27.Ocak.18
Bizimkiler dizisini izliyorum bir süredir. Yirmi bölüm kadar izledim. Tamam, nostalji çok da sağlıklı değildir ama bir his işte, geliveriyor bazen. Diziyi izlerken çoook uzak bir geçmişe bakar gibi hissettim, öyle otuz yıl da değil de sanki bir asır öncesine bakar gibi. Eski Türkiye-Yeni Türkiye ayrımı mı böyle hissettiren? Eh, öyle sanki.
Şimdiki dizilerle teknik anlamda, senaryo ya da görsel sanatlar açısından kıyaslama yapacak değilim. Nedir, sadece şu bile çok enteresan: İçki (alkol) tüketiminin kendi seyrinde olduğu zamanlara bakmış oluyorsunuz diziyi izlerken. İçki içmenin protest bir eylem ya da zinhar yapılmaması gereken bir eylem olarak iki kutba ayrılmadığı zamanlara…
Sevim koş, millet birbirini boğazlayacak duruma gelmiş!
Hamiş: Sözlükte “nostalji”yi aratırken TDK’nın şöyle bir karşılık verdiğini gördüm: gündedün. Çok güzel değil mi gündedün? Ve fakat günde dünü aramadığımız zamanlarda yaşayabilsek keşke.
***
Pertev Naili Boratav’ın Nasreddin Hoca’sına (Kırmızı Yayınları, 2007) el attım. Ve günümüz teenageağzıyla söyleyecek olursam ben şok! Biz bu kadar yıldır Nasreddin Hoca filan okumamışız hiç ya da bambaşka şeyler okumuşuz. Bu, koskoca Don Quijote’yi 20 sayfalık baskısından okumak gibi bir şey. Hatta daha fenası.
Neler var neler Hoca Nasreddin’de!
Mesela şu:
Bir gün Nasraddin Hoca bir büyük torba içine yağurt doldurup arkasına urup giderken yağurt torba içinde o canibe bu canibe çalkalanur. Hoca aydur: “Arkamda bir hoşça dur! Yohsa şimdi seni endürür de sikerüm.” dedi. Hiç yoğurtdan cevab gelür mi? İttifak yağurt birezden yine çalkanur. Hoca’dur hernan torbayı aşağa endürüp torbanun ağzın bir mıkdar gevşedüp hernandem zekerini içine sokup çıkardı. Bakup gördü kim safi beyaz yağurt almış, aydur: “Aferin! Çok yere girdün, çıkdun, amma hiç böyle bir yüzi ak çıkmadun!” dedi.
Enis Batur (ki YKY’deki görevi sırasında bu kitabın yayımlanmasıyla ilgili olarak şirketin üst kademesiyle sorun yaşadığı biliniyor) Nasreddin Hoca’ya yazdığı ilk önsözü (1996) bir soruyla bitiriyor: “Nasreddin Hoca: Zaman zaman ne kadar çağdışı kaldığımızı gösteren çağdaşımız değil midir?”
On yıl sonra yazdığı ikinci önsözde ise yine sağlam bir soru daha soruyor Batur:
“Nasreddin Hoca’yı böyle bilmezdik.” Bu cümle, ufkumuzda, “biz Hoca’yı böyle istemiyoruz”un bir çevirisi olarak belirdi aslında. Karagöz metinlerinde olduğu gibi ayıklanmış, aklanıp paklanmış, bu yoldan yükü atılmış bir “corpus”te uzlaşılmasıydı amaç; aşırılık fazlalıktı, halk kaynaklı bir bilgeliğin halkı korumak, ola ki kendinden korumak için törpülenmesiydi hedeflenen. Boratav’ın ulaştığı elyazmalarına şüpheyle bakanlar gördüm, duydum. Tersine, kök kültürün açığa çıkarılmış bu boyutundan gönenç duymak gerekmez miydi? Yakası açılmadık Carmina Burana şarkılarının, Villon’un ağzıbozuk şiirlerinin, Gargantua’da patlayan şen bilim dilinin bir karşılığının bu topraklarda da duyulmuş, yayılmış olduğunu öğrenmekten bir gurur payı çıkaramaz mıydık?”
Naçizane cevaplayalım: Çıkaramazdık, çıkaramıyoruz, çıkaramayacağız da. Çünkü bu topraklarda muktedir olanlar, halkı (meşreplerine göre millet de derler) karşıdan severler, bir soyut resme bakar gibi. İşbu yüzden de halk kültürünün mahsulü olan Hoca Nasreddin’i ehlileştirmek isterler. Elimizde kalan iğdiş edilmiş bir Nasreddin Hocadır!
30.Ocak.18
Kudret Emiroğlu büyük emek ürünü olan Gündelik Hayatımızın Tarihi adlı kitabında küvetten bigudiye, cımbızdan öksürük şurubuna, kartvizitten dominoya, izcilikten “esnerken ağız kapamak”a türlü çeşitli şeyin tarihini yazmış. Ara ara açıp okuyorum. Geçen hafta bir sabah radyo dinlerken Modern Sabahlar programında çatal-kaşık geyiği yapıldığını dinlediğimde, kendi kendime “kesin Kudret Hocanın kitabında vardır” dedim. Nitekim kendi kendime haklı çıktım. Buyrunuz, çatal maddesinden okuyalım: “Çatal biçimi, tarım aleti yaba olarak biliniyordu ve önceleri büyük çatallar et parçalamakta kullanılıyordu. Bizans’ta çatalın kullanılmakta olduğu, 11. yüzyılda Venedik kontuyla evlenen bir Bizans prensesinin çatal kullanmasının skandal haline gelmesinden anlaşılıyor. Papazların lanetine uğrayan prensesin bir süre sonra hastalanması, herhalde çatal kullanımının başlamasını yüz yıl daha geciktirdi. Çatal 1100 yılında İtalya’da Toskana aristokrat masalarında ortaya çıktı; Venedik Doçu Domenico Silvio’nun karısı çok dişli çatalı yemek yerken kullanmaktaydı. Ama yaygınlaşması 16. yüzyılda, benimsenmesi ve hele kırsal kesime yayılması ise daha geç oldu. Türkiye’de niçin bu kadar çok baskı yaptığı ve korsan baskılarının üretildiği araştırılması gereken Denemeler kitabının yazarı Fransız Montaigne (1533-1592) hızlı yediği için sık sık parmaklarını ısırdığını anlatır.” (GHT, sayfa 100)
Şimdi ağzımızı silelim, sofrayı toplayalım, çatalımızı bulaşık makinesine yerleştirelim ve Kudret hocanın araştırılmasını lüzumlu gördüğü meseleye dair bir çift kelam edelim: Montaigne’nin Denemeler kitabının ülkemizde bu kadar rağbet görmesinin iki sebebi olabilir. Birincisi: Okura Montaigne’in kitabının tamamının değil, çevirmene ve yayınevine göre değişmek suretiyle, denemelerinden yapılan bir seçkinin sunuluyor olması (yenilerde basıldı tam metin, ama çok satan onlar değil seçki olanlar). İkincisi: Resmi tedrisat kurumlarınca “tavsiye” edilen kitaplar arasında olması.
Bir başka neden daha var, o da şu: Tüketicinin (okurun) öngörülemez tercihleri.
Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı neden bu kadar çok satıyor? Açıklayabilen varsa beri gelsin!
***
Latif Sözcükler (Sanki Latif Olmayanı Varmış Gibi): Müdavim, merasim, nevresim, ihtimam, tevarüs, kostak, istim üstünde olmak, hercümerç, kumkuma, laf ebesi, sidik(li), aheste, sarahaten, sehven, bilhassa, müskirat, mensucat, maluliyet, nisyan, nisa, salah, tefrika, zerre, katre, krizantem, kasımpatı, gündedün, ahval, sine, tornistan, pare.
31.Ocak.18
Bugünkü gazetede bir haber vardı. Ben tanımıyorum ama genç (d. 1982) ve ünlü bir oyuncuymuş Mark Salling ve intihar etmiş. BirGün’den aktarıyorum: “Salling hakkında 50 bini aşkın çocuk pornosu materyali bulundurduğu iddiasıyla dava açılmıştı. Ünlü aktör, mahkemeyle anlaşmaya giderek, hakkındaki suçlamaları kabul etmişti. Salling’in Mart ayında görüşecek karar duruşmasında 4 ila 7 yıl arası hapis cezası alması bekleniyordu.”
Haberi okuyunca, geçtiğimiz günlerde Yüz Kitap’tan çıkan Adam Johnson’ın George Orwell Arkadaşımdı adlı kitabındaki “Karanlık Çayır” öyküsü düştü aklıma. Öykünün kahramanı, pedofili eğilimli bir adam. Öyle derinlikli anlatmış ki yazar!
Hatırlarsınız, bir süre önce Aslı Tohumcu’nun bir yazısı nedeniyle bizde küçük çapta bir kıyamet koparılmıştı. Edebiyata dair bir mevzuu değildi bu elbette, son yıllarda topluma hakim olan linç kültürünün bir yansımasıydı. Konumuz Aslı Tohumcu’nun yazısı, yazısının niteliği filan değil, onu geçelim, o yazıdan bağımsız olarak devam edelim: Her şeyi ama her şeyi edebiyat diliyle anlatabilirsiniz. Çocuklara cinsel istek duyan, çocuk pornosu izleyen adamları da anlatabilirsiniz. Nedir, önemli olan bunu edebiyat içre bir konumdan yapabilmek. Hele, Adam Johnson gibi, bunu yetkinlikle yapabilirseniz ortaya estetik haz veren bir eser çıkar. Yapamazsanız köprüden düşmüş olursunuz. Türkiye gibi bir ülkedeyseniz de, hazır düşmüşken, bir tekme de dostlarınızdan yersiniz.
***
Salâh Bey Sözlüğü (10) : tırıs pırıs
Mütevazı dünlüklerimizde bir süredir “köşe” yaptığımız Salâh Birsel Sözlüğü’ne bir nihayet veriyoruz sevgili okur. Elbette, Salâh Bey okumalarımız bitmeyecek, Türkçe’nin belini getiren bu değerli yazarımızı döne döne (ya da dönüp dönüp) okuyacağız. Umarız ki iki gözüm Salâh Bey’in daha fazla okunması için “tadımlık sunmak” amacında olan bu sözlükle görevimizi yerine getirebilmişizdir. Dimağınızın Türkçeyle kamaşmasını istiyorsanız Salâh Bey okuyunuz diyerek sözlüğümüzdeki son sözcüğe el atalım artık: “Zekiye Hanım, orada onlarla ilişki kurar. Zaten –artık açıklayabiliriz– İstanbul’da onu Paris sergüzeştine kışkırtan da onlar olmuştur. Eh, Paris’te Jön Türklerin bir numaralı adamı Ahmet Rıza vardır. Kız kardeşi Selma Hanımefendi de yanında. Boy: 1.75. Dış görünüş: tüm kadınların satışını durdurur. Selma Hanım bu yüzden de hiçbir erkeğe evet demeyecek ve yaşamının sonuna değin kızkurusu kişiliğini koruyacaktır. Haa, Selma Hanım’ın bir kız kardeşi de var. Osman Paşa’nın hanımı. Ama bu, Gazi Osman Paşa değil, bir başka Osman Paşa. Onların bir oğlu Şehzade Selahattin Efendi’ye damat olmuştur. Öbür oğlu ise Hilmi adını taşır ve ceketinin yakasına kırmızı gül takar. Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan’dan dışarı çıkmaz. Bir kahve ile camdan saatlerce İstiklal Caddesi’ni, tırıs-pırıs kalkanları seyreder. Orada, bir tarihte, tarçıni, ekose bir kostümle de görünmüştür.” (İstanbul-Paris, Sel Yayınları, 2017, sayfa 41-42)
***
Daha ziyade 1984 ve Hayvan Çiftliği ile bilinir George Orwell. Son yıllarda ardarda yayımlanan deneme kitaplarıyla (Kitaplar ve Sigaralar, Neden Yazıyorum, Balinanın Karnında, Faşizm Kehanetleri) iyi bir denemeci olduğunu, çağının nabzını vicdanlı bir yerden bakarak tuttuğunu da görmüş olduk. (Bu kitaplara el atıp baştan sona okumadım ama ara ara açıp tek tek denemeler okuyorum.)
Sözgelimi, Bir Fili Vurmak adlı denemesinde (Neden Yazıyorum’un içinde) Burma Polis Teşkilatında çalıştığı günlerde yaşadığı bir olayı yazar Orwell. Pratiğe, deneyime dayanan bir sorgulama ve özeleştiri çıkarır bu denemesinden.
Birkaç gündür Dali’den Karakurbağasına Bazı Düşünceler adlı kitabına (özgün adı Essays) el attım. Bildiğiniz üzere, Faşizme karşı savaşmak üzere İspanya’ya gider Orwell. Oradaki deneyimlerine, gördüklerine, yaşadıklarına dayanan İspanya İç Savaşını Düşünürken adlı denemesinde çarpıcı biçimde dile getirir bunları: “İspanya İç Savaşı sırasında yapılan katliamlar hakkında doğrudan kanıtım az. Bazı katliamları Cumhuriyetçiler yaptı, daha fazlasını da (katliamı hâlâ sürdüren) Faşistler. Ancak o zaman da şimdi de beni en çok etkileyen, insanların katliamlara inanmaya ya da inanmamaya siyasi tercihlerine göre karar vermesidir. Karşı tarafın katliamlarına herkes hemen inanırken, kendi taraflarının yaptığı iddia edilen vahşeti, kanıtları gözden geçirmeye zahmet bile etmeden reddediyorlar.” (DKBD, sayfa 10-11)
Savaşların, yoksulluğun, baskının kol gezdiği zulüm dönemlerinde Orwell’ın bahsettiği sorun iyice derinleşir, kanıtları görmeye kapatmasanız bile kendinizi, gerçekleri seçebilmeniz zorlaşır. Korku ve baskıdan oluşan sis yüzünden. Bir ikisi müstesna, paçavradan ibaret kalmış gazeteler ve haber değil propaganda yapan televizyonlar yüzünden; bunlar ortalığı gürültüye boğarlar ama aslında söyledikleri hiçbir şey, verdikleri hiçbir haber yoktur. Sözde bilgiye boğarlar ortalığı. Nedir, bunu, asli görevleri olan bilgi vermekten uzak bir biçimde yaparlar. Gerçekleri yansıtmayan, hakiki olmayan bir bilgi havuzunun ortasında çaresizce çırpınıp boğulursunuz.
Yine İspanya İç Savaşını Düşünürken adlı denemeye dönelim, Orwell’ı dinleyelim: “Bir keresinde Arthur Koestler’e, ‘Tarih 1936’da sona erdi,’ dediğimi, onun da ne demek istediğimi hemen kavrayarak başını salladığını anımsıyorum. İkimizin de aklında genel itibariyle totaliterlik, özellikle de İspanya İç Savaşı vardı. Gazetelerde hiçbir haberin tam olarak doğru şekilde verilmediğini erkenden fark etmiştim ama İspanya’da ilk kez gerçeklerle en ufak bir ilgisi olmayan gazete haberleriyle karşılaştım, yalan bile denemeyecek kadar büyük saçmalıklara şahit oldum. Savaş olmayan yerlerde büyük çarpışmalar olduğu yazılıyor, yüzlerce adam öldüğünde gazetelerde tek satır haber çıkmıyordu. Yiğitçe mücadele eden birlikler korkaklıkla veya hainlikle suçlanırken tek bir kurşun atmayan başkaları hayali zaferlerin kahramanı ilan ediliyordu. Londra gazeteleri bu yalanları tekrarlıyor, hevesli entelektüeller gerçekleşmeyen olaylar üzerinden duygusal çıkarımlar inşa ediyordu. Aslına bakarsanız, tarih gerçekte olanlara göre değil, çeşitli ‘parti politikaları’ doğrultusunda olması gerekenlere göre yazılıyordu.” (DKBD, sayfa 16-17)
Eh, ahval ve şerait böyle olduğunda, tıpkı Diyojen’in gündüz vakti elinde fenerle insan araması gibi beyhude yere dolanırsınız ortalarda. Gerçekleri bulamaz hale gelirsiniz. Geliriz.
Onur Çalı