12.Şubat.18
Geçtiğimiz günlerde twitter’da şöyle yazdı Handan İnci hoca: “Oğuz Atay’ın romanlarına sonradan eklenen önsözler kaldırılmalı artık. Metin, okurla başbaşa bırakılmalı. Tanpınar’ın romanlarına eklenenler de tabii. Bunlar tarihsel işlevlerini tamamlamıştır.”
Tanpınar’ı bilmem ama, sözgelimi Tutunamayanlar’ın başındaki iki önsöz kaldırılabilir bana kalırsa. Hatta roman, iki cilt olarak basılsa daha güzel olmaz mı? Malumunuz tuğla gibi Tutunamayanlar, tutmak ve taşımak da zor oluyor. (E kardeşim, e-kitap okusana diyebilirsiniz, ben de “eyvallah, almayayım ben” derim.)
Son zamanlarda bırakın önsözü, kitap arkasına yayınevlerinin koydukları abartılı açıklamaları da okumuyorum. Metnin kendisi lazım bize azizim, metnin bizatihi kendisi: Gölge etmesinler, yeter.
***
Manisa’nın Alaşehir ilçesinin harcının kardeş sevgisiyle karılmış olduğunu biliyor muydunuz?
Alaşehir, o zamanki adıyla Philadelphia, Pergamon kralı II. Eumenes tarafından kurulmuştur. II. Eumenes, kendisinden sonra tahta geçecek olan kardeşi Attalos’u pek çok sevmektedir. İşte bu yüzden kurduğu bu şehre Philadelphia, yani “bilader sevgisi” adını bahşetmiştir. İşe bakın siz, kardeşi II. Attalos da, sonraları Philadelphos Attalos (Biladerini seven Attalos) olarak anılacaktır. Kardeşlik mühimdir Bremin. Biraderlik, kızkardeşlik mühimdir hayte. Fraternite, uhuvvet zaruridir ahparig!
Nedir, kavramlardan değil de somut bir kardeşlik duygusundan açmak isterim. Kardeşlik, abilik ilişkisi de, her türlü ilişkide olduğu gibi, bir iktidar alanına işaret eder. O yüzden de sizden büyük olan herkese abi, abla diyemezsiniz. Denmez. Suistimale açık bir ilişkidir abilik kardeşlik ilişkisi, çift yönden açıktır suistimale.
Bizim kötülük üretip duran toplumumuz da yaş hiyerarşisinin en yoğun hissedildiği bir toplumdur. Abi-kardeş ilişkisi de bundan epeyce nasibini alır. Herkese abi denmez, dedik. Çünkü bazı insanlar, siz onlara abi deyince, üzerinizde tasarruf hakkına sahip oldukları zannına kapılabilirler.
İşin bu karanlık ve olumsuz tarafları bir yana, çok güzel bir ilişki de kurulabilir abiyle kardeş arasında. Ben bir abim ya da ablam olsun çok isterdim. Kardeşim var, abiliği biliyorum. Bir de küçük kardeşliği tatmak isterdim.
Bir de biyolojik akrabalık haricinde, abi abla dediğiniz insanlar olur. Abi demekten müthiş mutluluk duyduğum insanlar, dostlarım var benim. Çünkü onlar bir yaş hiyerarşisine yaslanıp “abilik” taslamıyorlar bana. Ben de, mümkün olduğunca, küçük kardeş şımarıklığıyla onlara yük olmamaya çalışıyorum. Bu yüzden, bu soydan abilerime “birader abim” demeyi düşünmüştüm bir zamanlar.
Kemal Bekir’in “Unutmamak” adlı anı kitabında, benim uydurduğum “birader abim”e yakın bir şeye rastladım, pek hoşuma gitti. Şöyle yazmış Kemal Bekir: “Şerif Hulûsi Kurbanoğlu, eski bir toplumcu, çevirmen, özellikle tutkunu olduğu tiyatro konusunda eleştiriler, denemeler yazan bir ağabey arkadaşımız.” (Unutamamak, s. 87)
Ağabey arkadaşım… Yani yaş olarak benden büyük, abi dememek konusunda elim kolum bağlı ama aynı zamanda arkadaşım da. Pek güzel, pek bir şık değil mi?
***
Steven Spielberg’in son filmi The Post (2018), anlatımı açısından oldukça Holivutvari bir film olmakla birlikte kabaca ifade edersek basın özgürlüğünü konu alıyor diyebiliriz. Nixon ve önceki bazı başkanların halktan, Kongre’den, kamuoyundan gizli saklı çevirdikleri işler basına sızar ve çarşı pazar karışır. ABD tarihinde ilk kez basın mahkeme yoluyla susturulmaya çalışılıyordur. Bağışlayın ama kim demişti: Hukuk, iktidarın fahişesidir. Nedir, bu sefer öyle olmuyor. ABD Savunma Bakanının sızdırılan bilgiyi yayımlayan gazetelere açtığı dava, 6’ya 3 oylamayla gazetelerin ve basın özgürlüğünün lehine sonuçlanıyor ve kararda şöyle deniyor: “Basın hükümete değil, millete hizmet etmekle yükümlüdür.”
Washington Post gazetesinin genel yayın yönetmeni Ben Bradlee (Tom Hanks) ve yayıncı Katharine Graham (Meryl Streep) üzerinden örülüyor filmin ana hikayesi. Yan hikayeler de dikkat çekici. Özellikle, Bradlee’nin karısı Tony Bradlee’nin kocasını duruma aydıran mini vaazıyla birlikte Bayan Graham’ın basın piyasasında bir kadın olarak nasıl varoluş mücadelesi verdiğini de gözümüze soka soka gösteriyor Spielberg. Filmin ilk yarısı çok durgun, o kadar durgun ki her an bırakabilirsiniz izlemeyi. Nedir, dişinizi sıkabilirseniz ikinci yarı ortam şenleniyor, mevzular derinleşiyor, çelişkiler keskinleşiyor.
Filmin sonunda ise, Richard Nixon’a “ABD tarihinin ilk ve tek istifa eden Başkanı” ünvanını kazandıracak olan Watergate Skandalı göz kırpıyor bize.
Ne diyelim, bizde nasıl ırkçılık yoksa basına sansür de yok. O yüzden, Türkiye halkları olarak bizi ilgilendiren bir mevzu da yok filmde. Ama olsun, biz yine de Yüksek Mahkemenin kararından yaptığımız alıntıyı tekrarlayalım: “Basın hükümete değil, millete hizmet etmekle yükümlüdür.”
***
Kurt Vonnegut’un yıllar içinde Amerikan üniversitelerinin mezuniyet törenlerinde yaptığı konuşmalarından derlenen “Daha Ne Olsun” adlı kitabı okuyorum. Kurt abi muhteşem, her zamanki gibi. Romanlarındaki, öykülerindeki (ve dahi denemelerindeki) mizah duygusu bu konuşmalara da yansımış. Mizah, böyle kullanıldığında, kimseyi öldürmeyen çok etkili bir silah olabiliyor. Deva oluyor resmen.
Bu konuşmaları derleyen Dan Wakefield (ki hemşerisidir Vonnegut’un), kitaba yazdığı sunuş yazısında şöyle diyor:
Vonnegut Hristiyan değildi ama İsa için “İnsanların en büyüğü ve en insanı” derdi. New York’taki St. Clement Episkopal Kilisesi’nde yaptığı bir konuşmada, “Dağdaki Vaaz büyülüyor beni,” demişti: “Merhamet göstermek, şimdiye dek aklımıza gelen tek iyi fikir görünüyor bana. Belki günün birinde iyi bir fikir daha gelir aklımıza; o zaman iki iyi fikrimiz olur.”
Kitaptaki ilk mezuniyet konuşmasında ateist olduğunu beyan eden bir yazar için, fazla “romantik” bulabilirsiniz belki bu sözleri. Bence değil. Nitekim, konuşmalarından birinde İsa’nın pasifist yanına vurgu yapan Vonnegut, Hristiyan olmadığını da vurgulayarak şöyle der: “İsa’nın söyledikleri iyiyse ve çoğu sahiden harikaysa Tanrı kelamıymış değilmiş, ne fark eder?”
Çevirmen Altan Sezgintüredi (ki kendisi aynı zamanda yazardır, hem bütün çevirmenler zaten biraz da yazar değil midir?), Dağdaki Vaaz için not eklemiş: “Hz. İsa’nın öğretisinin temellerini verdiği vaaz. Matta İncilinin 5,6 ve 7. Bölümlerinde yer alır.”
Tanrı’nın üç uzun ve çok satan kitabını (aslında iki demek daha doğru) okudum ve fakat bunlar öyle kitaplar ki, hafız da olmadığıma göre, ezberlemiş değilim. Nedir, ara ara açıp okuduğum doğrudur. Özellikle bazı bölümleri döner döner okurum… Vonnegut’un konuşmasında adı geçince, açtım Matta’yı ve ilgili bölümleri okudum. İnancınız (ya da inançsızlığınız) nasıl olursa olsun, İsa’nın bu vaazından etkilenmemek ne mümkün!
Elimde olsa bu üç bölümün tümünü buraya alırdım ama yerimiz dar. Sadece şu kısmı birlikte okuyalım derim, hem bizim yukarıda bahsini açtığımız abilik kardeşlik ilişkisine de dokunuyor ucu: “Atalarımıza, `Adam öldürme. Öldüren, yargılanmayı hak edecek’ denildiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kardeşine karşı öfkelenen her kişi yargılanmayı hak edecek. Kim kardeşine aşağılayıcı bir söz söylerse, Yüksek Kurul’un yargısını hak edecek. Kim kardeşine ahmak derse, cehennem ateşini hak edecek. Bu yüzden, adağını sunağa getirdiğinde, orada kardeşinin sana karşı bir şikâyeti olduğunu hatırlarsan, adağını orada, sunağın önünde bırak, git, önce kardeşinle barış; sonra gel, adağını sun.”
Şu kısım da müthiş:
“Başkasını yargılamayın ki, siz de yargılanmayasınız. Başkasını nasıl yargılarsanız, siz de aynı yoldan yargılanacaksınız. Hangi ölçekle ölçerseniz, size de aynı ölçek uygulanacak. Sen neden kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği fark etmezsin? Senin gözünde mertek varken nasıl olur da kardeşine, `İzin ver de gözündeki çöpü çıkarayım’ dersin? Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar, o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün.”
Şahsen ben ne tanrı ne efendi şiarını benimserim ama yine de İsa’nın şu sözleri de müthiş değil mi: “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez. Ya birinden nefret edip öbürünü sever ya da birine bağlanıp öbürünü hor görür. Siz hem Tanrı’ya, hem de paraya kulluk edemezsiniz.”
Bugün bu ikisini de yapanlara Muhafazakar Demokrat filan denmiyor mu? Galiba öyle. Neyse ne, ben peygamberleri (resulleri, nebileri, yalvaçları), baskın olan dini gelenekler içindeki halleriyle, konumlarıyla değil de salt metin içindeki duruşlarıyla seviyorum. Gelenek her daim yolunu şaşırabilir (belki de hep ama hep yanlış yollarda geziniyordur) ama metin şaşmaz.
Ne diyelim: Yetiş yardımımıza ey Hazreti İsa!
Onur Çalı