5.Mart.18

İzmir’deki bağımsız kitapçı Yerdeniz Kitapçısı’ndan iki tane Dağlarca kitabı aldım. Biri Dört Kanatlı Kuş, Dağlarca’nın o güne kadar (1985) yayımlanmış 71 kitabı içinden kendi seçtiği şiirlerden oluşan bir güldeste.

Ama kimsenin günlüğü yoktur kimsenin
Yeşil ağaçların günlüğüdür

(…)

Ama kimsenin günlüğü yoktur kimsenin
Geceler karanlığın günlüğüdür

(…)

Ama kimsenin günlüğü yoktur kimsenin
Kişiler Tanrının günlüğüdür

***

Antik dünyanın devletleri nükleer silahlarını değil, kütüphanelerini yarıştırırdı. İsa abimizden (yaklaşık) iki asır önce, Pergamon Krallığı’nın kütüphanesi ile İskenderiye kütüphanesi yarış halindeydi. Rekabet kızışınca, o zamanların muteber yazı malzemesi olan papirüsü üreten Mısır Firavunu, papirüsün Pergamon’a satışını durdurur. Olaylar bunun üzerine gelişir…

Zamanın Pergamon Kralı II. Eumenes buyruk verir: Her kim ki papirüse denk bir kağıt icat ede, ağırlığınca kitap evine gönderile! Bunun üzerine Krates (ki ben Krates’i hep Karataşlı olarak düşünürüm; yağız bir Adanalı olarak sevdiği kızı yanına alarak Bergama’ya kaçmış, sığınmış bir bilgindir benim tahayyülümde) ve İrodikos dağ bayır koşturup bir çebiç yakalarlar ve derisinden ilk parşömeni yapıp insanlığın hizmetine sunarlar.

abedf-ismail

Anadolu’nun son karatabağı İsmail Araç (d. 1933) amcanın el verdiği iki kalfadan biri olan Demet Sağlam Tokbay’ın demesiyle: “Kâğıtsız kalan Bergamalıların icadıdır parşömen.”

Benim sululuklarımı bir tarafa bırakıp Demet Sağlam Tokbay’ı dinleyelim: “Anne karnında ölü doğmuş oğlak derisinden üretilen parşömen zamanla geliştirilip mükemmel hale getirildi. Parşömen ile gelen en önemli buluş ise bugünün kitap formunu alan kodeks şekline bürünebilmesiydi. Yazının ve ateşin bulunması kadar önemli olan bu gelişme sayesinde sayfalarını çevirebildiğimiz ve keyifle okuduğumuz kitaplara sahip olduk. Eğer hala papirüs kullanıyor olsaydık taşınması ve okunması çok güç ansiklopedilerimiz olacaktı.”

Ey cemaat, İrodikos ve Krates için el fatiha!

6.Mart.18

Cemil Meriç, Bu Ülke’de şöyle diyor: “Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar belki açmazlar.”

Demek ki yazdığımız kitaplara perestiş edercesine bağlanmanın bir manası yok. Bütün iş şişeyi doldurmakta, o süreçte elinizden ne gelirse gelir, sonrası kumsalda oynayan çocukların işi, canları isterse açıp bakarlar, istemezse bakmazlar.

***

2012 yılında Dikili Belediyesi (Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı ile birlikte) Nazım Hikmet Barış Ödülü’nün ilkini verdi. İlk ödül Yaşar Kemal’indi. Usta davet edilmişti Dikili’ye ama gelemedi, onun yerine bir mesaj yollamıştı.

“Bugün dünyalar yıkılıyor, doğa yok ediliyor ve insanları birer obur canavar haline getiren bir doyumsuzlar toplumu, bir tüketim dünyası yaratılıyor. Hiçbir çağda kötülük böylesine örgütlenmedi ve güçlü olmadı. Gözü dönmüş bir savaş kışkırtıcılığı almış başını gidiyor.

Sanat, gerçek sanat, zulmün, şiddetin, tüketici oburluğun, insanca olmayan her davranışın karşısındadır. Çünkü ne olursa olsun, her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır. Sanat insanları yalana, zulme, bitip tükenmeyen anlamsız savaşlara, bütün kötülüklere karşı uyarır. Sanatlar içinde özellikle söz sanatları insanlığın gelişiminde öncülük etmiştir. Epopeleri yani destanları düşünelim. Her destan bir yaşama sevinci çığlığıdır, bir umuttur, yaşama bir minnet türküsüdür. Halkta ve doğada karamsarlık yoktur. Halk ve doğa durmadan yaratır; karanlıktan aydınlık, umutsuzluktan umut…” diyordu Yaşar Kemal mesajında. Üç yıldır yok.

10.Mart.18

Neden yazıyorum sorusu sık sık yokluyor, eskiden olmadığı kadar. Daha önce pek çok cevap bulmuştum ama tek nedene indirecek olsam şöyle derdim: İntikam. Evet, intikamımı ancak bu yolla alabiliyorum. Öfkeme ancak böyle nefes aldırabiliyorum: yazarak.

***

Bir Film Bir(kaç) Cümle

Dönme Dolap (2017): “Bana mutsuzluğun filmini çekebilir misin Woody?” demişler sanki Woody Allen’a. En iyi filmlerinden biri değil, tipik bir WA filmi. Kate Winslet için bile izlenebilir.

Rembetiko (1983): Hayat rembetiko gibidir, keder de var keder de. Ve fakat kim istemez Marika gibi bir cenaze töreni olmasın. Ben isterim. Doğarken ağladık madem, ölürken gülelim bre!

Contratiempo (2016): Ayrıntı her şeydir, kurgu neredeyse her şeydir!

Sofra Sırları (2018): 9’dan (2002) beri takip ettiğim, Ara’sına (2008) bayıldığım Ümit Ünal’ın son filmi. Edebiyata oldukça yakın bir isim Ümit Ünal (yenilerde bir de romanı yayımlandı), yönetmenliği kadar senaristliği de sağlam. Hatırlarsınız, Hasan Ali Toptaş’ın filme çekilmesi oldukça zor romanı Gölgesizler’in (2009) de altından kalkmıştı. Sofra Sırları’nda da güç bir işe soyunuyor: kara komediye. Başta Demet Evgar olmak üzere oyunculukların da katkısıyla bu işi de kotarıyor Ünal. Muhakkak izleyiniz derim.

Call Me By Your Name (2017): Buruk bir aşk hikayesi. Gırtlağınızı ve burun direğinizi yoracak cinsten.

Le Hérisson (2009): Geç buldum çabuk kaybettim’in Fransızcası. Ya da: Bu dünyada ölüm var.

Life of Brian (1979): Absürd olmasına absürd, eyvallah ama bana göre değilmiş. Fazla şematik, parodiye fazla yaslanıyor. İşin içinde İsa olmasına rağmen bana iyi gelmedi.

Ve bir dizi La casa de papel (2017): Abartıldığı kadar olmasa da izlenesi bir dizi. Tokyo’nun motorsikletle darphaneye girdiği sahne, bizim Kara Murat ya da Tarkan filmlerini aratmıyor. Nedir, bunun gibi birkaç handikabını görmezden gelirseniz sorun yok.

***

İnsan, çocukluğunun ve ilkgençliğinin geçtiği kasabanın değiştiğini görünce, bencilce gelebilir kulağa ama bozuluyor. İstiyor ki orası “aynen” eskisi gibi kalsın, hiç değişmesin. Yeni apartmanlar yapılmasın, meydanları değişmesin, çamlığına dokunulmasın… Dönecek bir çocukluğu olsun kim istemez. Nedir, çocukluğun mekanları değiştikçe dönülecek bir çocukluk da kalmıyor.

***

Güncel öyküyü, öykü kitaplarını takip edenlerin en fazla edindikleri izlenim şu oluyordur: Ne kadar da birbirine benzer öyküler! Birbirinin aynısı, klişe ve benzer duyarlıklar etrafında dönen, biçimsel açıdan hiçbir yenilik sunmayan öyküler… Çünkü yazarların şahsi deneyimleri sonucu edindikleri türden değil atölyelerde öğretilmiş duyarlıklar bunlar.

Kitapların arka kapaklarında yazdığı türden değil de gerçekten farklı bir yazar, genç (hakkaten genç) bir öykücü okumak isteyenler varsa Furkan Çolak’ı okuyabilirler. “Yıldızsız, Katran Karası” adlı ilk öykü kitabı geçtiğimiz yılın sonunda Raskol’un Baltası’ndan çıktı. Karanlık bir dünyası var Furkan Çolak’ın ama karamsar değil. Terle ve emekle peşine düştüğü sahici bir dili var. Yolu açık olsun!

***

Sel Yayınları, nihayet, Salâh Birsel’in günlüklerini de yayımlamaya başladı. Çok güzel haber. Nezleli Karga’dan sonra, Hacivat Günlüğü’nü de bastılar sonunda. Darısı diğer günlüklerin başına. Ada Yayınları’ndan çıkan baskı var bende ama Anakaraya dönünce bunu da alacağım elbette. Sel’in kapakları pek güzel.

***

Yanlış hatırlamıyorsam Yasakmeyve dergisinde yayımlanmıştı, orada okumuştum ilkin Aslı Serin’in bir şiirini: “Bakire Kızlar Manifestosu”. O günden beri, o şiirden beri takip ettiğim bir şair. Aslı’nın son kitabı (üçüncü) Değil 2017 Nisan ayında yayımlanmıştı. Ancak okuyabildim:

Saçlarımı kısalttım kazıttım sonra, değil dedim
Duş aldım, oh dedim, temizlik iyidir, değil dedim
Gözlerim 3,5 numara olmuş uzak habire uzak
Aynı yerlere gittim, bira, sigara yasak mı dedim, değil dedim
Not ettim, insan bazen ölmüyor oyy dedim
Yastayım dedim, böyle iyi, değil dedim
Hayat ama işte içinde bunlar da var dediler
Hayat nerede peki, bu değil dedim.

Benzer bir değillemeyi ilk kitabım Eksik Yıl’daki (2012) “mayısıkıntısı” adlı öyküde ben de kendimce yapmıştım: “Hayatın bilgisini veren öğretmenin kitabında, kış gecelerinde annemiz yemek yapar, babamız televizyon karşısında, elinde gazete keyif çatar. Sobanın yanı başında kedimiz uyur değil mi? Değil. O da değil!”

***

Türkçede yazılmış en güzel öykülerden biridir Cemil Kavukçu’nun Nolya’sı. Son zamanlarda öykünün bir bölümünü yaşadım sanırım. Önce Ankara’da, sonra Kınık’ta gittiğim, müdavimi sayılabileceğim iki meyhanede de aynı şey oldu: Tanıdığım iki garson işi bırakmış, müşteri olmuşlar. Bir süre sonra patron da olurlarsa öykü tamamdır!

Onur Çalı