8.Ocak.18

Sparta Kralı Lykurgos, toprağı bol olsun, tuhaf bir adammış doğrusu. Kendisi, İsadan Önce 800 yılı civarlarında Sparta Kralıymış. Peki, tuhaflığı nereden geliyor Lykurgos’un? Birçok başka uygulamasının (toprağı halka eşit bölüştürme, ortak sofralarda yemek yeme ve sair) yanısıra şundan: Yönettiği toplumda lüks ve zenginlik düşkünlüğünü ortadan kaldırmak için çeşitli reformları hayata geçirmiş. Halkının gözünde paranın ve altının albenisini yıkmak istiyormuş. Bu amaçla altın ve gümüş parayı tedavülden kaldırtır Lykurgos. Yetmez, bunların yerine demirden parayı tedavüle sokar. Üstelik bu demir paraların değerini o kadar düşük tutar ki gündelik hayatta kullanılamaz hale getirir. İki bira almak istediğinizde bir at arabası dolusu para taşımak zorunda olduğunuzu düşünün. Öyle bir duruma getirmiş işleri. Toprağı bol olsun, ömrü vefa etseydi de bugünkü cisimsiz, hacimsiz sanal paraları, bitcoin’i filan görseydi kalp krizinden giderdi herhalde Lykurgos.

***

Salâh Bey Sözlüğü (8) : cavalacivoz

Salâh Birsel, Henry Miller’ı ele aldığı Porno Pornoya Karşı adlı denemesinde (Kediler kitabı içinde) kullanır cavalacivoz sözcüğünü. Sözlüklerde cavalacoz olarak geçen bu sözcük “değersiz, önemsiz, derme çatma” anlamlarına gelen argo bir sözcüktür. Salâh Bey’i ustası kabul eden Hulki Aktunç’un demesine göre “Argo, dilin gizli örgütüdür. Gizliliği açığa çıkınca argoluğu da sona erer.” Bu yüzden midir acaba, faş olmamak için, gizliliğine halel gelmesin diye mi iki gözüm Salâh Bey’in bu sözcüğü deforme etmesi. Bilinmez. Biz yukarıda andığımız denemedeki ilgili bölümü buraya koyup boyumuzdan büyük işlerin altında kalıp ezilmeden tüyelim: “Bizimkini bu tiyatroya ilk götüren anasıyla babası olmuştur. O gün Tom Amcanın Kulübesi oynuyordur. Oyun küçük Henry’ye bir şey dememişse de, annesi, bütün oyun boyunca höngür de höngür ağlamıştır. (…) Küçük Henry’nin ilgisini çeken ilk oyun ise Sevmek, İçmek ve Şarkı Söylemek olur. Cavalacivoz bir rövüdür bu. Sadece şifa bulmaz ahmakların kadına, içkiye ve şarkılara arka döndüğü sakızını çiğniyordur.” (Kediler, Bağlam Yayınları, sayfa 6)

11.Ocak.18

Neden her şey başka türlü değil de böyle? Bu açıdan düşününce her şey (ama her şey) çok tuhaf geliyor zaten. Ve fakat bazen de gerçekten tuhaf insanlara, durumlara rastlamış buluyorum kendimi. Birkaç kez geldi başıma.

Bu seferki tuhaflığı, işle ilgili toplantıya gittiğim bir kurumdaki çaycı arkadaşla yaşadık. Birkaç keredir gidip geldiğim bir yer olduğu için göz aşinalığımız var ama sohbetimiz, bırak sohbeti, merhabamız bile yok. Sessiz baş selamlarından öte bir samimiyetimiz yok bu çaycı arkadaşla. Toplantı sırasında odaya girdi, elindeki tepside üç beş bardak çay, üç beş bardak da kahve vardı (evet fincan değil, bardak). Herkese sorarak (Çay mı alırsınız, kahve mi?) bana kadar geldi. Ben, elbette, “çay lütfen” dedim. Bir şey söyledi, mırıldandı daha doğrusu. Toplantıyı takip ediyordum, tam anlayamadım. “Efendim?” çektim. “Tabii çay, çay iç, şiir oku” diyerek göz kırptı. Anladım ki en iyisi susmak, olayı bir an önce unutmaktı. Öyle yaptım.

15.Ocak.18

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi (2011) romanında adamımız Cemil’in üst katında oturan babaannesini ziyarete gelen Berkan, bir süre sonra Cemillere de gelip gitmeye başlar. Aralarında arkadaşlığa benzer bir ilişki doğar. Bir yaz günü Berkan yine uğrar Cemil’e, sohbet ederler. Berkan bir kıza aşık olduğundan açar. Berkan’ın “çok ilginç aslında!” diyerek anlatmaya giriştiği, Berkan’la Şeyda’nın (kızın adı budur) aynı gece aynı rüyayı gördüklerini fark etmeleriyle başlayan bir aşk hikayesidir.

Cemil ise Şeyda’yı ilk gördüğünde şöyle düşünür: “Böyle bir kızın rüyasında kaplan görmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündü. Onun rüyasına giren kaplan vahşi ve erotikti, bir atılışta kendisini görene dönüşmeye hazırdı. Berkan’ın gördüğü kaplansa büyük ihtimalle desenli battaniyelerin kaplanıydı.” (SİM, s. 107)

***

Dostum Ercan y Yılmaz’ın yoğun tavsiyesi sonucu izlediğim On Body and Soul (Beden ve Ruh, 2017) filminde ise gerçekten de aynı rüyayı görür Endre ile Maria: Geyik olduklarını. Ve tek gecelik bir şey değildir bu, bir süre aynı rüyaları görmeye devam ederler. Rüyalarında dişi ve erkek geyik olarak başka bir yaşamları var gibidir. Bir sabah, Endre Maria’ya “dün gece neden kaçtın benden?” der mesela. Rüyalarda Buluşuruz şarkısının Macarcası gibi bir film anlayacağınız. Macar yönetmen Ildiko Enyedi’nin bu güzelim filmi, 2017 yılında Berlin Film Festivali’nde büyük ödül olan Altın Ayı’yı almış.

İyi, güzel diyorsun da nasıl bir film bu? İzleyelim mi biz de? diye soracak olursanız, muhakkak izleyin derim. Aşk hikayesi denince Hollywood’un bayat klişelerle dolu romantik komedilerini (ya da bizdeki melodram bombası) filmleri anlıyorsanız, film en azından bu algınızın değişmesine katkı sunacaktır. Hikaye güzel, görüntü yönetmenliği iyi, müzik ve sair. Daha ne olsun!

(Maria’yı canlandıran başrol oyuncusu Alexandra Borbély’yi izlerken bizim Görkem Yeltan’ı izlemiş gibi oldum, zaman zaman Aylin Aslım’a da çalan bir Görkem Yeltan’ı…)

18.Ocak.18

Latif Sözcükler (Sanki Latif Olmayanı Varmış Gibi): Müstesna, müşterek, müşerref, mihenk, nirengi, nahiye, nahoş, ortakçı, pot, resif, rahle, mümbit, gümrah, kısık (çok dar sokak anlamındaki), hissiyat, mizaç, sarsak, karabaş-kefal (Yusuf Atılgan’ın Tutku öyküsünde geçer, yere atılan izmarit demektir, bunları toplayıp içenler olur. Kefal de denir karabaşa, yarım içilip atılmış bu izmaritleri yerden almaya kefal toplamak da denir), leyli meccani, hücceten (fücceten), miad, niyaz, özgeci, diğerkam, eşkal, muadil, mendebur, özgün, değirmi, yalım, vakanüvis, zembil, velense, sergen, kenef, tayf, gasyan etmek, zeytin, adap, hassaten, huruç.

***

Çok küçük bir azınlık müstesna, herkes ama herkes telefonunla aşk yaşıyor. Sürekli onunla konuşuyorlar, ona dokunuyorlar, ekranına bakıp gülümsüyorlar, gözlerini ondan ayırmıyorlar… Uzaylılar gelseler ve insanların telefonlarıyla ilişkilerini gözlemleseler, varacakları sonuç şu olurdu: “Dünya’da herkes elinde taşıdığı küçük bir aletle aşk yaşıyor. Yattıklarında bile başuçlarından ayırmıyorlar, sabah onunla uyanıp gece onunla uyuyorlar. Gün içinde de ceplerinde taşıyorlar sevgililerini. Hatta türküsünü bile yapmışlar: Adam cebinde taşır, senin gibi gelini…

***

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi Cemil şöyle der: “Üniversitede öğrenciyken, baskısı bulunmayan Bodur Minareden Öte‘yi art arda iki gün Milli Kütüphane’ye gidip okurken istediği neydi? Upuzun okuma masalarının muntazam bir şekilde sıralandığı o yüksek tavanlı, kahverengi halı kaplı salonda, güneş dar pencereden girip tam da kitabın üzerine vururken ilk gün altı öykü okumuştu. İkinci gün kalan öyküleri okumaya giderken en azından o an için ne istediğini biliyordu: Bir Yusuf Atılgan kahramanı olmak istiyordu.” (SİM, s. 51)

8df96-page_yusuf-atilganin-34kacissiz34-dunyasindaki-israrli-tekrarlar-ne-anlatir_889798260

Tamam ama hangi Yusuf Atılgan kahramanı? Evdeki kız mı yoksa Tutku’daki Boncuk Osman mı? Çıkılmayan’daki isimsiz yağmacı mı yoksa Saatlerin Tıkırtısı’ndaki “saatçı” mı? Efendiler, hanımefendiler benim tercihim daha eğlenceli bir tipten yana: “Korkut’a Masal”daki Arnavut Mustafa. Bu öykü (masal? çocuk öyküsü?) adeta köyde yaşayan enteresan karakterlerin resmi geçidi gibidir. Hemen hemen bütün tipler tanıdık geldi bana, bende karşılıkları olan tipler ama en çok Arnavut Mustafa: Bu kısa boylu, yaşlıca adam yıllar önce bir yaz günü harmandan buğday çuvallarını arabaya yükleyip eve getirdiğinde, karısı “bunlar benim tarladan mı?” diye sorduğu için artık karısının tarlalarını işlemeyen Arnavut Mustafa’ydı.(Yusuf Atılgan, Bütün Öyküleri, Can Yayınları, sayfa 128)

***

Anlatılan, bilinen hikayedir, kökü kaynağı nedir bilmiyorum ve fakat şöyle bir şey: İki arkadaş buluşur. Biri yazardır, oturduklarından beri kendi yazdıklarından, kitaplarından bahsedip durmuştur. Sonunda, “Yahu hep benden bahsettik, sende ne var ne yok? Son kitabımı okudun mu?” der. Tabii karikatürize edilmiş bir tip, bir davranış biçimidir bu. Nedir, gerçek hayattaki benzerlerinden çok da farklı değildir. Edebiyat alemi denen ortama ucundan kıyısında giren herkes böyle tiplerle karşılaşmıştır. Bu tipin versiyonları da vardır: alçakgönüllü gibi görünüp kibrin Everest’inde oturanlar, tanıdıkları daha ünlü yazarlarla arkadaş olduklarını size duyurup bunun üzerinden prim yapmaya çalışanlar, sosyal medya güzelleri (bunlar sürekli birbirilerini beğenip beğeni sayılarını arttırma peşinde olanladır, uykuları kaçar bu işlere kafa yormaktan), atölyeciler, kızkardeşçiler, abimciler, ustamcılar, etkinlik kuşları, belediyeseverler, kendi uyduruk dergilerini çıkardıkları için biti kanlananlar ya da kanı bitlenenler (bunlar da epey tuhaftır doğrusu), hocam hocamcılar, usta yancıları (bunlar, nasıl diyelim, büyük ve görkemli konakların müştemilatları gibidir, öyle ki o büyük konağın adı anılınca bu müştemilatların adları da anılır hemen, o konakla birlikte anılır, nedir, büyük konak orada burada müştemilatı hakkında aşırı övgülerle dolu yazılar yazdıkça müştemilat büyümez, aksine iyice değersizleşir has okurun gözünde), ilk kitaplarını yoksayanlar, gezentiler (yayınevi yayınevi gezenler), ödülperestler… Ohooo, uzar gider bu liste, parşömen rulolarına sığmaz. Yine de, ibret olsun diye, bir gün oturup bunları uzuun uzuun yazmak lazım.

Tabii yukarıda andığım tehlikeler karşısında evrim de boş durmaz. Savunma mekanizmaları geliştirirsiniz siz de. En kestirme yol bu tip insanlarla görüşmemektir, yazdıklarını okumamaktır. Öyle yapınız, derim.

 Onur Çalı