31.Ekim.17
John Berger’in demesiyle “dünyanın vicdanı” Eduardo Galeano’nun yeni kitabı yayımlandı: Hikâye Avcısı (Çeviren Süleyman Doğru). Galeano’nun ölümünden önce üzerinde çalıştığı, yayımlanma aşamasına getirdiği son kitabı. Her zamanki Galeano işte, kendine has üslubuyla tarih yazmaya devam ediyor, öldükten sonra bile. Galeano’nun metinlerinin türüne ilişkin en güzel tanımlamayı, benim bildiğim, kısa öykücü Zeynep Sönmez yapmıştı. Zeynep bu tanımlamayı Galeano’nun “Ve Günler Yürümeye Başladı”sı için yapmıştı ama bana sorarsanız birçok Galeano metni için geçerlidir bu tanım: “Ve Günler Yürümeye Başladı”, bir takvim formatında yazılmış. Yılın her gününe bir kısa öykü düşüyor. Bu kısa metinlere öykü demek ne kadar doğru olur bilemiyorum, deneme olarak adlandırmak da yanlış olabilir; gelin şöyle diyelim: gerçek-öykü.
Galeano, “Kucaklaşmanın Kitabı”ndaki (Çeviren Nihal Yeğinobalı) bir gerçek-öyküsünde mitos’un ve aslında dinlerin en canti tarifini yapıyordu: Paysandu evlerinin ocakları başında Mellado Iturria, dünyada olup bitenleri anlatıyor. Bir zamanlar olmuş bitmiş şeylerdi bunlar ya da neredeyse olmuş ya da hiç olmamış; ama bunların özellikleri şudur ki her anlatılışlarında yeniden olurlar.
Galeano’nun dinler için aktardığı bu açıklama aslında insanoğlunun kadim zamanlardan beri tiryakisi olduğu hikaye anlatıcılığı için de, neden olmasın, söylenebilir. Eller Mağarası’na el izlerini basarak hikaye yazan atalarımızdan beri, insanoğlunun hikaye anlatma ihtiyacı sürmektedir. Elbette çağlar içinde insanoğlunun hikaye anlatma formları evrilmiştir. Nedir, mağaraya el izinizi bırakmakla dijital hikayeler yazmak arasında, işin özü itibariyle bir fark yoktur. Aynı ihtiyacın farklı dışavurumlarıdır yalnızca.
Galeano, bu son kitabında, daha kitabının başında hikaye anlatıcılığına dair şunu söylüyor, sanki daha en baştan maksadını söylüyor okura:
Rüzgâr martıların izini siler.
Yağmur insanın ayak izlerini siler.
Güneş zamanın izini siler.
Öykü anlatıcıları yitik hatıranın, aşkın ve acının görünmeyen ama hiç silinmeyen izini arar.
Ve kimlerin izini sürdüğünü yine onun ağzından aktaralım: “Zamanın ve haritaların sınırlarının çok ötesinde adalet ve güzellik peşinde koşan kadınları ve erkekleri bulmaya çalıştım ve hâlâ da bulmaya çalışıyorum, çünkü nerede doğmuş olurlarsa olsunlar ve ne zaman yaşamış olurlarsa olsunlar onlar benim vatandaşlarım ve çağdaşlarım.”
Galeano işte tam da bu yüzden dünyanın vicdanı.
***
Salâh Bey Sözlüğü (5): rafadan delikanlı
Genç, yeni yetme anlamlarına gelen rafadan delikanlı’yı Bir Zavallı Sarı Atkitabına ismini veren denemesinde, Charlie Parker için kullanır Salâh Birsel: “Çaldığı parçaların dokunaklı bir tınlılığı da vardır. Ses perdeleri ise tertemizdir. Delikanlının çalaklığına ise diyecek yoktur. Bütün bunlar yepyeni bir çalış biçimini, gıcır gıcır bir üslûbu haber veriyordur. Bu rafadan delikanlı, bizim yukardan beri kendisine yeşil ışık yaktığımız Charlie Parker’den başkası değildir.”
1.Kasım.17
Geçmiş Gazete diye bir internet sitesi var. Gün gün de bakabiliyorsunuz haberlere, konu başlığı seçerek de. İşte 1 Mayıs 1929 tarihli Akşam gazetesinden bir haber: Eylül muharriri Rauf beyin fikirleri.
Anlaşıldığı üzere, Mehmet Rauf ile bir mülakat yapmışlar. Söyleşi şöyle açılıyor: Eylül muharriri başının altındaki yastığı düzelttikten sonra: Çok hastaydım efendim, dedi, şimdi de hastayım ya… Anketimizi okuyorum, hem lezzetle… Sıra bana geldi demek kiiiiii… Sorunuz bakalım…
Sonra sorular başlıyor. Mülakatı yapan kişi soruyor: “Bu günkü yazıcılar arasında en çok beğendiğiniz kimdir efendim…”
Cevap çok samimi, çekinme yok Eylül muharririnde: “Reşat Nuri bey iyi.. Lâkin söylenildiği kadar değil.. Halk romancısı, muallim, muallime ve mektepli romancısı.. (…) Burhan Cahit Bey de fena değil, lâkin bazı romanlarını hiç lüzumu olmadığı halde sahife doldurmak için çok uzatmış… Mahmut Yesari gayet iyidir, lâkin son zamanlarda işi gazeteciliğe vurdu.”
Bugünkü günde böyle bir yorum, açıklama, yazı gördünüz mü siz hiç? Ben görmedim. Ne “ustalar” ne de “gençler” bu kadar dobra değil, değiliz.
6.Kasım.17
Ian McEwan’ın yeni romanı Fındık Kabuğu’nu (Çeviren İlknur Özdemir) okudum. Üstat, farklı bir şey denemiş bu sefer; bir polisiye hikayeyi, Hamletvari bir olayı, annesinin karnındaki doğmamış bebenin ağzından anlatmış.
Bir mülakatından edindiğim bilgiye göre, Ian McEwan, eşi (üçüncü eşiymiş bu arada ama konumuzla alakası yok) Annalena’ya “Hatun, kitap yayımlanınca yurtdışına, uzaklara kaçmak zorunda kalabilirim” demiş. Öylesine olumsuz bir tepki bekliyormuş üstat. Ve fakat üzerinde düşündükçe ısınmış. İlk cümleyi yazdıktan sonra da kaptırmış gitmiş zaten. Ziyadesiyle eğlenmiş romanı yazarken. Kendi demesine göre, toplumsal gerçekçiliğe bir biçimde bağlı olduğundan, daha önceki romanlarında araştırma yapmak durumunda kalmış. O yüzden, bu eğlenceli Hamlet romanını yazarken bir nevi tatildeymiş gibi hissetmiş. Çünkü bu sefer hiç araştırma yapması gerekmemiş. Hatırlayalım: Cumartesi romanında anlatıcı bir beyin cerrahı olduğu için bolca ve ayrıntılı (bazen biz fani okurlar için bıktırıcı derecede) ameliyat sahneleri mevcuttu. Yine Çocuk Yasası’nda, yazarın tıp, hukuk ve teoloji alanında sıkı araştırma yaptığını faş eden ayrıntılar vardı. Fındık Kabuğu’nda ise, araştırmadan ziyade hayal gücü ön planda. Anasının karnından henüz çıkmış Hamlet’imizin şu tiradını başka neye yorabiliriz ki, elbette yazarın pür hayal gücüne: “Nasıl da merakla, tahminde bulunarak mavi bir banyo havlusunun pütürlü yüzeyine bakıyorum. Mavi. Hep biliyordum, en azından kelime olarak, mavinin ne anlama geldiğini hep anlamıştım -deniz, gökyüzü, lapis lazuli, yılan otu- hepsi de soyut kavramlar. Şimdi nihayet elimde, ona sahibim, o da bana sahip. Muhteşem, böylesini umut edememiştim. Bu sadece bir başlangıç, renk tayfının çivit mavisi ucunda.”
7.Kasım.17
İki sağlam referansla okumaya başladım Yalnızlığın On Bir Hali’ni (Çeviren Yasemin Akbaş). İlki, kitabın Yüz Kitap etiketini taşımasıydı; ikincisi ise kitabın arka kapağında yer alan Kurt Vonnegut’un şu cümlesiydi: “Bir Amerikalı tarafından yazılmış en iyi öykü kitabı.” Gerçi bu tartışmalı bir övgü. Çünkü ilk elden aklıma gelen Dokuz Öykü(Salinger) ve Kadınsız Erkekler(Hemingway) kitaplarını da Amerikalı yazarlar yazmıştı. Kitabı okumaya başladıktan sonra (şu ana kadar yalnızlığın beş halini okudum) Kurt Vonnegut’un övgüsünün çok da (belki biraz olabilir ama çok değil) abartılı olduğunu düşünmüyorum. Kitabın müellifi Richard Yates’in kızı Monica’yla yapılmış bir söyleşiden öğrendiğime göre Kurt abi, “Bizim kuşağın Muhteşem Gatsby’si” de demiş Yates hakkında.
Peki, ne anlatıyor Yates? Benim bu beş öyküden anladığım kadarıyla Amerikan Rüyası denilen balonun patladığı, havasının kaçtığı yerlerde gezdiriyor kaleminin ucunu. Ve fakat bununla da sınırlı değil, elbette sadece bu değil. İnsanın kendini “dışarlıklı” hissettiği durumları anlatıyor. Karakterleri, adı üstünde, yalnız. Dahil olmak istedikleri ya da halihazırda dahil oldukları topluluğa ait hissedemiyorlar kendilerini. Yine de çırpınıp duruyorlar kabul edilmek için. Yanlış anlaşılıyorlar, reddediliyorlar…
Diğer Amerikan öykücülerinde olduğu gibi diyalog kullanımı çok başarılı Yates’in. Bir de şunu hatırlamama neden oldu Yalnızlığın On Bir Hali‘ndeki öyküler: Kısa öykü dediğimiz şeyi belirleyen sayfa sayısı değil anlatma biçimi, yani üslup. En kısası 20 sayfa olan bu öyküler, gerçekten kısa öykü.
Richard Yates 1961’de yayımlanan Revolutionary Road (Hayallerin Peşinde) ile antresini yapmış edebiyat dünyasına. Bir yıl sonra da Yalnızlığın On Bir Hali yayımlanmış. Kendisiyle 1972 yılında yapılan bir söyleşiye denk geldim, söyleşi çok uzun olduğu için tamamını çevirmedim ve fakat zaman zaman o söyleşiden parçalar paylaşacağım. Sözgelimi, şöyle buyurmuş Yates: “Filmleri, romanlara bir tehdit ya da onlara rakip olarak görmüyorum. İkisi farklı sanat türleri ve ikisinin de yeri ayrı. İyi bir film izlemekten hoşlanırım. Nedir, iyi bir romanı iyi bir filme tercih ederim. (…) Ve iyi romanların –büyük romanlar diyelim– neredeyse hiç iyi filmlere dönüştürülememiş olması tuhaf doğrusu.”
Kaderin cilvesine bakın ki ilk romanı Revolutionary Road aynı adla 2008 yılında filme çekildikten sonra, ancak o zaman, değerini buluyor Yeats. Ancak o zaman kitaplarının tekrar baskıları yapılıyor ve okur nezdinde ilgi görüyor.
Bu uzun söyleşide ha babam soruyorlar Yates’e, o da hiç yüksünmeden yanıtlıyor: Post-gerçekçi denilen eserlere tahammül edemediğinden dem vuruyor mesela. Hiç çekinmiyor isim vermekten: Gençlerin Vonnegut’u, Richard Brautigan gibi bir soytarıyla aynı kefeye koymalarından hoşnutsuz olduğunu söylüyor. “Uzun yıllar boyunca Philip Roth’un çok abartıldığını düşünmüştüm ama Portnoy’un Feryadı’nı okuduktan sonra onu affettim, kazandığı milyonlarca doları da” deyiveriyor. Daha nice isim sayıyor, beğendiğini beğenmediğini söylemekten zerre çekinmiyor. Bu, elbette, etkileyici, cesur bir tavır olarak görünüyor bana. Çünkü bizim yeni yetme yazarlarımızın alayı, ancak ve ancak kendilerine faydası olacaksa anar başka yazarların adını. “Usta” denilenler de rakı masaları dışında etliye sütlüye karışmazlar pek. Gel de imrenme Yates’e. Biraz cesaret toplayıp sosyal medyada paylaştıklarını da sabahına siliveriyorlar.
Son olarak hazretin şu sözleriyle bitirelim: “(…) Neticede, iyi bir yazarın en çok ihtiyaç duyduğu şey düpedüz şanstır. İyi bir yazar olmaya çalışmak, bu çılgınca bu obsesif iş, bence, dünyadaki en çetin ve en tenha iştir muhtemelen. Hiçbirimiz ne kadar vaktimiz kaldığını bilmiyoruz ya da kalan zamanımızı kullanıp kullanamayacağımızı bilmiyoruz. Kalan zamanımızı iyi kullanabilsek bile, eserlerimizin zamanın o korkunç, merhametsiz, insafsız umursamazlığına direnip ayakta kalıp kalamayacağını bilmiyoruz.”
Evet bilmiyoruz. Bilsek daha mı iyi?
Onur Çalı