Tarih ilgi alanım değil, Bulgar tarihini bilmem. Bulgar edebiyatıyla ilişkim rastlantısaldır, okuduğum Bulgar edebiyatçılar bir elin parmaklarını geçmez. Yıllar önce Eşik Cini dergisinin Bulgar edebiyatının dosya konusu edildiği bir sayısında Georgi Gospodinov’un 90’lı Yıllar adlı öyküsünü okumuştum. Bu etkileyici kısa öykü, komünizm sonrası dönemde Bulgaristan’da yaşanan yoksulluğun vardığı noktayı iç acıtıcı biçimde hissettiriyordu. Belleğime mıh gibi çakılan üç dört öyküden biridir.

Bulgar edebiyatıyla ilk karşılaşmam ise daha eskilere düşer, ortaokula gidiyordum sanırım. 12 Eylülün hemen öncesi veya akabinde Dimitir Dimov’un iki ciltlik Tütün adlı romanını evde bulmuş, eline her geçeni okuyan çocuk merakıyla yutuvermiştim bir yaz tatilinde. Daha sonra da aynı lezzeti bulabilmek umuduyla gelişigüzel okumalarla romanı hatmetmiştim adeta. Romanın kahramanlarından Pavel ve İrina hâlâ aklımdadır. 1951 yılında yayımlandığında tartışmalara sebep olup epey patırtı koparan Tütün’ün toplumcu gerçekçiliğin öncü romanlarından olduğunu ve Dimitir Dimov’un (1909-1966) sosyalist gerçekçi akımın ustaları arasında kabul edildiğini çok daha sonraları öğrenecektim. Roman İkinci Dünya Savaşı öncesindeki on yıllık zaman diliminde geçer. Dünyayı tehdit eden Nazilerin Bulgar işbirlikçileriyle ülkeye hakim olma sürecini, tütün tröstleriyle mücadele eden fabrika işçilerinin partizan direnişi örgütlemesini, bu karmaşa içinde birbiriyle ters düşen kardeşlerin, sevgililerin kişisel dramlarını, orta sınıf aydınların açmazlarını gerçekçi bir bakışla anlatır.

Gelelim “edebiyat ne işe yarar” diye edebiyatla hemhal olan herkesin zaman zaman kendisine sorduğu soruya. Edebiyat işe yarasa da yaramasa da hayatımızdaki varlığı sorgulanamaz elbette ama edebiyat bazen yalnızca öyküler aracılığıyla bile bir ulusun yüzyıllar süren tarihini, kırılma anlarını, bu olayların içinde yaşanan insanlık hallerini, pişmanlıkları, hayal kırıklıklarını, sıla hasretini, bir sözcüğün bütün bir ülkeyi içine alıp insanı kucaklayabildiğini gösterebilir. Tütün’de yaşamları pahasına tütün tröstlerine direnen fabrika işçilerine çocuk kalbinizle destek verirken komünist olmamak mümkün değildir. Yaşam akarken köprülerin altından geçen sular, soğuk savaş sonrasının dünya düzeni yaşadığınız çağı değiştirir. 1982 doğumlu Bulgar yazar Miroslav Penkov Batının Doğusu’nu yazar. Kitap on iki dile çevrilir. Yüz Kitap tarafından yayımlanır. Kübra Kelebekoğlu’nun Türkçesinden okursunuz siz de. Bulgaristan tarihinin çalkantıları Penkov’un öykülerinin zamansal mekânıdır adeta. Şunun için böyle diyorum: Öykü kişilerinin yaşadığı kişisel dramlar, öyküyü iyi bir öykü yapmak için gereken malzemeyi sağlıyor sağlamasına ama dikkat çekmek istediğim konu Penkov’un, öykülerini tarihe damga vuracak kritik değişim anlarının içine oturtarak çok katmanlı hale getirmesi. Öykü zamanları yaşadığımız yıllar ama öykü kişilerinin geri dönüşleri ve üst kurguyla neredeyse bütün Bulgar tarihine dokunuyor yazar. Tarih kitaplarından kuru kuruya bilgi devşirmeyi sevmeyen okuru Bulgaristan’ın tarihi konusunda küçük çapta bir araştırmaya heveslendirebiliyor.

Kendisi de Amerika’da bir göçmen olarak yaşayan Miroslav Penkov’un öykülerindeki genç karakterler, ülkelerindeki yoksulluktan kurtulabilmek için gözlerini batıya çevirmiştir. Gitmek zordur ama yaban ellerde tutunabilmek daha da güçtür. Lenin’i Satın Almak, Yuki’yle Bir Resim ve Devşirme adlı öyküler bu konuyu işler. Batının Doğusu’nda yer alan öykülerin hemen hepsi üzerine pek çok şey söylenebilir ama ben özellikle Haç Hırsızları’ndan söz etmek istiyorum.

Haç Hırsızları adlı öykü şu cümleyle açılır: “Memesiz bir kız kafeye fırtına gibi girip bize hükümetin düştüğünü ve bugün okul olmadığını söylüyor.” Doksanlı yılların sonlarında Avrupa’da duvarlar yıkılmakta hükümetler “çürük armutlar gibi” birbiri ardına düşmektedir. Todor Jivkov iktidardan çekilmek zorunda kalmış, Bulgar halkı yüksek enflasyonun altında ezilmektedir. Bütün bunların sonucu olarak halk yığınları sokağa dökülür. Öykü, Sofya’da parlamento binasının önündeki yüksek katılımlı bir mitingde geçer. Anlatıcı on beş yaşındaki Rado’dur. Rado ve arkadaşı Gogo ülkenin komünizmden kurtuluşunu kutlayan göstericilerin arasına karışarak yakınlardaki kiliseden altın haçı çalmayı planlarlar. Meydandaki kargaşayı Rado’nun ağzından dinleyelim:

Demokrasi yanlısı liderler kilisenin merdivenlerinde dikiliyor, içlerinden biri megafonla bir şeyler bağırıyor. Söylediklerini anlayamıyorum, anlayabildiğim tek cümlesi şu: “Zıpla, zıpla, zıplamayan Kızıl!” Etrafımızdaki herkes zıplamaya başlıyor. “Sen kızıl mısın kopçe?” diye homurdanıyor Gogo. “Komünistliği bırak da zıpla!” Ben de zıplamaya başlıyorum, daha çok ısınmak için. (Batının Doğusu, s. 157)

Çocuklar birbirlerine Kopçe diye seslenirler, bu zor koşullarda ancak her şeye muhalefet ederek yaşayabilmektedirler. İsim değiştirme de bunun simgesi gibidir. Öykü, geri dönüşlerle dönemin karmaşası içinde çocukların ailelerinden, çevrelerinden söz eder, yaşadıkları inanılmaz yoksulluğu gözler önüne serer. Babası tarafından farklı olduğuna inandırılıp parlak kariyer hedefiyle büyütülen Rado, çocukluğu boyunca “özel çocuk” olduğunu kanıtlamak için sınavdan sınava koşmuştur. Hangi yol ve yöntemle olursa olsun “yırtmak” fiilinin Bulgarların düşüncesine yerleştiği yıllar bizim de serbest piyasa ekonomisinin acımasızlığını yeni yeni hissetmeye başladığımız yıllardır.

Kimi zaman edebiyat insana büyük siyasi kararları, ekonomik tedbirleri, milliyetçiliği, dini duyarlılıkları, vicdan dediğimizin ne olup ne olmadığını sorgulatır. Batının Doğusu da edebiyatın bu gücünü hissettiren kitaplardan biri.

Aysun Kara