b8482-select

Pek çoğumuzun iyice kuytularımıza çekildiği, hiç olmadı kendimiz gibi görüp kabul ettiğimiz insanlarla küçük, komünal ilişkiler içinde olduğumuz zamanlarda edebiyat da gerekli nasibini çoktan almış oluyor. Kimisi daha ciddi meseleler varken edebiyatı, okumayı yazmayı bir kenara koyarken bir kısmı bir türlü çıkamadığı “saçma” duygusunun etkisiyle eline aldığı kitabı bir saniye sonra nerede bıraktığını bile hatırlayamıyorken umutlular edebiyata sarılır gizli gizli. Yazma heveslileri ise ya çok acele edip daha yaşanılanlar kendisi tarafından bile okunup hazmedilememişken öyküler kurmaya başlar, kurduğu da genellikle manifesto ya da bildiriden öteye geçemez. Aslolan ise belki anlamak için, belki bir gün yazabilmek için ama kesinlikle bilinçli bir hâl içerisinde olmaksızın okumaktır. İşte bu noktada ilk cümle devreye giriyor. Böyle ufalanmış bir yapı varken kim neyi ne kadar hangi noktadan okumaktadır? En tehlikeli kısım burası sanırım. En karanlık. Kötücül şeylerin kaynağı. Edebiyat bu noktada bir işe yaramakta mıdır hakikaten? Önyargılar bile hafif kalıyor bu yerde. Çünkü tam burada bildiğini kabul etme var: Biliyorum, bana bir şey anlatılmasına gerek yok. Burada tam da onlar, diğerleri, ötekiler ve biz kelimeleri var. Her biz kendi içinde haklı, vakur, kimi konularda mağdur, mücadele içinde, toplumu aydınlatacak, ah bir fırsat verilse neleri düzeltecek olanlar…

Böyle zamanlarda belki de yapılması gereken, kendimiz gibi konuşan, bizi onaylayan, “ohh be yalnız değilmişim” okumalarına bir mola vermek. Ama bunu yapmak hiç kolay değil, zira her şey o kadar hızla değişiyor ve çürüyor ki insan ister istemez yalnızlık duygusuyla baş edebilmek için benzer seslere kulağını kabartmadan edemiyor. En azından arada bir iki farklı ses, hani şu bildiğimiz, “zaten onlar şöyle” diye bloklara ayırdıklarımızdan okuma yapmanın “edebiyatın bir işe yarayıp yaramadığı” sorunu için güzel cevaplar sunacağı kanaatindeyim.

Fatma Barbarosoğlu da uzun zamandır yazdığı köşesinde bunu yapmaya çalışan yazarlardan biri. Bu sebeple sürekli “Şu varken niye bunu yazdın?”, “Bunlar bunlar olurken nelerden bahsediyorsun?”, “Onu ne zaman eleştireceksin” vs. ile suçlananlardan. Çünkü onun aradığı ne gündelik siyaset içinde ne de her gün yeni bir gündemi -linci-övgüsü-suçlaması-kutlaması-ayrımı olan sanal dünyada; gündeliğin hızı kovalamacası içinde sesi az çıkanlarda, bir türlü önem verilmeyenlerde, daha ciddi meseleler sebebiyle hiç ortaya çıkmayacak olanda, bazen sende, bazen bende. Ve bunu yaparken içinden çıkamadığımız, her gün yeni bir aplikasyon, yeni bir oyun, yeni bir video, yeni bir post, yeni bir paylaşımla içine çekildiğimiz kuyudan, sosyal medya dünyasından hareket ediyor. Oraları bir araç olarak kullanarak.

Birkaç ay önce, yazdığı gazete köşesinde (gazetenin adını görünce kurulacak cümleleri bile biliyorum: O gazetede yazıyorsa…) okurlara bir çağrı yaptı, her çarşamba yazdığı öykülerin belli bir bölümünü yayımladı ve gerisini siz kurun dedi. Bir haftalık süreçlerde alınan dönüşlerle birlikte “Mutluluk Onay Belgesi” isimli öykü kitabı basıldı. İlk bölümdeki öyküler Barbarosoğlu’nun yazdığı sonlarla birlikte yer alırken, ikinci bölümde okurların sonları var. Kimi sonlar yazarın imgelem dünyasına çok yakınken kimi öyküler “sıradan” insanların kendi dünyalarıyla oluşturdukları, edebi estetik yönünden de zayıf olmayan kurgular. (Dil bilgisi hataları yok değil, bu da bir ufak eleştiri olsun). Mühendis, hemşire, arşiv sorumlusu, öğretmen, öğrenci, 17 yaşında, 61 yaşında, ama çoğunlukla 25-40 yaş aralığında okurların öykülerinden oluşan bu bölüm onların hikâyesini yazdığını, yahut da onlar için yazdığını haykıranlar için de okunası bir bölüm.

61b55-fft99_mf4905101
Fatma Barbarosoğlu

Herkesin artık bir şeyler yazdığı, okuyanın kalmadığı yollu eleştirilerinin çoğaldığı, öykü kitaplarındaki ve atölyelerindeki niceliksel artışın patlama noktasında olduğu anda bu kitabın beni heyecanlandırmış olmasının sebebi ise “aklında hiç de yazmak olmayan” kişilerin bir umut edebiyata yönelmesi.

Öykülerden de kısaca bahsedip iki çift cümle kurmam gerekirse; kitapta içimizdeki rahatsızlık, huzursuzluk, memnuniyetsizlik, bir işe yaramamışlık hislerinin müsebbiplerine dokunan öyküler yer alıyor. Bunu bize haykırmıyor, sen şu yüzden çürüyorsun diye yüzümüze yüzümüze bağırmıyor. Okurken bunca ifşa, bunca ortalara dökülme, bunca özlü söz kurma -kopyalama- bunca çılgın sürüklenişte ayakta kalıp tutunmaya çalışırken neleri ezdiğimizi gösteriyor. Üstelik ironiyi elden bırakmayan bir dille.

Herkes konuşurken, cümleler sürekli kurulup bozulurken, sanal dünyalarımızda delice mutlulukla meczupluk arasında gidip gelirken, artık kuytu köşede sadece seçtiği kişileri dinlemekte huzur bulmuşları, farklı sonlarla kurulmuş birkaç hikâyenin peşini tutmaya davet eden bu kitap belli ki edebiyatın bir işe yaraması umuduyla yazılmış, umulur ki ulaşsın.

Ebru Askan