12.Aralık.17
Holden Caulfield, adamım benim, biraderim benim… İnsan otuz yaşına geldiğinde halen Holden’ın öfkesine sahip olsa, dünya bir nebze olsun daha güzel bir yer olabilirdi. Hakikaten.
18.Aralık.17
Susmak gerekiyordu büyük uğultuda, kalkmak, kalkılmaz
saatte, kuşların düştüğü saatte;
Konuşmak, düşen kuşları toplamak gerekiyordu.
Neden düşüyorlardı sanki geceye kavuşmadan!
Seyrek dişleriyle gülümsüyordu bizimki. Kürtçe konuşuyordu,
fıslar gibi, Frikçe konuşuyordu
şöyle böyle.
Oktay Rifat, Agamemnon II şiirinden
***
Daha önceki Dünlüklerde de adı geçmiştir, Tuna diye bir arkadaşım var, 9 yaşında (ona sorarsanız 10 yaşında). İş yerindeki arkadaşlardan birinin oğlu ama arkadaşım olan babası değil, Tuna. Geçen gün koridorda hoplaya zıplaya giderken gördüm bunu, hayırdır dedim, keyfin yerinde galiba. Süper süper, dedi. Sormama kalmadan iştahayla anlattı: Öğretmeni yıldız çizmiş defterindeki ödevine. Bir de sınavın birinden yüksek not almış. Beşlik çaktık ayaküstü, ayrıldık. Keşke daha fazla çocuk arkadaşım olsa.
Ne demiş Halim Yazıcı, çocuklara şiirler yazdığı Kuş Oyunları kitabında (şiirlere eşlik eden Azime Akbaş Yazıcı’nın resimleri de şiir gibi, bu arada):
Çocuklar inanın
Ne derlerse desinler
Su çiçeklerinden bayrak
Şiirden desenlerdiniz
Gözleriniz bu yüzden daha büyük
Dünyanın gözlerinden.
20.Aralık.17
Bazı yazar söyleşilerinde tuhaf lakırdılara rastlıyorum. “Üzerinde çalıştığım bir metin var ama öykü mü olur roman mı bilmiyorum doğrusu. Metin beni nereye götürürse öyle olacak” gibisinden ya da “Yeni kitabımın ne zaman çıkacağını bilmiyorum. Buna biraz da metnin kendisi karar verecek” türünden, gerçekten tuhaf laflar bunlar. O zaman bize de “hayırlıysa beri hayırsızsa geri olsun” demek düşüyor sanırım. Çünkü bilirsiniz: Metnin dediği olur!
***
Bir öykü antolojisi fikri geldi aklıma, evvelce yapıldı mı bilmiyorum. Anlatıcının ya da öyküdeki başka bir karakterin bir hayvana dönüştüğü, bir hayvanla hemhal olduğu öyküler… Adı da, belki, Hayvan Hayvana olabilir. Antolojiyi iki kaplumbağaya ithaf ederdim: Süleyman’a (ö. 2003) ve Yalnız George’a (ö. 2012). Peki, eğer böyle bir işe kalkışacak olsaydım, hangi yazarları, hangi öyküleri dahil ederdim antolojiye. Düşündüm taşındım, aklıma ilk gelenler şunlar oldu…
Aksolotl (Julio Cortazar): Anlatıcı, bir hayvanat bahçesinde, akvaryumların içindeki aksolotllara “takan” bir adam. Her gün gidip onları izliyor ve sonunda kendisi de bir aksolotla dönüşüyor. Öyküdeki anlatıcı kah aksolotl oluyor ve onun ağzından konuşuyor kah aksolotları izleyen adam oluyor. Ve fakat öykünün daha başında bize olacakları peşinen söylüyor: “Bir dönem aksolotlları çok fazla kafaya takmıştım. Jardin des Plantes’taki akvaryumda onları görmeye gidiyor ve onlara bakarken, hareketsizliklerini ve karanlık hareketlerini gözlemlerken saatler geçiriyordum. Şimdi ben bir aksolotlum.”
Özgür Bir Serçe Gibi (Memet Baydur): Anlatıcı bir deniz aslanına takıktır. Her Cumartesi gidip o deniz aslanını izler. Ona dönüşmez, yani Cortazar gibi izlediği hayvana, bir deniz aslanına dönüşmez ama izler onu: “Bense arada bir (her cumartesi) o bahçeye gidip deniz aslanının havuzunun kıyısına oturuyorum. Ona bakıyorum. O bana bakmıyor. Kirli bir suyun içinde yüzüyor, yüzüyor. Arada bir göz göze geldiğimizi sanıyorum. Uzaklaşmasında bir ritm var sanki. Tam bunu düşünürken yaklaşıyor. Sonra uzaklaşıyor. Sonra yaklaşıyor ve ben çocuğumu düşünüyorum orada, kirli havuzun kıyısında özgür bir serçe gibi.”
At (Baba Mukaddem): Öyküdeki anlatıcının arkadaşı bir ata dönüşür, at olur sonunda. “Uçuk benizli, iri beyaz dişli, kemikli ve uzunca yüzlü, düzgün ve biraz koyu ciltli, solgun gözlü ve utangaç bakışlı” bir çocuktur o. Arkadaşları ona “at” lakabını takarlar. Ve zamanla şakakları tümsekleşir, çenesi irileşip uzar, alnı genişler, biraz daha ileri çıkar ve sonunda bir ata dönüşür çocuk.
Bayel Ağıtçıları, Dördüncü Hikâye (Gulam Hüseyin Saedi): Bayel köyünün karakterlerini tanıdıktan sonra her biri bağımsız olarak da okunabilecek sekiz hikayeden oluşan bir roman Bayel Ağıtçıları. Romanın “Dördüncü Hikâye”sinde Meşhedi Hasan çok sevdiği, bel bağladığı ineği ölünce ineğe dönüşür. Kaybettiği ineği olmuştur artık o. Halini hatrını soran köy ahalisine şöyle der: “Ben Meşhedi Hasan değilim, ben ineğim, ben Meşhedi Hasan’ın ineğiyim.” Ve bir süre sonra işler iyice çığrından çıkar, inek gibi böğürmeye başlar Meşhedi Hasan, “durmadan yonca ve kuru ot” yer.
Bu türden öyküler var mı sizin de aklınıza gelen?
21.Aralık.17
Algıda seçicilik mi nedir, Holden’a Galeano’nun “Zamanın Ağızları” kitabında (Çeviren: Bülent Kale) da rastladım, Göl adlı metinde:
Holden Caulfield tarih dersi öğretmeninin azarlarını dinliyordu. Bu berbat vaazlardan kurtulmak için New York Central Park’taki ördekleri düşünüyordu. Kışın göl buz tuttuğunda ördekler nereye gidiyordu? Bu konu onu Mısırlılardan ve onların mumyalarından daha fazla ilgilendiriyordu.
Bunu ünlü bir romanında Salinger anlatmıştı.
Yıllar sonra, Adolfo Gilly öylesine dolaşırken, Central Park’taki göle geldi. Buz yoktu, bir sonbahar günüydü ve bir öğretmen Salinger’in bu sayfalarını yüksek sesle öğrencilerine okuyordu.
Gençler daire şeklinde oturmuş dinliyorlardı.
O zaman bir bölük ördek bütün hızlarıyla yüzerek yaklaştı. Öğretmen kendilerinden bahseden sayfaları okurken ördekler orada kıyıda kaldı.
Sonra öğretmen arkasında öğrencilerle gitti. O zaman ördekler de gitti.
Belli ki bu gerçek-öyküyü Adolfo Gilly anlatmış Galeano’ya. Adolfo Gilly’yi googleladım; Buenos Aires’li bir akademisyen ve yazarmış. Meksika tarihi üzerine kitapları varmış.
Açıklamaya hacet yok ama Galeano’nun “ünlü bir roman” dediği Çavdar Tarlasında Çocuklar. Holden bu ördek meselesini bindiği taksideki şoföre de sorar ama adam sinirlenir. Ah Holden biraderim, insanlar böyle tuhaf işte, n’aparsın! Soruları sevmezler, hele cevabını bilmedikleri soruları hiç sevmez insanlar.
***
Dile yeni girmiş bazı sözcükler, kavramlar var. Biz burada karar mercii değiliz, zaten dil de öyle etrafını dikenlerle tellerle çevireceğiniz, etrafına tuğladan duvar örebileceğiniz bir şey değil. Demem o ki, böyle durumlar var ortada. Bir demet sunalım, gördüklerimiz duyduklarımız çerçevesinde:
Duyar kasmak: Bir konuda duyarlılık sahibi olmak ama fiilin içinde sanırım bunu biraz abartmak, sahteciliğe kaçmak, duyarlıymış gibi görünmek de var.
Farkmaz: Fark etmez yerine kullanılıyor. Ben de kullanmak istiyorum aslında, neden olmasın ki?
“Onur, hangi kanalı açayım?”
“Bana farkmaz, istediğini aç birader.”
Baskı yemek/Linç yemek: Baskıya, lince maruz kalmak. Baskı yemek, futbol maçlarında spikerler de kullanılıyor. “Beşiktaş, Bayern Münih karşısında ilk yarıda çok baskı yedi” gibi.
Ölümcül: Çok güzel, harikulade, unutulmaz. Örnek cümle: “Yemek ölümcül olmuş” ya da “Yemek ölümcül güzel olmuş.”
Buna benzer “efsane” var bir de, hatta “efso”. Örnek cümle: “Abi, Sherlock’un son bölümü efsaneydi ya.” ya da “Modern Sabahlarda bu sabah yayına bağlandığının farkında olmayan adamla yaptıkları muhabbeti dinledin mi? Efsoydu yaa.”
Paylaşmak: Paylaşmak, söz gelimi yemeğini biriyle paylaşırdınız, bir dostunuzu candan dinleyerek, onu –belki biraz– teselli ederek dostunuzun derdini sıkıntısını paylaşmış olurdunuz. Bunlar tamam, bildiğimiz bunlar. Nedir, son yıllarda “paylaşmak” sosyal medya hesaplarınızda bir yazıyı, fotoğrafı yayınlamak anlamına da gelir oldu.
“Meltem Gürle’nin BirGün Pazar’daki yazısında da geçiyordu Seamus Heaney’nin o şiiri.”
“Aa öyle mi, okumadım ben, nereden bulup okurum, gazete de almadım haftasonu.”
“Ben paylaştım facebook’ta, benim sayfamdan bulup okuyabilirsin.”
“Ha, tamam.”
Googlelamak (yahut google’lamak): Bir ismi, kavramı, merak ettiğiniz herhangi bir şeyi Google arama motorunda aratmak.
Örnek diyalog: “Kendilerinden üçüncü bir şahısmış gibi adlarıyla soyadlarıyla, hatta ünvanlarıyla birlikte bahsedenler ve kendilerini sürekli googlelayanlara egomanyak diyebilir miyiz hocam?”
“Diyebiliriz hocam.”
***
Bir Film Bir(kaç) Cümle
Her: Spike Jonze’un filmi Her ülkemizde 2014 yılında vizyona girdi ve Aşk adıyla gösterildi. Ben olsam Ben İnsansız Aşklar İçin Yaratılmışım adıyla sürerdim piyasaya. Çok uzak olmayan bir gelecekte, büyük bir şehirde yaşayan, karısından yeni ayrılmış, ayrılığı henüz atlatamamış, mutsuz ve yalnız Theodore (ki hayatını sipariş üzerine mektup yazarak kazanıyordur) tek yol muhabbet diyerek yapay zekaya sahip bir işletim sistemine başvuruyor. Sesten oluşan bir kadın böylece girivermiş oluyor hayatına: Samantha. Hikayenin devamı, her ne kadar taraflardan biri sanal olsa da, klasik bir aşk hikayesi. Nedir, fazlaca uzun tutulmuş bir film. Bir yerden sonra bilim-kurguya yaslanan parlak bir fikir, enteresan bir buluş olmaktan çıkıp klasik Hollywood romantik komedilerine dönüşüveriyor. Biz yine de yiğitlerin hakkını teslim edelim: Joaquin Phoenix’i pek beğendim. Amy Adams iyi. Scarlett Johansson ise sadece sesiyle bile kotarıyor.
Kutsal Geyiğin Ölümü: Yorgos Lanthimos’un, adını bir Antik Yunan mitinden alan 2017 yapımı son filmi. Yönetmenin daha önceki filmlerini izlemiş, Lobster’ı (2015) değil ama Köpek Dişi’ni (2009) dikkate değer bulmuştum. Rahatsız ediciydi. Haneke kokusu geliyordu burnuma. Kutsal Geyiğin Ölümü üzerine, daha doğrusu mitleri de işin içine katarak film etrafında dönen bir şeyler karaladım. İlgili olanları bu tarafa alalım.
Kirazın Tadı: Abbas Kiarostami (Kiyarüstemi) abinin öyle çok filmi var ki. Mahcup olmamak için ara izliyoruz. Like Someone in Love’ı (Sevmek Gibi) sevmiştim. Benim Hüzünlü Orospularım’ın serbest bir versiyonu gibiydi. Kirazın Tadı’nda (1997) intihar etmeyi planlayan Bay Badii’nin kendisini gömecek birini aramasını izleriz. Gencecik bir Kürt askerden, Afgan bir ilahiyat öğrencisinden ve doğal tarih müzesinde kuşları tahnit ederek yaşamını kazanan Türk kökenli yaşlıca bir adamdan yardım ister Bay Badii. Mezarını hazırlamıştır. İstediği yalnızca anlaştıkları saatte gelip üzerine yirmi kürek toprak atılmasıdır. Üstelik para da verecektir, tam 200 bin toman. Filmin “meta-narrative” yani “üst-kurmaca” finaliyle “çok konuşulduğu” söyleniyor. Bilemedim. Final o kadar da önemli değil bana kalırsa. Sizce bu üç kişiden hangisi yardım etmiştir Bay Badii’ye ya da yardım eden olmuş mudur?
***
Uzun süredir müzik tavsiye etmediğimi fark ettim. Bugün Seval Şahin’in “Günün ve Güncelin Edebiyatı” programında Meltem Gürle’nin konuk olacağını öğrenince daha sabahtan açtım Açık Radyo’yu. Program keyifliydi, Seval ve Meltem hocaları dinlemek güzeldi. Ve fakat programdan sonra da kapatamadım radyoyu, akşama kadar açık kaldı. Pek güzel müzikler çalıyorlar, aralarda Can Baba’nın, Yaşar Kemal’in seslerini duyuveriyorsunuz. Haberiniz olsun istedim. 94,9 frekansından ya da şuradan dinleyebilirsiniz.
Onur Çalı