12.Mart.18

Son zamanlarda gördüğüm kamyon arkası (ve önü) yazılarından bir derleme. İmlaya dokunulmamıştır.

YİNEMİ SEN SİVASLI

Doktor deyiliz AMA HASTAMIZ ÇOK

Özenme Çocuk…!

YOLUMUZ YOL DEĞİL AMA MANZARASI GÜZEL

dac00-plaka2bson

Gördüğüm rüyadır, edebiyat tanrısı hayırlara çıkarsın: Bir yamacın kıyısında, patika bir yolda ilerliyoruz. Aşağısı uçurum, deniz filan var, manzara güzel ama her an düşebilirim. Acayip korkuyorum. Biraz önümdeki arkadaşlara sesleniyorum (karı-koca bunlar, yakın dostlarım), onlar da ter içinde kalmışlar, yahu diyorum, yok mu başka bir yolu?

Bir sonraki sahnede asansörün içindeyiz. Üçümüz dışında birkaç kişi daha var ve bir de görevli. Sandalyeye oturmuş, asansörü kontrol ediyor. Ama dışardan görüyorum, asansör şeklinde uzay aracı gibi bir şey bu. Kablolu. (Evet kablolu, rüyada her şey mümkün.) Başka bir yolu varmış, buymuş, onu anlıyorum.

Kablolu asansör, roket gibi yerinden fırlıyor. Yarım saatlik zorlu bir yolculuk yapıyoruz. Yarım saat olduğunu görevli söylüyor, “yaklaşık yarım saat sonra yazarımızın yanındayız” diyor. Asansör-roketin her yanından hava geliyor, toz duman içinde korkarak ilerliyoruz uzay boşluğunda.

Küçücük bir gezegene varıyoruz sonunda. Tepede bir ev var, korku filmlerindeki evlerden: Uzakta, yalnız, başı dumanlı. Eve giriyoruz. Eski mobilyalarla kaplı bir salona geçiyoruz. İşte orada, oturuyor yazar. Takım elbise giymiş, gözlüğü elinde, kasılmış gibi. Donmuş gibi. Asansördeki görevli şimdi bir tur rehberi gibi davranıyor, kokartını boynuna asmış, diyor ki “yarım saatiniz var.” Eline televizyon kumandasına benzer bir şey alıyor, tam basacakken bir uyarı daha yapıyor: “Sorularınız hazır değil mi? Çok fazla vaktimiz yok, Refik Halit Bey’i çok yormayalım.”

“Bi dakka bi dakka” diye araya giriyorum, “bu Refik Halid Karay değil ki, Yakup Kadri.”

“Hay allah” diyor asansörcü-rehber. Çok kıl olduğum bir gözlük takmış, iyi giyinmiş, bankacılara benziyor, samimiyetsiz bir gülüş takınıyor. “Yanlış eve gelmişiz beyefendi” diyor bana dönerek ve gülümseyerek. “Neyse bu kadar gelmişken ben başlatıyorum Refik Halid Bey’i” diyor.

“Yahu bilader,” diyorum, “sen ne ayaksın! Refik Halid değil bu, Yakup Kadri.”

Asansörcü-rehber hiç aldırmıyor, duymuyor sanki beni, gülümsüyor ve elinde tuttuğu televizyon kumandasına çok benzeyen alete basıveriyor.

Refik Halid Bey, gözlüğünü burnunun üstüne tutturuyor yavaşça, gülümsüyor. “Hoşgeldiniz çocuklar” diyor.

“Yahu bu Refik Halid değil, Yakup Kadri” diyorum ama kimse beni dinlemiyor. Uyanıyorum.

13.Mart.18

Mehmed Kemal’in uzun süredir baskısı bulunmayan “Öğle Rakıları” kitabının yeni baskısı yayımlandı. h2o kitap adlı bir yayınevi yapmış yeni baskıyı, beğendim, temiz iş çıkarmışlar.

Kitapla aynı adı taşıyan şiirinde şöyle diyor Mehmed Kemal:

Neden mi öğle rakıları
Gündüz gözüyle efendim
Bir kadehin özgürlüğü

Öğle rakısı içmişliğim yok pek. Ama birkaç sefer yaptığımda (izinde, tatilde) pek hoşuma gitmişti doğrusu. Gün ortasında keyif!

Bir de sabuh ve kaykule var ama onları henüz hiç tecrübe etmedim. Efendim, Feridun Nadir Bey’den öğrenmiştim, kitabından yani: sabuh sabah rakısı imiş, kaykule de bu sabah keyfinin ardından yatılan öğle uykusuna denirmiş.

Malumunuz hayat kısa, sanat uzun. Bir gün elbet biz de oturacağızdır sabah rakılarına ve ardından yatacağız öğle uykularına…

***

Bir de Ursula K. Le Guin’den fellik fellik kaçtığım bir rüya gördüm ama nasıl anlatsam. Kısaca şöyle: Nasıl olduysa Ursula Kınık’a gelmiş, millet de sen seversin böyle işleri, gel tanış diyor. Kaçıyorum da kaçıyorum. Sonunda yakalanıp Ursula’nın huzuruna götürüyorlar beni, damarlı, lekeli elini uzatıyor, öpüyorum. Kalın sesiyle bir fırça atıyor ki bana, sormayın.

15.Mart.18

Bir sorudan mürekkep olan mottomuzla başlayalım, besmele niyetine: Bugün edebiyat için ne yaptın?

Bugün, Türk edebiyatındaki bir kurgusal şairden açacağız: Kimdir bu Oktay Cevdet?

Deneme ve günlük edebiyatımızın ustası Salâh Birsel’in Sen Beni Sev adlı kitabının kapağını açmamız gerekiyor önce. Kitabın kapağında, gördüğünüz üzere iki gözüm Salâh Bey ve kıymetli eşi Jale hanımın fotografisi bulunuyor. Nedir, kitabın içeriğiyle çifte kumruların hiç mi hiç alakası bulunmuyor.

3c300-sen2bbeni2bsev

“İkili fiskoslar”dan oluşan Sen Beni Sev’de dört diyalog var. Oyunumsu metinler bu diyaloglar. Önemli edebiyat meselelerini Şair, Romancı, Hikayeci, Delikanlı ve Eleştirmen tipleri arasındaki konuşmalarla ele alır Salâh Bey. Buradaki biraz eski kafalı, gençleri okumayan, yeniliğe kapalı ve edebiyattan maddi menfaat sağlayan (Şiir Araştırmaları Derneği’nden aylık almak gibi) Eleştirmen tipinin Ataç olduğu iddia edilmiştir. Nedir, Salah Bey, söyleşilerinden fragmanları içeren Seyirci Sahneye Çıkıyor kitabında buna açıklık getirir: “Ataç’a ilk karşı çıkanın ben olduğuma gelince, bunun doğru olduğunu sanmıyorum. Benim, onun kimi düşüncelerine takıldığım oldu ama, bu başka bir şeydir. Nedir, Sen Beni Sev adlı kitabımda yeralan konuşmalarda boy gösteren eleştirmen, çokluk, Ataç’ın üstüne yıkıldı. Dahası, Ataç da sağlığında bunu kendi üstüne çekmişti. Oysa benim o tipim bizdeki eleştirmenlerin bir karmasından başka bir şey değildir. O tipin içinde kıyıda köşede kalmış kimi ıvır zıvır eleştirmenlerin davranışları vardır. Ama kıyılara ya da kilim altlarına bakmaya üşenenler benim o kişimi Ataç’a bağladılar.” (Dost dergisi, Ekim 1961)

Eğriye eğri, doğruya doğru: Salâh Bey, burada kaçak güreşiyor. Çünkü aksini iddia etse de buradaki Eleştirmen tipi Ataç’ın ta kendisidir.

Yukarıda andığımız, Salâh Bey’le yapılmış söyleşilerden oluşan Seyirci Sahneye Çıkıyor kitabının bir yerinde şöyle buyurmuş usta: “Ataç, öyle derin anlamı yoktur benim yazdıklarımın der ama iki satır ötede de Ataç efsanesinden, Ataç mitinden örnekler vermeye çalışır.” (SSÇ, sayfa 63)

Şimdi biz burada Ataç’ın kusurlarını deşecek değiliz. Sıkletimiz yetmez. Biz, seve seve Sen Beni Sev’e döneceğiz.

Kitaptaki son bölümde, Eleştirmen ve Delikanlı tiplerinin sohbetini okuruz. Eleştirmen, Delikanlı’ya yazar olmanın ali cengiz oyunlarıyla dolu yolunu öğretir. Ve fakat sonuna doğru kavgaya tutuşurlar. Eleştirmen, Delikanlı’yı evinden kovar. Delikanlı da giderayak şöyle bağırır Eleştirmen’e: “Siz zır delinin birisiniz. Siz mit değil, bit bile olamazsınız. Tevekkeli Oktay Cevdet sizi eşek sudan gelinceye kadar dövmemiş.”

İşte geldik Oktay Cevdet’e…

Oktay Cevdet, Oktay Rifat’la Melih Cevdet’ten başkası değildir aslında. Salâh Bey, burada aleni bir ipucu sarkıtmıştır okuyana. Nedir? Şudur: Nurullah Ataç, Orhan Veli’leri destekliyor başlarda. Fakat bir süre sonra iyi dost olduğu Orhan Veli’ye “Şakuli Solucan” (Dikine Solucan) diye lakap takar ve şair saymamaya başlar. Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın şiirlerini de beğenmemeye başlayınca kıyamet kopar.

Beşir Ayvazoğlu’nun aktardığına göre, “iki şair, bir gün yolunu kestikleri Ataç’ı Sen nasıl bizim şiirlerimizi beğenmediğini söylersin? diyerek tekmelemişler. Zavallının elindeki helvalar fırlayıp paltosuna yapışmış, şapkası yere düşmüş. Eve gittiğinde pantolonunda Anday’la Rifat’ın tekme izleri hâlâ duruyormuş. Meral Tolluoğlu, buna rağmen babasının bir gün kalkıp Melih Cevdet’in evine gittiğini ve orada da dayak yediğini anlatıyor.”

Zavallı Ataç, yarı yaşındaki “genç” şairlerin kum torbası olup çıkmış.

Bizim memlekette münekkit olmak zor zanaat sevgili dostlar!

Demem odur ki: Salâh Bey’in Sen Beni Sev’de tiye aldığı Eleştirmen tipi bal gibi de Ataç’tır.

18.Mart.18

Richard Yates bir söyleşisinde şöyle demiş: “Neticede, iyi bir yazarın en çok ihtiyaç duyduğu şey düpedüz şanstır. İyi bir yazar olmaya çalışmak, bu çılgınca bu obsesif iş, bence, dünyadaki en çetin ve en tenha iştir muhtemelen. Hiçbirimiz ne kadar vaktimiz kaldığını bilmiyoruz ya da kalan zamanımızı kullanıp kullanamayacağımızı bilmiyoruz. Kalan zamanımızı iyi kullanabilsek bile, eserlerimizin zamanın o korkunç, merhametsiz, insafsız umursamazlığına direnip ayakta kalıp kalamayacağını bilmiyoruz.”

Bu sözler üzerine “Özenme Çocuk…!” demekten başka bir şey gelmiyor elimden. En çok da kendime tekrar ediyorum bu kamyon arkası yazısını. Richard Yates’in sözlerini ta içimde hissederek.

Onur Çalı