24.Kasım.17
Sabahın ayazında ve karanlığında, “oto yıkama” dükkanlarında çizmelerini giymiş, ellerinde fırçalarla araba yıkayan adamları gördüm. Bir çay içmek için oturduğum pastanedeki iki garson kızın, patronun şişman ve gözlüklü ortan oğluna, henüz işe gelmemiş olan garson arkadaşlarının kasadan para çaldığını hararetle ve iştaha ile anlatmalarını gördüm. Sokak başında, 12-13 yaşlarındaki bir oğlan çocuğunun simit sattığını gördüm. Büyük adam gibi giyinmiş, kasket takmıştı; öylece duruyordu, sanki yukarıdan bir el onu az önce bu resmin içine bırakmış gibiydi. Gördüm, önündeki arabaya çarpan EGO şoförünün otobüsten hışımla inişini. Bir arkadaşıma rastladım sonra, o da işe gidiyordu benim gibi, günaydınlaştık, hal hatır sorup ayrıldık, onun uzaklaşmasını gördüm. Tırnakları uçuk pembeye boyalı bir ablanın ellerini silkeler gibi sallayarak kendi kendine konuştuğunu gördüm. Köpeklerini sabah gezintisine çıkarmış uyku mahmuru insanlar gördüm. Bir resmi binanın önünde nöbet tutan polisin, telefondaki arkadaşına iddaa’dan nasıl yattığını anlatışını gördüm. Velhasıl, sabah dolmuşa binmeyip yürüyünce çok şey görüyor insan. İyi değil ama çok şey görmek.
***
İş yerinde, bir arkadaşın çoktandır görmediğim oğluyla karşılaştık asansörde. Ben en son gördüğümde 13-14 yaşlarındaydı çocuk, şimdi 17 filan olmalı. Tabii o yaşlarda iyi büyüyor, hızlı boy atıyor, birden adamlaşıyor oğlan çocukları. Asansörde karşılaştık, amma büyümüşsün ha deyince ben, çocuk önce içinden bir küfür salladı sanırım. Çünkü suratı bir tuhaf hal aldı, ekşimsi baktı. Sonra da öyle oldu abi dedi. Eyvah! dedim içimden, ulan Onur, n’aptın? Zorlayınca hafızamı, biraz zorlayınca hatırladım, o yaşlardaki bir gence söylenecek en saçma, en anlamsız lakırdıyı etmiştim. Kendimden biliyorum, sinir olurdum bu amma büyümüşsün muhabbetine. Demek şimdi ben, yavaş yavaş (hiç anlamadan, sanki birdenbire, sanki ansızın) rol değiştirmiştim. Bütün dünya bir sahnedir, mi demişti Hacı Şekspir?
***
“İyi bir okur, kahramanların kaderini tahmin eden değil, paylaşandır.”
İsahag Uygar Eskiciyan, Metropol Ninnisi, sayfa 72
***
Bugün Türkiye için öğretmenler günü vakti. Dünyanın birçok ülkesinde farklı tarihlerde kutlanıyor. Bizimki en güzeli; öyle ya, Kasım’da aşk başkadır.
Öğretmenlerin sorunları çok. Atanamayan öğretmenler büyük bir sorun. Ve fakat kapitalizm için farklı bir şey ifade ediyor sorun ve kriz sözcükleri. Bütün sorun ve krizler, para sahipleri için kâr demek. Her zaman. Öğretmen fazlası mı var? Tüh tüh, vah vah! Gelsinler dershanelerde karın tokluğuna çalışsınlar o zaman. Ya da kadrolu öğretmen olarak alacağımıza, yarı fiyatına ücretli öğretmen olarak çalışsınlar bari… (İyi kalpli kapitalizm)
Öğretmenlik, hiçbir mesleğin olmadığı gibi, kutsal filan değil elbette. Buna inanan öğretmen de kalmamıştır sanıyorum artık. Ama önemli bir meslek. Çünkü etki alanı ve yoğunluğu fazla. Diğer mesleklerde hatayı telafi etmek bir ölçüde mümkün iken öğretmenlikte çok zor. Bütün bu karmaşa içerisinde “öğretmenlerin niteliksizliği” meselesi de var. Zaten biraz bu yüzden, biraz da saçma sapan müfredat programlarının ve eğitim politikalarının katkısıyla saçma sapan nesiller yetişmekte.
Ezcümle, anaokulundan beri okula giderim. Görece iyi okullarda okudum. Bir yüksek lisanstan atıldım, birini bitirdim. En son, geçen yıl doktoradan ayrılana kadar epeyce mektep medrese gördüm yani. Çok hocam oldu ve fakat pek azının yararını gördüm. Minnetle ve sevgiyle andığım hocalarım müstesna. Onlar iyi ki varlar, iyi ki karşılaştık.
(Öğretmen-öğrenci ilişkisinin nasıl bir iktidar alanı olduğuna dair izlenebilecek filmlerden biri, 2014 yapımı Whiplash. Film bundan ibaret değil elbette ama madem bugün öğretmenler günü, bu film de benden öğretmenlere armağan olsun…)
***
Ne zamandır Avare Çalı Sözlüğü’nü ihmal etmiştim, buyrunuz…
Memurluk: Eser miktarda çalışarak yorulma sanatı.
Dixi: “Ben lafımı ortaya koydum, daha da diyecek bi’şeyim yok, tartışma bitmiştir, eyvallah” anlamına gelen afilli ve de Latince deyim.
Öğretmenlik: Bir takım insanlara devlet tarafından (657’li öğretmenler) ya da Tanrı tarafından (İsa) verildiğine inanılan öğretme, kılavuzluk etme otoritesi.
Yazar Söyleşisi: 23 Nisan’da çocukların birkaç saatliğine kaymakamlık yapması gibi, yazarların da kısa bir süreliğine Tanrı oldukları yazı formatı, mülakat, röportaj.
Yazarların Ödül Alırkenki Mütevazılığı: Utangaç çocukların bayram harçlığı alırken takındıkları yalandan mahcup tavırların edebiyat ortamındaki karşılığı.
26.Kasım.17
Ingrid Noll’ün Aziz Dullar (Çeviren Ogün Duman, Can Yayınları, 2004) adlı romanı feminizan polisiye olarak adlandırılabilir mi? Çünkü romanın iki aziz dulu Maja ve Cora, her türlü pis işe giriyorlar ve fakat kadınlara zinhar zarar vermiyorlar. Bir kızkardeşlik ruhu dolaşıyor romanın üzerinde. Karaşın bir mizahı ve ironi anlayışı var yazarın. Diğer kitaplarını da merak ettim, bir kenara not edip yeni baskılarının yapılmasını beklemeli.
27.Kasım.17
Adalet Ağaoğlu’nun günlüğünde (Damla Damla Günler, Alkım Yayınları, 2004) kendi korkularıma rast geldim. Adalet Hanım, uzun yıllar TRT’de çalışmış, 11 Şubat 1969 Salı günü “sabaha doğru”, günlüğüne şöyle yazmış: “Herbirimiz durmadan yakınan küçük memurlarız; tozlu birer dosyaya döneceğiz. Ola ola olunacak şey bu. Kafka’yı en çok bugün düşündüm. Dehşete düştüm. Yazacaklarımı yazamadan, bağrında birkaç dilekçe, iki üç rapor, iki bordro falan saklayan tozlu bir dosya olmak; böcek olmaktan beter.”
Nitekim birkaç ay sonra da basar istifayı Adalet Hanım. Darısı bizim başımıza…
29.Kasım.17
Antonio Tabucchi’nin romanı Ufuk Çizgisi’nden kâm alamadım erenler. Kahramanımız Spino (ki bana sorarsanız çok gereksiz bir şekilde, romanın sonundaki notunda, kahramanın adının çok sevdiği filozof Spinoza’dan mülhem olabileceğini açıklıyor yazar), İtalya’nın bir liman kentinde (bu kentin Cenova olduğunu da, yine bana sorarsanız çok gereksiz bir şekilde kitabın başına eklenmiş olan, kitabın çevirmeni Münir H. Göle’nin yazısından öğreniyoruz) morgda çalışan, orta yaşlı bir adamdır. Bir gece morgdayken getirilen bir genç adamın kimliği üzerine araştırmalara girişir. Kimse öldürülmüş olan bu gencin gerçek adını bilmemekte, dahası ilgilenmemektedir. Oysa Spino, bu işten vazgeçmesini salık veren gazeteci arkadaşı Corrado’ya şöyle der: “Ama insanların ölümlerini hiçe indirgeyemezsin. Sanki iki kere ölmüş gibi olurlar.”
Spino, ölen genç adamın kimliği üzerine girdiği araştırmada, aslında kendini mi sorguluyordur? Herhalde öyle. Nedir, dediğim üzre, ben pek kâm alamadım bu okumadan.
Meltem Gürle, BirGün’de yayımlanan denemelerinin derlendiği Kırmızı Kazak kitabında okur tiplerinden bahseder. Genel izlenimlerinin yanısıra öğrencilerinden, öğrencilerinin sınav kağıtlarından da yararlanmıştır bu tipleri oluştururken. Önce Kurtlar ve Aslanlar’dan açar: Aslanlar, önlerine ne gelirse yalayıp yutarlar. (…) Aslan okuyuculuğun en fena tarafı oburluktur. Aslanlar, daha fazla hep daha fazla ister ve doymazlar bir türlü. Daima bir sonraki hamleyi merak ederek, okudukları kitaplarda, olay örgüsünün cazibesine kapılır giderler.
(Aslında Meltem hoca, daha ayrıntılı, daha mükellef ayrıntılarla anlatıyor bu okur tiplerini ama bence siz kendiniz okuyun, benim alıntılarım yalnızca bir ipucu olsun size. Söz konusu yazılar Kırmızı Kazak’ın “Okurlar, Kütüphaneler, Editörler” başlıklı son bölümünde yer alan ilk üç yazı.)
Gelelim Kurtlar’a: Kurtlar ise böyle değildir. Aslanlar gibi iştahla saldırmak yerine, önlerine gelen her kitabı önce iyice bir koklarlar ve öyle her şeyi okumaya tenezzül etmezler. Hepsinin ayrı ayrı hassasiyetleri vardır. (…) Kimi doğuştan böyledir, kimi yaşlandıkça kurtlaşır, huysuzlaşır, seçici olmaya başlar. Aslında kurtluğun yaşlanmakla ilgisi, edindiğimiz ince zevklerin bizi birer “gurme” haline getirmesinden de ziyade, şu gerçeğin kafamıza dank etmesindendir: Kısa ömrümüzün dünyadaki bütün kitapları –hatta yalnızca iyi kitapları bile– okumaya yetmeyeceğini fark ederiz ve bunu hissettiğimiz andan itibaren elimizi öyle her kitaba atamaz oluruz.
Meltem Gürle, kurtların evvelce okudukları kitaplara yeniden el atan okuyucular olduklarını da fıslar.
Bir de Çakallar vardır: Uzaktan çok farklı görünseler de şüpheci kurtlarla açgözlü aslanların ortak bir yanı vardır: İkisi de tadını çıkararak kitap okurlar. Hikâyenin sürükleyip götürdüğü zamanlar dışında pek aceleci oldukları da söylenemez. Çakal okuyucular ise diğerlerinden işte burada ayrılır. Okudukları metnin ne olduğuna pek aldırmazlar. Onlar tamamen faydacıdır. En kısa yoldan netice almak isterler. İlkokulda okuma yarışmasını kazananlar, hızlandırılmış okuma kurslarına yazılanlar, uykuda dil öğrenme programlarına katılanlar hep onların arasından çıkar. Öyle uyanıktırlar.
Meltem Gürle, birkaç okur tipini daha anar: Masalcılar ve Çakallar’ın birer alt türü olan “avcı-toplayıcılar”, “yengeçler” ve “süpürgeciler”. Nedir, biz şimdi onları da anlatırsak bu yazı iyice sıkıcı hale geleceğinden, sizi çakallığa itmiş oluruz. İstemeyiz bunu.
Kendi okur-yazarlığımı didiklerken hatırladım Meltem Gürle’nin çizdiği okur tiplerini. Yuvarlama hesapla 30 yıllık bir okurluk hayatım var, insan kendi okuma alışkanlıklarını, okurluk üslubunu geliştiriyor bir süre sonra elbette. Zaman zaman okurluğumuzun türü değişebilir. Hatta hiçbir kategoriye tamı tamına uymayan bir okurluk yaşamımız da olabilir. Olabilir de, bunları okuyup düşününce aklıma bir arkadaşım geldi. Tuhaf bir olaydı.
On beş sene kadar önce, Beytepe’de lisans okurken, bir arkadaşımın elinde Don Kişot’un çocuklar için yapılmış bir baskısını gördümdü. Bilirsiniz işte, özetin özeti, suyunun suyu gibi acayip bir kitap. Arkadaşıma Hayırdır, niye bunu okuyorsun, tam metin baskısı da var, onu okusana dediğimde bana verdiği cevapla dumur olmuştum. Arkadaşım, şuna benzer bir şey gevelemişti mealen: Ya şimdi onu kim okuyacak, çok uzun o. Ben hakkında fikrim olsun istiyorum, Don Kişot dendiğinde, az buçuk bilgim olsun istiyorum.
Peki, çaresizce soruyorum: Şimdi bu okur tipini nereye koyacağız hocam? Biraz Çakal Okur’u andırsa da tam öyle de değil sanki. Tilki Okur mu desek buna? Ya da Tavuskuşu?
Onur Çalı