5.Kasım.17

Dünyayı şıp diye çözecek kertede değil elbette ve fakat bir gözlemim var. Daha çok iş toplantılarında karşılaştığım bir durum, elbette genellenemez ama şu: 40 yaş civarında ve üstünde olanlar bilgiye ulaşmak için arkadaşlarına güveniyorlar. Hemen telefona sarılıp bilgiyi doğrudan o güvendikleri arkadaşlarından almak eğilimindeler. 40 yaşın altında olanlar ise arkadaşlarından ziyade Google Amcaya bel bağlıyorlar. Nedir bu iki grup da tek başlarına muvaffak olamıyorlar ekseriyetle. Çünkü aranan kişi, sanıldığının aksine, o bilgiye vakıf olamayabiliyor. Google Amcanın saniyeler içinde önünüze serdiği bilgi yığını ise bilen gözler tarafından ayıklanmaya muhtaç oluyor. Sonunda bu iki grup, güçlerini birleştirip kafa kafaya verip ancak öyle muvaffak olabiliyorlar. Yani, sentez kazanıyor. Dünyayı ne Google Amca ne de bilen arkadaşlar kurtaracak; dünyayı sentez kurtaracak bayanlar baylar!

***

Pelin Batu’nun Kayıp Şeyler Divanı adlı iki dilli (aşağıda okuyacağınız metindeki “uzak bir amca” ifadesinin müsebbibi de bu olsa gerek) şiir kitabında bir minimal öyküye rastladım:

Kocam sağlıklı bir adamdı. Elma severdi, nazikti. Bir gün kalbi sorun çıkarınca meseleyi çözdüler. Ama bu arada bacağından oldu. Bana gelip sordular, bacağı ne zaman alacağım diye. Anlayacağınız, almam gerekiyormuş. Aldım ben de, ne yapacağımı bilmeden. “Onu bir mezarlığa gömdürmeniz gerek” dediler. Bunun üzerine mezarlığa doğru yola koyulduk, bacak ve ben. Bir bacak için tam parsel alman gerek dediler. “2000 ya da 3000” liraya patlar diye hesapladılar. “Bu parseli alın, kocanız da bacağını takip eder.” Uzak bir amca, bunun dinimizde sorun teşkil edebileceğini söyledi. Kocam odasında benimle çay içmeyi bekliyordu. Bacağı nereye gömeceğiz – buydu çay saati konuşmamız.

10.Kasım.17

Animasyon filmlerde hep aynı döngüyü yaşıyorum. Başta önyargılı davranıp izlemeye yanaşmıyorum. Nedir, izledikten sonra da iyi ki izlemişim diyorum. Kırmızı Kaplumbağa filminde de öyle oldu. Bir adam bir deniz kazasından sonra ıssız (daha doğrusu insansız) bir adaya düşer ve olaylar gelişir. Diyalogsuz ama bol sesli bir film Kırmızı Kaplumbağa; doğanın sesleriyle dolu. Yağmur sesi hele, çok etkileyici. Bir saatçiğinizi ayırıp izleyin derim.

7c905-kirmizi-kaplumbaga-bu-filme-ihtiyaciniz-olabilir-260909-5

İlk başlarda değilse de bir süre sonra (belki yayımlanan ilk yazınızla ya da ilk kitabınız çıktıktan sonra) yazma eylemi ve kendi yazma eyleminiz üzerine düşünmeye başlarsınız. Neden / Nasıl / Ne amaçla yazıyorum? Yazıyorum da ne oluyor? gibi sorular zihninize üşüşür. Bu gibi sorulara verdiğiniz yanıtlar zamanla değişebilir. Hatta yanıt vermeye gönüllü de olmayabilirsiniz. Farkmaz. O soruları sormadan önceki yazan kişi değilsinizdir artık; siz istemeseniz de bu soruların gölgesi, bir biçimde, yazdıklarınıza yansıyacaktır. Bu yansıma olumlu olmayabilir her zaman; soruları sordukça, cevap aradıkça kaleminiz tekleyebilir. Nedir, bu sorular kaçınılmazdır; kaçamazsınız, kurtulamazsınız.

Faruk Duman da, çok erken yaşlarda başladığı “yazı” hakkında sorular sormuş, cevaplar aramış, düşünmüş ve düşüncelerini Yazmalı Defter adıyla kitaplaştırmış. 43 kısa ve birbirine ulanan nottan oluşan tekmil bir deneme olarak da okunabilir Yazmalı Defter, 43 ayrı ve kısa deneme olarak da.

Kendisiyle Sanat Atak sitesinde yapılan söyleşide kitabın nasıl ortaya çıktığını anlatmış Faruk Duman: “Marc Augé’nin Yaşsız Zaman kitabını okuyordum; cümle olduğu gibi aklımda değil ama, yazmanın daha iyi bir ölüme hazırlık olduğunu söylüyordu. Bununla ilgili defterime bir not aldım, sonra o defter bir kitaba dönüştü. Yazmanın bir amacı var mıdır? Bununla ilgili, kesin yargılardan kaçınan, kısa kısa parçalardan oluşan bir kitap.”

Nitekim kitap, o cümleyle açılıyor: “Marc Augé, yazmak ölmek gibidir biraz, diyor. Ama daha az yalnız ölmek.”

Haydi, kitap tanıtım yazılarındaki gibi fiyakalı bir sonla bitirelim bu bahsi: Yazmalı Defter’i okuyunca, yazan bir kişi olarak daha az yalnız hissediyorsunuz kendinizi. Çünkü sizin kafanızdaki soruları başka birinin de sorduğunu, üstelik sormakla kalmayıp cevaplar aradığını görüyorsunuz.

***

Feridun Nadir Bey’in yazılarının bazılarını BirGün’de okumuştum ama kitap bütünlüğünde daha bir keyifli olmuş. Evet, Rakı Felsefesine Giriş kitabından bahsediyorum.

Kitapta anlatılan çoğu şeye aşinaymışım. Ve fakat bilmediklerim? Sözgelimi, “unutma bizi dolması” nedir, biliyor musunuz? Ben bilmiyordum. Ya “sabuh” ve “kaylule”nin ne oldukları hakkında bir tahmininiz var mı? Atatürk’ün Münir Nurettin’le neden kavga ettiğini duymuş muydunuz?

2bbeb-s-144feb425ecfb13349eb5f380271423f7e1ee091

Muhabbeti çok uzatmak iyi değildir. Feridun Nadir Bey, “Rakı nasıl içilir?” adlı bölümü “üstat” Aydın Boysan’a bırakmış, ben de öyle yapacağım:

Bardağa ya da adı kadeh ise, ona, önce rakı dökülmez, önce soğuk su sonra soğuk rakı dökülür. İyi karışma böyle sağlanır. Böylece içmeye ciddi olarak hazırlanmış kadeh, önce ağza götürülmez, burna götürülerek koklanır. Derin nefes çekilir. Daha sonra demci, arkasına yaslanarak bardağı ağzına yavaşça yaklaştırır ve önce mutlaka yarım yudum alıp hemen yutmaz. Ağzında yavaşça dolaştırıp, dişleri arasından ciğerlerine hava çeker. Amaç, mideden önce akciğerlerin de şölenden nasibini almasını sağlamaktır. Alınacak ikindi yarım yudumdan sonra arkaya yasalanarak kafa hafiften yukarı kaldırılır, bütün yudum çok yavaş ve kibarca yutulur. Yutar yutmaz da oturulan yerde, helezoni olarak yavaşça sallanılır. Bu hareketin ciddi amacı, rakının mide borusuna helezoni olarak inmesini sağlamak, yani yolunu uzatmaktır. Bu hareket, fizik kanunlarının bir gereğidir. Çünkü Bektaşilere göre, rakının bedene en çok zevk verişi, gırtlaktan mideye inişi sırasındadır. Bu yol helezoni olarak uzamalıdır ki, demcinin zevki artsın. Herkes bilir: Develerin boynu çok uzundur. Bu nedenle yolda yürüyen Bektaşi, bir deve görünce kıskanmış ve “Vay anam! Ne güzel içer bu yahu!” demiştir.

19.Kasım.17

İlhan Berk’in şu sözünü not etmişim bir yere. Arada sırada kendime hatırlatmalıyım: “Yazmak, hep yazmak isterim/ama yazmayı bilmek istemem.”

***

Edebiyat ortamının lügatinde “usta yazar” var, “genç yazar”, yani çırak var. Peki, kalfa yazar yok mu hiç? Neden kimseye kalfa yazar denmiyor? Bence var kalfa yazarlar. Neden olmasın? Usta olmaya gönül indirmeyen, avare, aylak, kendini bilen kalfa yazarlar yok mu? Var elbette. İade-i itibarları acilen verilmeli.

***

Neden mi yazıyorum? Bu soruyu çok düşünmüş, evvelce bir yazı döşenip epeyce bahane de bulmuştum. Nedir, zaman zaman değişen bir cevabı vardır bu sorunun. Bugünlerde benim nedenim şu: Hepinizden, ama hepinizden, nefret ediyorum. Ve hepinizi, ama hepinizi, çok seviyorum.

21.Kasım.17

Şavkar Altınel, dergilerde yayımlanmış yazılarından derlediği Tetikçiyi Beklerken kitabındaki (YKY, Nisan 2017) “Yazarlar ve Arkadaşlar” adlı yazısında şöyle der:

Birbirlerinin az çok dengi olan iki kalburüstü yazarın arkadaş oldukları pek görülmemiştir. Scott Fitzgeral’la Hemingway’i ele alalım. Eleştirmen Edmund Wilson için üniversite yıllarından tanıdığı Fitzgerald’ın nasıl bir yerinin olduğu açık. Duygusallığa eğilimli olduğu pek de ileri sürülemeyecek Wilson’ın, daha 45 yaşına bile gelmeden ölen eski sınıf arkadaşının yapıtlarından birini baskıya hazırlarken yazdığı “Scott, son kırıntılarını düzene sokuyorum senin bu akşam” diye başlayan şiir, edebiyata tapan iki genç adamın Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Princeton’da yaşadıkları kaybolmuş hayata yakılmış bir ağıt. Hemingway’in Fitzgerald’a ya da Fitzgerald’ın Hemingway’e böyle güçlü bir duyguyla bağlı olduğunu gösteren herhangi bir şey bulmak ise kolay değil. Bin Dokuz Yüz Yirmili yıllarda Paris’te yaşayan iki Orta Batılı olarak bir süre görüşmüş olabilirler ama gerçekten arkadaş oldukları söylenemez.

Wilson’ınki kadar güçlü bir duygudaşlık olup olmadığını bilemem aralarında, terazim yok ama Mister Altınel’in Hemingway ve Fitzgerald hakkındaki “bir süre görüşmüş olabilirler ama gerçekten arkadaş oldukları söylenemez” ifadesi su götürür.

Neden mi su götürür? Bakınız: Hemingway’in Paris yıllarını (1921-26) anlattığı Paris Bir Şenliktir kitabı. Bu kitaptan, Hemingway’le Fitzgerald’ın ilişkisinin, Bay Altınel’in sandığından biraz daha fazla, -sanki- biraz daha güçlü olduğunu anlayabiliyoruz.

Bu ikilinin arkadaşlıkları üzerine kitap bile yazılmış. İnişli çıkışlı, içinde bolca kıskançlık, bolca içki, bolca Zelda ve hatta “penis boyu” gibi mahrem meselelerin de olduğu bir arkadaşlık bu. En azından Paris Bir Şenliktir‘e bakınca böyle.

4b4fb-timeline-of-ernest-hemingway2

Ama Hemingway’in şu sözü bile Bay Altınel’in savını çürütmeye yeter sanırım: “Onu ayık olarak çok ender görürdüm, ama ayık olduğu zaman oldum olası tatlıydı: yine nükteler yapar, bazen kendisini bile maytaba alırdı. Gelgelelim, kafayı tuttuğu zamanlar genellikle gelip beni bulur, esrik kafasıyle işime karışmaktan zevk alırdı; aynı Zelda’nın onun işine karışmaktan zevk alması gibi. Bu durum yıllarca sürdü, ne var ki yine yıllarca, ayık olduğu zamanki Scott’tan daha gerçek bir dostum olmadı. (PBŞ, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım Ağustos 1975, sayfa 199-200, Çeviren: Saydam Özel)

Meseleyi kapatayım diyorum ama çok enteresan, insanın aklını çeliyor. Hem’in (dostları ona ya böyle ya da Papa diye sesleniyormuş), Fitzgerald’a yazdığı 1 Temmuz 1925 tarihli mektuba rastladım nette. Mektup yazıldığında Hemingway İspanya’da imiş, Ernest diye imzaladığı mektubun bir kısmında şöyle yazmış “Scott”a, Türkçe söylemeye çalışayım: “Cenneti nasıl düşlerdin merak ediyorum — Zengin monogamistlerle (tek eşlilerle) dolu güzel bir yer olurdu herhalde. Tekmil güçlü ve iyi aile çocukları, hepsi ölümüne içiyorlar. Ve senin için cehennem muhtemelen, içki alemleri düzenleyemeyecek denli fakir poligamistlerle (çok eşlilerle) dolu çirkin bir yer olurdu.

Benim için cennet; en ön sıradan iki koltuğa kurulup boğa güreşi izlediğim büyük bir arena, benden başka kimsenin avlanmasına izin verilmediği bir alabalık akını ve şehirde iki güzel ev olurdu. Bu evlerden birinde karım ve çocuklarımla, tek eşli bir hayat sürerdim, onları gerçekten severdim. Diğer evin 9 ayrı katında dokuz güzel metresim olurdu…”

29a17-zelda-f-scott-fitzgerald-portrait_horiz

Mektubun devamında da Hemingway, tekeşlilik konusunda “takılmaya” devam ediyor Fitzgerald’a. Bunun nedenini de, yanılmıyorsam, yine Paris Bir Şenliktir’de aramalı: Yukarıda değinip geçtiğim penis muhabbetinde. Hemingway’in demesine göre bir gün Fitzgerald Hemingway’e gelir ve Zelda’dan başka bir kadınla yatmadığını söyler. Zelda ise, çirkinleşmeden nasıl anlatmalı, Scott’unkinin “küçük” olduğunu ve bu nedenle hiçbir kadını mutlu edemeyeceğini söylemektedir. İşte bunun üzerine Hemingway’in bürosuna gidilir, ölçümler yapılır. Hemingway, morali düzelsin diye Louvre müzesindeki heykellere bakmaya bile götürür Scott’ı. Burada bırakalım en iyisi; bütün bunların edebiyatla zerrece alakası yok zaten.

Sorumuz baki kalsın yine de: İki yazar dost olabilir mi? Sade böyük yazarlar değil, rate‘ler edebiyat bozuğu yazarlar da dost olabilir mi?

(Uyarı: Birbirini övüp durmayı  dostluk olarak almıyoruz elbette.)

22.Kasım.17

Sanatta her zaman olmaz ama bazen bir yönetmen oyuncusunu bulur, bir müzisyen şairini; öyle bir kimya oluşur ki aralarında, en güzel işleri, birlikte yaptıkları işler olur o saatten sonra. Yavuz Turgul ve Şener Şen de böylesi bir muhteşem ikili. Nedir, hay allah, bu ikilinin son buluşması olan Yol Ayrımı için çok olumlu konuşamayacağım. Karton karakterle dolu bir hikaye. Aksayan bir kurgu ve senaryo. Başta Rutkay Aziz olmak üzere oyuncu seçimindeki hatalar. Olmasaydı sonunuz böyle, diyesiyim.

16658-fft99_mf9520768

Çok sıkı bir polisiye okuru muyum? Hiç de değilim. Ve fakat hiç okumuyor da değilim. Daha önce birkaç kitabını okuduğum Suphi Varım’ın Karanlıkta İki Ceset’ini okuyorum. Romanın su gibi akan polisiye hikayesi ve kurgusunun altında ise çok dilli, çok etnik gruplu, rengarenk bir şey var: Simirna. Büyük İzmir Yangınından önceki, 19. asır sonlarının, 20. asır başlarının güzelim İzmir’i. Yalnız bunun için, o İzmir’i görmek ve duymak için bile okunur Suphi Varım romanları.

Onur Çalı