı da olabiliyormuş.

Onur Çalı