14.Şubat.18

Bizim “yerli ve milli” basın, Fatih Akın’la ilgili haberlerde Türk olmasına vurgu yapar. Nedir, içinde yaşadığımız bu asır, milliyetçiliğin rezil rüsva olduğu bir zaman dilimi. Bu ideolojinin bütün şablonları, önermeleri, “düşünceleri” çöktü ve yanlışlandı; nasıl bir kötülük kumkuması olduğu artık göreceli bir şey değil, kanıtlandı. Fatih Akın gibi insanlar, hem ailelerinin geldiği yer hem de içine doğdukları toplumlar açısından “yabancı” ya da “öteki” olmaktan kurtulamıyorlar sanırım. İlk bakışta olumsuz gibi görünen konumları, bu insanlara özgün bir bakış kazandırıyor. Biraz abartarak, şöyle söyleyelim: Fatih Akın’ın son filmi Paramparça’yı (Aus dem Nichts ya da In the Fade) “safkan” bir Alman ya da Türk çekemezdi. Bu hikayeyi böyle ayrıntılarla süsleyemez, meselenin farklı veçhelerine dokunamazdı.

Film, aslında bir adalet arayışı (bildiniz, bulunamayışı) ve sonrasında gelişen intikam alma duygusu etrafında dönüyor. Diane Kruger’e Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren performansı, hakikaten büyüleyici. Film, Golden Globe’da da En İyi Yabancı Film ödülünü aldı. Nedir, Oscar adayları arasına giremedi. Akademi, fazla “politik” bulmuş olabilir mi?

76820-akin-620x400

Geçenlerde izlediğim, süresi de ismi kadar uzun Three Billboards Outside Ebbing, Missouri filminde de benzer bir hikaye vardı aslında: Kızını kaybeden bir annenin adalet arayışı. Bu filmde annenin (Frances McDormand) intikamını aldığını görmüyoruz, ucu açık bırakılmış hikayenin. Oysa Paramparça’daki anne (Diane Kruger), intikamını alıyor. İntikam intikam dedik de, aslında durum şu: Bu iki anne, hukuk ve kolluk kurumları adaleti sağlayamayınca (sağlamayınca), kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalıyorlar, işi mecburen üstlenip adaletin peşine düşüyorlar.

En yakınları paramparça edilerek, tecavüz edilerek, yakılarak öldürüldüğünde neler hisseder insan? Nasıl davranır? Suçlular ellerini kollarını sallayarak gezinirken ne yapması gerekir? Ne yapabilir? Yapacakları doğru mudur?

Bu iki kadının durumu göz önüne alındığında, intikam kelimesi keskinliğini yitiriyor, makul bir şeye dönüşüyor. En azından ben, bu iki filmi izlerken böyle düşündüm. Paramparça’da Diane Kruger’in intikam almaktan vazgeçtiğini düşündüğüm anda onunla birlikte yıkılmamı ve sonrasında intikamını aldığında, kötü hissettiren bir rahatlama duymamı ancak böyle açıklayabiliyorum.

Hamiş: Paramparça’daki Neo-Nazi katillerin, bomba imalatında kullandıkları gübre İsrail gübresiydi. Bunu, filmin içine bırakılmış buruk bir şaka olarak algıladım. Zaten Fatih Akın, filmdeki hemen hemen hiçbir şeyi seyircinin gözüne sokmuyor. İyi ediyor.

The Handmaid’s Tale. Margaret Atwood’un romanından uyarlanan dizi oldukça başarılı. Üstelik, bir de sürpriz var. İlk bölümde kendi kendime “Bi Margaret Atwood gördüm sanki” demiştim. Hazreti Google’da yaptığım kısa bir araştırmanın sonucunda yanılmadığımı anladım: İlk bölümde “görünüyor” Atwood. Damızlık kızımız June’un arkasından yaklaşıp bir tokat aşk ediyor yanağına.

15.Şubat.18

Kemal Bekir’i televizyondan hatırlıyorum. Kendisi hem tiyatrocu hem de yazarmış meğer. Epey kitabı var. Benim okuduğum ise anılarını yazdığı Unutmamak. Bu kitapta, tiyatro ve edebiyat camiasından tanıdık simalarla karşılaşıyorsunuz. Bir tanesi de Salâh Birsel. Kemal Bekir’den dinleyelim: “Bu okulda Salâh Birsel’in kısa bir dönem öğrencisi oldum, o günlerde ‘yazı’ diye bir ders var mıydı, bilmiyorum. İşte, böyle bir dersti genç öğretmenin verdiği ders. Kısa zamanda adlarımızı öğrenmişti, soyadlarımızla hitap eder, şakalar yapardı. Sanırım, öğretmen açığını kapatmak için lise çıkışlılardan da yararlanıyordu eğitim sistemimiz.” (Unutmamak, s. 13)

Kemal Bekir’in “bu okul” dediği, İzmir Alsancak’taki Gazi Ortaokuludur. Salâh Bey, İstanbul Üniversitesindeki Hukuk öğrenimini yarıda bırakıp Felsefe bölümüne devam etmeden önce İzmir’e döner ve bir süre öğretmenlik yapar. İşte, ikilinin buluştukları bu dönemdir; 38-39 yıllarıdır. Kemal Bekir 14, Salâh Bey ise 19 yaşındadır.

İkilinin yolları daha sonra yine kesişir: 60’lı yılların başlarında birlikte senaryo yazmaya girişirler. Meşhur Romeo ile Juliet’i bir Anadolu kasabasına uyarlayacaklardır. Senaryoyu tamamlarlar tamamlamasına. Hatta film şirketinden ücretin yarısını alıp paylaşırlar bile. Nedir, bir “akraba kazığı” yerler ve senaryo filme çekilemeden kalır.

22.Şubat.18

The Night Of. Pek iyi bir hikaye, kurgu, atmosfer ve oyunculuk. Suç, (psikolojik) gerilim, adalet arayışı, suç ve suçlu kavramları üzerine düşünme fırsatı… 8 bölümde bitiyor. Uzatmıyor, sünmüyor, süründürmüyor. Tavsiye olunur.

***

Bazı söyleşiler çok keyifli oluyor. Öykü ya da şiir okurken aldığım hazzı veriyor. Sorulan sorular iyiyse daha güzel elbette ama şart değil. Önemli olan yazarın verdiği cevaplar. Bazı söyleşilerde soruların kötü olduğunu görürsem sadece cevapları da okuduğum olur.

İki güzel söyleşi okudum yakın zamanda: Biri Uçsuz dergisinin ilk sayısındaki (Eylül-Ekim-Kasım 2017) İlhan Durusel söyleşisi. Diğeri de Notos’un 68. sayısındaki (Şubat-Mart 2018) Enis Batur söyleşisi. Sorular da iyi, yanıtlar da.

İki söyleşiyi de bulup okumanızı öneririm. Tamamını. Biz burada, şimdilik, iki kısa alıntı verelim.

Dünyada var olan her şeyle ilgili bir iki kelime edilmediği sürece şiire olan ihtiyaç sürecek, yani şiir var olma nedenini sürdürecek. Şiirin var olma nedeni bu. Çocuğunuza hayat boyu sürecek bir dostluk, onu gözetip kollayacak bir dost, bir koruyucu melek vermek istiyorsanız çocukken şiir okuyun ona. (İlhan Durusel)

(…) Yaratı alanları arasında ekonomiye en az bağımlı olanı Edebiyat, başbelâsı “Para”ya sırtını dönecek yeni bir kuşak işin çehresini değiştirebilir ancak. İyi edebiyat aç karnına yapılır demiyorum, budala mıyım ben?! Ama iyi, güçlü yapıtları ortaya koyanların pek azı bolluk içinde yüzmüştür. “Nasıl daha derin işler çıkarabilirim” kaygısını taşıyanların soyunun tükeneceğini sanmıyorum, Edebiyat özünde “nasıl daha çok satarım” şiarıyla yaşayanların tekelinde kalmayacaktır. (Enis Batur)

***

musica

Bir önceki Dünlük’te bahsetmiştim Kurt Vonnegut’un mezuniyet konuşmalarından: Daha Ne Olsun. 2004 yılında (yani Kurt 82 yaşındayken) Doğu Washington Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, blues’un Afro-Amerikalıların dünyaya sundukları paha biçilmez bir armağan olduğundan açıp şöyle diyor Kurt abi:

“Diğer pek çoğunun yanı sıra caz tarihçiliğiyle de uğraşan harika yazar Albert Murray bana, asla tamamen iyileşemeyeceğimiz feci vahşet döneminde, ülkemizdeki kölelik dönemi sırasında, köle sahipleri arasındaki intihar oranının köleler arasındakini katıyla aştığını anlattı. Murray bunu, kölelerin bunalımla baş etme yolu varken sahiplerinin olmayışına bağlıyor. Kölelerin bunalımla baş etme yolu, bluesdu. Bana doğru gelen bir başka şey daha söylüyor Murray: Diyor ki blues bir evden bunalımı kovamaz ama çalındığı her odanın köşesine süpürebilir.”

O zaman, güçlü bir süpürgeyle kederimizi süpürelim mi? Blues’un kralından, BB King’den geliyor: Rock Me Baby

(Böyle diyoruz ya, blues sözcüğünün hüzün, keder, efkar gibi anlamları da var. Hatta Tom Robbins’in romanından bilirsiniz: Even Cowgirls Get the Blues, yani Dişi Kovboylar da Hüzünlenir. Kitabı okuyamazsınız filmi de var, benden söylemesi.)

23.Şubat.18

Oktay Rifat’ın şiirlerini dinlemek ister misiniz? Kendi sesinden hem de! Buradan buyurun.

Onur Çalı