Sevgili Oktay Bey, çocukluğumda ailemizin tanıştığı en meşhur kişinin siz olduğunuz söylenirdi bana. Bir fotoğrafımız varmış beraber, siz beni kucağınıza almışsınız. Bir kolunuzda ben, öteki elinizde bir salkım üzüm ve sigara. Ben yüzümü ekşitmiş göğe doğru bakıyorum ama aslında üzümler olmamış daha, sanki ondan yüzüm öyle koruk kekresi. Siz fotoğraf makinesine bakıyorsunuz, sigaralı elinizle bir şey işaret ediyorsunuz merceğe doğru bir yandan.
Annem babam yok sanki, öyle sarılmışım size bu resimde. Sonraları şiirlerinize de sarıldım öyle, yalnız gecelerinde Gümüşhane’nin. Öyle soğuk olurdu ki, bir gece soğuktan uyuyamamış “saçları uzayan ampul” diye bir şeyi sizin kitaplarınızdan hangisinde okudum acaba diye düşünup titremiştim bütün gece. 1988 yılıydı. Siz o senenin Nisan ayında öldünüz. Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, arada A.Kadir… de hızlıca köprüyü geçtiler ama ben o 1985-1995 on yılını (eskiden deste denirdi 10’luğa, 12’lik düzine. Kimse düzine, deste demiyor artık.) şiirimizin hazan mevsimi, yaprak dökümü diye düşünüyorum. Bir daha başımıza gelir mi öyle bir felaket?
Oktay Bey, böyle bir rüya gördüm işte, size onu anlatmaya geldim hemen. Biliyorsunuz ben Ayvalık’ta doğduğum için ben bebekken sizin beni kucağınıza alıp sevgi gösterdiğinizi, bunun da ailemizin şöhretle ilk tanışması olduğunu anlatıp dururdu rahmetli babam. Onu defnedeli yıllar oldu ama söylediklerini kardeşlerimle hala tekrar eder dururuz sanki yan odada oturup bize hınzırca telekineziyle mesajlar yolluyormuş gibi. “Kapısı çift kilitli odada sessiz oturan hasta baba figürü” bize Hollanda’da işçi olarak çalışırken piyangoda büyük ikramiye kazanan ve apar topar memlekete gelip Taktakoğlu Düğün Salonunu açan, meşhur şarkıcı (aslında bir tek şarkıyla meşhur) Berkant’ın akrabası Eğriburun Şeyhmus’u hatırlattı. Yan odada hasta hasta oturan ama her şeyden haberdar baba bütün hayatımızda izledi bizi böyle, kelimeleri, üslubu, tafraları, küfürleri kulaklarımızda çınladı.
Yok, uzak akrabası Mim Uykusuz’u da ayrı bir heyecanla anlatırdı tabii ama onu şöhretten saymazdı herhalde aynı mahallede büyüdükleri için. Akhisar’da Çağlak zamanı mahallenin küçüklerini karşısına dizip hepsinin tek tek resimlerini yapan (ayaklardan başlarmış resimlere, önemli ayrıntı), sonra kendini bir şarap şişesisinin içinde tütün gecelerinin yorgunu “uykusuz” olarak çizen, soyadını da böyle açıklayan Mustafa Uykusuz. Siz tabii belki birbirinizi biliyordunuz ama biz bilmiyorduk bunu. Uykusuzluğu, Marko Paşa’yı, Garip Şiirini, cüzdanda jilet taşımayı, vs. hiçbirini.
Denize karşı konuştuk hayat boyu, Edremit Körfezi’ni kiliseli tepelerden seyrettik. Cigara içtik molalarda. Bize mola verildi her on yılda bir. Sigarayı bırakan şerefsizdir, vatan hainidir, biz içmesek kim içecek ulan bunu? Vicdansızlar! Bizim dedelerimiz kanını akıttı tütün tarlalarına, bu tütün, bu tütün, bize bire bin katarak geri satılsın diye yetiştirilmedi! Bilmezsiniz tabii bu benim dedemdi. 101 yaşındaydı. 1991’de Tokat’ta askerken ben aynı muhacir şivesiyle, aynı küfürlerle, aynı şeyi söyleyen “Dağların Kurdu Gazanfer Onbaşı” benim manga komutanım oldu ama dedemi anlatmaya fırsat bırakmadan kaval kemiğime bir tekme attı. Tireli misin sen, depik diyorsun tekmeye? diye sordu sonra da.
O, Ayvalık günlerinden bir fotoğraf falan var mı? diye sorarsanız. Yok tabii. Benim bizdeki ilk resmim birinci sınıftaki sınıf fotoğrafı.
Ben size soracaktım, hani fotoğraf makineniz falan vardı diye, zengin eviydi sizinki, o sokağın, Bakkal Mengo’nun sokağı, o evlerin fotoğrafı da var mı? Hele kucağınızda ben varken çekilmiş bir tane? Mesela… Zengin evi değildi kastettiğim tabii, okumuş insan, tahsilli aile evi. Avukattınız siz, değil mi? Savunman. Söz Savunman’ın. Emekli falan oldunuz mu? Tekaüt maaşınızı almak için kuyruklarda beklediniz mi siz de? Vakıflar Bankası, Nokta Durağı şubesinde, bir Şubat sabahı kalbiniz tuttu mu kuyrukta? Şekeriniz çıktı mı? Tansiyoncu gelip oturdu mu kahvede masanıza? Hiç kirada oturdunuz mu Oktay bey? Size “Bay Horozcu” diye hitap eden, sizin siz olduğunuzu bilmeyenler oldu mu hayatınızda? Pelitköylü bir yargıç? Altınovalı mübaşir? Edremitli bir müddeiumumi? Ayvalıklı balıkçılar mesela, tahta divanların üstünde papalina satan çorapsızlar? Paris’te garsonluk yapan Elbistanlılar? Ne güzel isim şu Elbistan! Dünyanın en güzel elbistanı!… Onlardan bahsetmiştiniz bir kere galiba bir toplantıda, Melih bey de hemen bir gazete yazısında aktarmıştı. Oralı bir edebiyatçıyı anmamışsınız falan diye de sitem sıkıştırmıştı yazıya Gani Girgin’in ağzından. Sizin getir-götür işlerinizi yapardı bir Ziya vardı. Asıl adı Ziyaettin. “Ziya ettin! Işık yaktın!” derdiniz ona. Gülerdi, “bey keyifli bugün” derdi. “Bey değil, Beylerbeyi!” diye düzeltirdi babam, annem ne zaman “ne efendi adam, bey gibi” dediğinde. Bulutlar yürüsün, biz dururduk burda bu bahçede. İğdeler vardı. Kokuları bayıltır. Dünyanın başka hiçbir yerinde iğde görmedim. Bakmak aklıma gelmedi herhalde.
Beni siz kucaklamışsınız diye anlatıyorlar, yani kucağınıza vermemişler. Halbuki kendi çocuklarınızı bile istemezmişsiniz evde çalışırken. Şiire değil, tabiata çalışıyordunuz herhalde o anda. Üstümüzde havada asılı kalmış güvercin gölgeleri. Kuş lekeleri pırpır ediyordu üstümüzdeki tiril tiril şilebezi mintanlarda. Sonrasında belediye gazinosunda semaver ve kukla gösterisi. Ertesi sabah tabuta inip kalkan aynı kuşlar, kendi gölgelerini gagalar. Motosikletle cenazeye geliyor sıvacı… Alçı kurumadan hemen geri gidebilsin diye, mezar için tabutun ölçülerini çabuk çabuk alıp şaha kaldırıyor Fujisini. Ardında bir toz bıraktı ki siz hemen alıp bir şiirinize soktunuz. Ziyan olmasın. Gidenin ardından akla gelen her şey gelmişti aklımıza. Annemizin ellerinden çamaşır suyu köpüklü köpüklü damlıyordu avluda. Babamız akşam güneşine karşı şarabının rengine bakıyordu. Yetim değildik, parasız yatılı okumadık ama katık etmeyi, kanaatkar olmayı sizden öğrendik. Şiirinizden yani, bilhassa Elifli ve Bir Cigara İçimi’nden. “Soğan, domates, biber doğradık sahana, yağ gezdirdik. Şarabı şişeden içiyoruz.” dediğiniz şiirden tam adres vermek gerekirse.
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir. Malabadi Köprüsü’nden dolanır, Kurtalan’da soluklanır, Gevaş’ta itilir kakılır ama gelir bizi bulur. Bulduğu anda elimize bir kitabınızı alırız. İçinden bir fotoğraf düşer. Yeter bu iki şey sizden, ama yine de imzalı bir vesikalığınızı da affınıza sığınarak hatırlatıp hürmetle ellerinizden öpmek isteriz Üstad.
İlhan Durusel
Kitap-lık dergisinin 193. sayısında (Eylül-Ekim 2017) yayımlanmıştır.