19.Mart.18

Bilmiyor olmak sorun değil. Nedir, bilmek istememek sorun. Vasatlık sorun. Hiçbir şeyi merak etmemek sorun. “Ben hayatımda hiç kitap okumadım” demek sorun. Bunu utanmadan söylemek katmerli sorun. Televizyon dizilerinden başka bir şey izlememek sorun. O dizilerden “gerçekleri” öğrendiğini sanmak sorun. Bunları sorun kabul etmemek sorun.

Oysa ki sorun, sorun ve de sorun. Yanıt alamasanız bile sorun!

***

Ayvalık Belediyesinin çıkardığı aylık dergi Ayda Bir Ayvalık’ın birkaç sayısını görme şansım oldu. Ayvalık’ta yaşayan dostum Turgut Baygın, geçen yaz birkaç sayısını vermişti. Zeytini Çizenler diye bir bölüm var bu dergide, dünyanın dört bir yanından zeytini çizen ressamları, sanatçıları tanıtıyorlar. Derginin son sayısında (Mart 2018, sayı 43) İsrailli ressam Miki Karni tanıtılmış. Bay Karni’nin zeytinlerinden birini paylaşalım biz de…

a4b41-zeytun

Latif Sözcükler (Sanki Latif Olmayanı Varmış Gibi): Meserret, meze, mahzen, mizansen, makosen, sathi, halet-i ruhiye, mihenk, tarizde bulunmak, diritnot, derkâr, aftos piyos, kitabet, neşet etmek, melhuz, muaşaka, matruş, kahhar, mesnet, münteşir, ulema, telkin, pösteki, laciverdi, meyil, mehil, müddet, mazhar, mahsur, mayışık, mahir, mütekebbir, müteveffa, tefrika, müteferrik, nevbahar, maruz, mazur, mahfuz, mazruf, zarf.

***

Türk resminde naif akımın ustalarından kabul edilen Fahir Aksoy’un “Kürdün Meyhanesi” diye bir kitabı vardır. Can Yayınları baskısı uzun süredir bulunmuyordu, geçenlerde yazmıştım, Mehmed Kemal’in “Öğle Rakıları” kitabının yeni baskısını yayımlayan h2o Kitap adlı yayınevi “Kürdün Meyhanesi”nin de yeni baskısını yaptı. Bir kez de bu yeni baskısından okudum kitabı.

Fahir Aksoy Yeni Hayat Lokantası’nı, namı diğer Kürdün Meyhanesi’ni yazmış. 1944-60 yılları arasında burayı mesken tutmuş müdavimleri tatlısından anlatmış. Kimler kimler yok ki! Edebiyat ve sanat tarihinden bildiğimiz Ceyhun Atuf Kansu, İlhan Berk, Suat Derviş, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Çetin Altan, Cihat Burak, Mehmed Kemal, Suphi Taşhan (onu İş Bankasının Kayıp Şairler dizisinden tanıyordum), Fethi Giray, İlhan Tarus, Fikret Otyam, Orhan Peker, Nurullah Ataç gibi isimlerin yanısıra meyhanenin müdavimlerinden Dayko, Montör Sabri, sahibi Kürt Mehmet, Garson Kambur Hafız, Garson Mustafa, sivil polisler, Ali Nizami Bey, paşazadeler, Mandıracı Zühtü gibi renkli simalar…

“Öykü-anılar” diyor Fahir Aksoy bu kitaptaki yazıları için. Çok doğru bir ifade. Öykü tadında anılar bunlar. Ben en çok “Varlığı Bir Dert Yokluğu Yara” adlı anı-öyküyü sevdim.

21.Mart.18

Bugün bahar bayramı. Bahar resmen gelmiş oluyor bugün. Hava da günün anlam ve ehemmiyetine uygun şekilde ışıltılı, yumuşacık.

Sevan Nişanyan sözlüğüne bakalım: “İran kültürüne ait bir kavram olup çevre kültürlerce (Türk, Ermeni, Gürcü vb.) asimile edilmiştir. Kürd geleneği olarak benimsenmesi modern milliyetçi düşüncenin eseridir.”

Oysa bahar milliyetçi filan değil, modern hiç değil, insan aklının ürettiği düşüncelerle de hiçbir alakası yok. Bugün bahar, taşların arasından fışkıran çiçeklerin, çiçeklenen ağaçların ve velut toprağın bayramı. Kutlu olsun!

Şu da var: Bu kadar zulmün, adaletsizliğin, haksızlığın, acıların ve kederin kol gezdiği minik gezenimizde (gezenin kuzey yarımküresinde) bayram gelmiş neyimize! Nedir, doğa kendi takvimini bozmuyor ve bu, biraz da olsa umut aşılıyor yine de. İyi ki.

***

Yıllar yıllar önce, Ankara’ya gelmeden önce, Salı sabahları okul servisine giderken bir Cumhuriyet alırdım ve gazetenin hediyesi kitabı büyük bir hevesle çantama atardım. O Salı Klasiklerinden az okumadım. Geçenlerde bir link buldum, o meşhur Salı Kitaplarını internetten de okuyabilirsiniz, hepsini değil ama çoğunu buradan okuyabilirsiniz.

d0d52-29z1mrd

İşte o Salı Kitaplarından birinden, Konfüçyüs’ün Konuşmalar’ından:

Birisi Konfüçyüs’e dedi ki: “Neden devlet hizmetinde bir görev almıyorsunuz?”

Üstat yanıt verdi: “Şiir kitabında anaya babaya bağlılık konusunda ne diyor? Sen ana ve babana bağlıysan, kardeşlik ödevini yapmış olursun. Bu davranış devleti etkiler ve aynı zamanda hükümetin kurulmasını sağlar. Şu halde, bir insan neden devlet hizmetinde görev alsın?”

Ekmek parası be üstat, beceriksizlikten, başka bir iş tutamaktan. Başka neden olsun!

22.Mart.18

Son günlerin popüler dizisi La casa de Papel’i duymuşsunuzdur. Bağımlılığa yatkın bir yapım var, oturup iki gün içerisinde hepsini izlemiştim izindeyken. Abartıldığı kadar olmasa da izlenilesi bir dizi. Nedir, dizide çalan bir şarkıdan açacağım… 2. sezonun 5. bölümünde Moskova ölüm döşeğindeyken çalan bir şarkı. Acıyı bal eylemiş bir ses. İzleyenlerin muhakkak dikkatini çekmiştir. Dizinin en gıcık olduğum (tav olmak denir bizim oralarda) karakteri Tokyo da ölmekte olan Moskova dayının başındadır, elini tutmuştur.

161c6162537442c844620a8c1c888ecd20cc625d

Kısa bir araştırmadan sonra, şarkının Federico García Lorca’nın bir şiirinden bestelendiğini öğrendim. Ve şiiri buldum: Uyurgezer Romans. Ne Garip Federico Adında Olmak adlı seçkide, Erdal Alova çevirisiyle… bir kısmını paylaşalım şiirin:

Dostum, geliyorum kan revan içinde,
Kabra geçitlerinden.
Bana kalsa, delikanlı
kabul ettim gitti.
Gayrı ne ben benim.
Ne ev benim evim.
Dostum, bari adam gibi
öleyim yatağımda.
Olursa çelikten,
çarşafları Hollanda.
Bak, yaralar içindeyim
bağrımdan boğazıma.
Ak gömleğinin göğsünde
üç yüz koyu gül.
Kokuyor sızan kanın
çepçevre kuşağından
Gayrı ne ben benim.
Ne ev benim evim.
Bari, çıkayım, bırak
yüksek korkuluğa
bırak, çıkayım, bırak!
yeşil korkuluğa.
Suların yankılandığı
ayın korkuluğuna.

Şiirin tamamı için buraya alalım sizi, şarkıyı da buradan dinleyebilirsiniz.

***

Senaristliğini ve yönetmenliğini Erkan Tunç’un yaptığı Martı’yı izledik dün. Daha önce dizi yönetmenliği tecrübesi bulunan (Beş Kardeş, vs.) Erkan Tunç’un ilk filmi. Oyunculuk performansları iyi. Hikayeyi de sevdim ama (hikaye yazım diliyle söylersek) sarkan, uzayan, sünen yerler vardı. Bana kalırsa, 137 dakikalık bu film yarım saat daha kısa olabilirdi. Yeni filmlerini takipte olacağım.

Hamiş: Erkan Tunç, Çehov’un Martı oyununa gönderme yapıyor. Oyundan bir sahneyi canlandırıyor filmdeki iki karakter. O zaman, hatırlatmakta fayda var, hepimize, yeniden:

SORİN: Annenin oyununu sevmediğini çıkar kafandan, deliye döndürdü bu seni. Sakin ol, annen sana tapıyor.

TREPLEV: [Elindeki çiçeği parçalara ayırarak] Seviyor, sevmiyor; seviyor—sevmiyor; seviyor—sevmiyor! [Güler] Bak, sevmiyor beni, neden sevsin ki? Yaşamı ve aşkı seviyor o, güzel kıyafetleri seviyor. Bense 25 yaşındayım, ona artık genç olmadığını hatırlatacak kadar yeterli bir yaş. Ben yanında değilken 32 yaşında oluyor, ben varken 43 ve bu yüzden nefret ediyor benden. Modern tiyatrodan hazzetmediğimi de biliyor. Oysa o bayılıyor; tiyatroyu insanlık yararına ve mukaddes sanatı uğruna icra ettiğine inanıyor. Benim içinse tiyatro yalnızca geleneğin ve önyargının aracı.

O küçük üç duvarlı odada perdeler açıldığında, o kudretli dehalar, sanatın öncüleri, bize insanları yerken, içerken, sevişirken, yürürken, paltolarını giyerken gösterdiklerinde ve onların yavan konuşmalarından bir ders çıkarmaya çalıştıklarında; oyun yazarları kılıflarda hep aynı, aynı eski malzemeyi sundukları zaman, işte oradan kaçasım geliyor, tıpkı Maupassant’ın bayağılığıyla canını sıkan Eyfel Kulesinden kaçması gibi.

SORİN: Ama tiyatrosuz yapamayız biz.

TREPLEV: Yapamayız, evet, ama yeni bir biçimde olmalı. Eğer yeni bir biçim bulamıyorsak, hiç olmasın daha iyi!

Onur Çalı