Hayvanlarla ilişkimiz eşitsiz bir şekilde devam ediyor. İnsan türünün kendisini dünyanın merkezine konumlaması ve bunu fırsat bilerek doğanın her türlü varlığını hep kendi yararına dönüştürme, değiştirme ve tüketme çabasıyla kullanması, yaşadığımız çağın en önemli sorunlarından birisi olarak varlığını devam ettirirken, konunun felsefe, edebiyat, sinema gibi pek çok alana yansımalarını da görüyoruz.
Son yılların bu anlamda etkileyiciliği açısından önemli olarak kabul edebileceğimiz metinlerden birisi de Han Kang’ın 2016 Man Booker ödüllü “Vejetaryen” adlı kitabı. Kafkaesk bir romanın tüm özelliklerini bulabileceğimiz kitap, dönüşümü doğanın bir parçası olma arzusu ile birleştiriyor. İnsanın farkındalık kazanıp, içerisinde bulunduğu yaşamdan kaçma, doğaya dönme isteği yaşadığı dönemler olur. Pek çok edebiyat metninde bu temaya rastladığımızı söyleyebiliriz. Bu doğaya dönme isteği genel değildir ama o arzu belki türün aslına dönmesi, doğadan kopmadan önceki varlığını hissetmesi gibi nedenlerle, içerisinde bir yerde varlığını sürdürür. Kang, işte bu arzuyu doğada yaşamanın ötesine geçirip, doğanın kendisi olma isteğine çeviriyor. Bu açıdan kitap kendisini farklılaştırırken, okura o isteği sonuna kadar hissettiriyor.
Han Kang’ın “Vejetaryen” kitabı evli, olabildiğince sıradan bir çiftin yaşamının tasviriyle başlıyor. Anlatıcının sıradanlığı nedeniyle pek sevdiği karısı vejetaryen olup, onun kalıpları dışına çıkınca işler değişiyor. Kitabın ana karakteri Yonğhe’nin rüyasında gördüğü hayvan parçalarından dolayı, birdenbire et yemeyi bırakması onun “normalliğine” hayran kocası için büyük bir sorun hâline geliyor. Yaşamını eski sıradanlığında sürdüremediği için olayı dünya meselesi haline getiren, karısını “anormal” olarak kurgulayıp etrafa da öyle gösteren kocanın tavrı, aslında şöyle bir şeye işaret ediyor; sınırlarıma alamadığım, biçimleyemediğim, hayatını belirleyemediğim birey “tuhaftır.”
Yonğhe içinde hayvan cesetlerinin ağırlığını duyarken, kocası ve ailesi durumu âdeta dünyanın en ilginç olayıymış gibi karşılıyorlar. Oysa Yonğhe artık başka bir boyutta onları duyamayacak kadar insan olmanın ağırlığını duyuyor. Karakterin hissiyatı belki de vegan veya vejetaryen olmaya karar vermiş herkesin duyduğu o tiksintiye gönderme yapıyor. İçinizde bir canlının parçalarını duyduğunuz o an öyle etkileyici anlatılmış ki kitapta, bir süre elinizden bırakıp mide bulantısı hissedebilirsiniz. Bu açıdan düşünüldüğünde Han Kang, canlı betimlemeleri ve duyguyu tam anlamıyla okura geçirebilmesi açısından üzerinde durmaya değer bir metin ortaya koymuş.
Kitap ilerledikçe, Yonğhe’nin geçirdiği dönüşüm daha da ilginç bir hâl alıyor. Karakterin doğa olma arzusu deyim yerindeyse içinden taşıyor. Onun, toprağa karışmak, kök salmak, bitki olmak, yapraklanmak isteği öyle hissettiriliyor ki okura, sizde de doğaya karışma arzusu uyanıyor. Çünkü insan türünden olmanın ağır geldiği anları hatırlıyorsunuz. Bitki olmayı düşlediğiniz, bir çiçeğin kıvrımlarına kıskançlıkla baktığınız o ânın duygusu -herkese olur mu bilemem ancak bu duyguyu yaşayanlar olduğunu biliyorum- bu kitapta sonuna kadar geçiyor okura.
“Vejetaryen” kitabında ilgi çeken bir diğer yan da kurumsal eleştiri. Yonğhe’nin beslenme biçimini değiştirmesiyle başlayan süreç, ailesi ve kocası tarafından et yememesinin psikolojik bir hastalıkmış gibi algılanmasıyla, tedavi ettirilmesiyle devam ediyor. Böylece Kang, sadece diğerleri gibi yemek yemediği için farklılaştırılan ve “hastalıklı” muamelesi gören karakteri üzerinden antipsikiyatri eksenli bir eleştiri katıyor metnine. Çünkü Yonğhe’ye yapılan, kendi kalıbına sokamadığını akıl hastanesine kapatıp, ehlileştirme ve disipline etme çabası. Yonğhe, eğer kocasının ve çevresinin istediği sıradanlıkta yaşamına devam etseydi kimse onun “hasta”, “tuhaf”, “deli” olduğunu düşünmeyecekti. Oysa o, gördüğü rüyaların etkisiyle önce hayvanları yiyecek olarak görmeyi bırakıyor, sonrasında tamamen doğaya karışma hissi duyuyor ve kendisini et yemeye zorladıklarında, bileklerini keserek intihar etmeye çalışıyor. Anlıyoruz ki artık onun için başka canlıların yaşamı kendi yaşamıyla eşit anlama geliyor.
Han Kang’ın kitabı hem kurumlara hem de insan türüne derin bir eleştiriyle yaklaşıyor. İnsanın kendi bedenine, yaşam biçimine, beslenme şekline bile müdahale edilebildiği, bireysel isteklerin değersizleştirildiği, öznenin kendine has olan tüm özelliklerinin belirli bir kalıba sokularak tek biçimli hâle getirilmeye çalışıldığı, arzuların ve aşkın bile denetlenme çabasına girildiği modern çağı her açıdan sorguluyor kitap. Ama en çok da insan, doğa ve hayvan arasındaki eşitsiz ilişkiyi gözler önüne seriyor. Karakteri Yonğhe’nin insan oluştan uzaklaşıp doğa oluşa geçme isteği, doğadaki tüm varlıkları kendine sağladığı fayda üzerinden değerlendiren insan türüne içine dolan hayvan cesetlerini hatırlatırken, bunun farkına vardığı an insanın nasıl etkilenebileceğini ve kendi türünü inkâr edip, doğanın kendisi olup toprağa karışma isteğini duyabileceğini okura yaşatıyor. Eğer içinde bir canlıya ait parçalar taşıdığını fark edersen, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyor, biliyorum ağır geliyor duyunca ama kim inkâr edebilir ki öyle olmadığını?
Emek Erez