28.Mart.18
Sabah Kızılay’da bir işim vardı, biraz oyalanmam gerekiyordu. İnsanlara baktım. Çok tuhaf, korkunç ve güzeller. Acayipler. Daha sık yapmalıyım bunu, sabahları Kızılay’a gidip sağda solda avarelik etmeliyim.
Bankamatik sırasında, hemen arkamdaki iki delikanlı mesela… Kesik kesik duydum ama biri diğerine ilgilendiği bir kızdan bahsediyordu sanırım. Sonra biri “Cemal Süreya’nın şiiri gibi mi?” diye sordu. Öbürkü anlamayınca açıkladı: Başının bittiği yerde memeleri vardı/Memeleri beni benden aldı.
Öfke atlarına binip binip inmenin gereği yoktu, gülümsedim. Bir ara gençleri düzeltecek gibi oldumsa da caydım.
Varan 2: Gözaltındaki İnsan Hakları Heykelinin tam çaprazındaki kafeye oturdum, bir çay içip oyalanayım dedim. Yan masamda 40’larının başlarında gösteren bir kadın vardı, çay içip poğaçasını yiyor, bir yandan da –herhalde– telefonla konuşuyordu. Telefon masaydı ama hani şu insanları kendi kendine konuşuyormuş gibi gösteren bluetooth kulaklıklardan kullanıyor sandım. Nedir, bir süre sonra sokaktan gelip geçen insanların kadına baktığını fark edince kulakları diktim. Telefonla konuşmuyordu ablamız, gerçekten de kendi kendine konuşuyordu. Mihriban diye hitap ettiği birine anlatıyordu sözde. Aman allahım neler neler: Artvinli bir müsteşarla arasının iyi olduğundan açtıktan sonra hop bir toplantıda sırasında tercümanın birinin yetersiz kalmasına, bu yüzden müsteşarın rezil olmasına atlıyordu. Oradan pavyondaki kadınlardan birinin arkadaşının “dalak” gibi sevgilisine abayı yaktığına geçiyordu. Tabii, benim buraya yazamayacağım benzetmeler, süslemeler ve küfürlerle. Sonra durdu ve “Benim vücudum yüzümden daha güzel ama n’apayım Allah emretti estetik olmamı” dedi. “Napayım yani Allah bana estetik ameliyat yaptıracak, yok mu diyeyim” diye bir retorik soru attı ortaya. “Anjel Joli’den güzelim ben,” dedi. “Derslerim çok iyiydi benim 6 alıyordum hep, şimdikiler 1 bile alamıyo!” dedi. “Kalbimiz solda, kanımız kırmızı!” nidasını her seferinde ses seviyesini arttırarak birkaç kez tekrar etti. Söyledi de söyledi. Çayımı hızlıca içip sıvıştım.
Şiir abim Halim Yazıcı, bir sohbetimizde Turan Özdemir’in Dondurmam Gaymak filmiyle ünlenmeden önce İzmir Otogarında saatler geçirdiğinden bahsetmişti. Bir oyuncunun kendini geliştirmesinin tek değil ama etkili bir yolu olduğu kesin.
Rahmetlinin bir bildiği varmış. Gerçi insanları gözlemlemenin, onlara bakmanın tek yeri, yolu değil otogarlarda takılmak ama otogarların zengin bir memba olduğu da yadsınamaz. Benim zanaatıma faydası olur diye değil ama çok eğlenceli olduğu için bakıyorum insanlara. Hele Kızılay’da, hele bir de sabahsa…
***
İletişim’in Edebiyat Takviminde bugün: “Konya’da aşık oldukları kadın uğruna tabanca ile düello eden iki genç aldıkları yaralar yüzünden öldüler.” (1959)
Tuhaf ki ne tuhaf! Bu iki arkadaşın çok fazla roman okuduğu belli. İnsan gibi kavga etsenize, düello nedir yahu! Neyse, allah rahmet eylesin. Nedir, şunu da söylemek lazım: Edebiyat, iyi kullanılmadığında, sağlığa zararlıdır!
***
Salinger, tam adıyla Jerome David Salinger, nereden bakarsanız bakın tuhaf bir yazar. Tuhaflık sıfatını hak edecek pek çok davranışı var. 2013 yapımı “Salinger” adlı belgeseli izlerseniz siz de hak verirsiniz bana. Belgeselde Salinger’ın hayatı enine boyuna masaya yatırılıyor. Tanıklarla, belgelerle.
Belgeselde Salinger hayranı ünlüler de üç beş kelam ediyor. John Cusack, Edward Norton gibi sevdiğim oyuncular da Salinger hayranıymış. Bir de Philip Seymour Hoffman görünüyor. Mealen şöyle diyor: “Onu anlıyorum. Eskiden sokakta kimse sizi tanımızken yürümenin keyfini kaybediyorsunuz. Bunu yaşamayan bilemez.”
Muhteşem Güzellik (2013) ve Gençlik (2015) filmlerinden bildiğimiz İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino’nun, son dönemlerde izlediğim en iyi dizi olan Young Pope’unu (2016), birkaç ay önce bir film izler gibi izlemiştim.
Orada da geçiyordu Salinger’ın adı.
Yeni papa seçilen Lenny Belardo, kendisinden beklenilen balkon konuşmasını yapmaktan kaçıyor, erteliyordu. Ondan istenen Vatikan meydanına bakan balkona çıkıp müminlerini selamlamasıydı. Bu hiç bozulmayan geleneği uygulamayan papayı ikna etmek için uğraşan Vatikan Basın Danışmanı Sofia ile genç Papa Lenny arasında bir konuşma geçer. Sofia, Papa’ya medya intiharı yaptığını söyler. Sonrası şöyle gelişir diyaloğun, çevirmeye çalıştım:
“Medya intiharı diyorsun ha? Pekala, şimdi becerebildiğince takip etmeye çalış beni.”
“Sizinleyim Kutsal Babamız.”
“Güzel. O zaman söyle bakalım, son yirmi yılın en önemli yazarı kim? Dikkat et, en iyisi demiyorum, ustalık kibirliler içindir, en önemlisi diyorum. Onu en önemli hale getiren marazi merakı harekete geçiren yazar?”
“Bilmem… Philip Roth mu desem?”
“Hayır. Salinger. En önemli film yönetmeni?”
Konuşma bu minvalde sürer. Papa, Sofia’ya en önemli kişileri, müzik gruplarını, yönetmenleri, şarkıcıları ve sair sorar. Ve konuşma şu şekilde sonlanır:
“Güzel. Şimdi anlıyor musun? Hepsi de kendi alanlarında en önemli figürler olan bu saydığım isimleri birleştiren görünmez bağın ne olduğunu görüyor musun? Hiçbiri kendisini göstermez. Hiçbiri fotoğraflarının çekilmesine izin vermez.”
“Ama siz sanatçı değilsiniz Kutsal Babamız. Siz bir devlet başkanısınız.”
“Evet, doğru, denize bağlantısı olmayan küçük bir şehir devleti, o kadar küçük ki ayakta kalabilmek için liderinin kendisini bir rock yıldızı kadar ulaşılmaz hale getirmesi gerekiyor.”
Salinger’ın bir rock yıldızı kadar ulaşılmaz olduğu doğrudur, hatta bir rock yıldızından bile daha ulaşılmazdır. Zaten yazdıklarından daha fazla ilgi çeken özelliği de budur: Görünmemesi, röportaj vermemesi, fotoğraf çektirmemesi. Ve yaşamının son kırk yılında yazdıklarını yayımlamaması.
Nedir, bu belgeselden öğreniyoruz ki kasasında tuttuğu saklı hazineleri için, kurulan vakıf aracılığıyla vasiyette bulunmuş. Glass ailesi hakkındaki hacimli eseri ve daha birkaç metin daha, belirlediği tarihlerde yayımlanacakmış (2015-20 arası). Sonsuza kadar geçerli olan bir madde daha varmış vasiyetinde: Çavdar Tarlasında Çocuklar kesinlikle ama kesinlikle filme çekilmeyecekmiş.
Hamiş: Bu arada, belirtmeden geçmeyelim, Salinger (Barış Bıçakçı’nın aksine) yazarlığının ta en başından bürünmüş değildir görünmezlik zırhına. Başlarda okumalara katılır, röportaj verir, fotoğraf çektirir. Ne zaman ki Çavdar Tarlasında Çocuklar tabiri caizse patlar ve Salinger’a yönelik marazi bir ilgi peydah olup onu boğmaya başlar, işte o zaman seçer Salinger münzeviliği. Buna mecbur kalır da denebilir.
***
Özlem Akıncı’nın ikinci öykü kitabı “Deniz Bize İyi Gelecek” geçtiğimiz günler Notos Kitap yayınları arasında yayımlandı. Kitabı elime alınca, doğal olarak, ilkin “Bir Tomris Vardı” adlı öyküyü okudum. Güzel öykü. Peki, Tomris bizim Tomris mi? Çok kesin bir iz ya da belirgin bir ipucu bırakmamış Özlem Akıncı. Nedir, öyküdeki Tomris’i, Tomris Uyar olarak düşünmek için de bir engel bulunmuyor. Öykünün başlarında, anlatıcı karakterin Tomris’i anlatan şu sözleri bile, sanırım, beni haklı çıkarmaya yetecektir: “O bir kadın değil ki. İzini sürdüğüm, dilini sökmeye çalıştığım, kimseye benzemez, dünyasız bir tanrıça.”
Hem Özlem Akıncı’ya hem de Tomris’e imrendim doğrusu. Özlem Akıncı’ya Tomris’i böylesine yerli yerinde bir öykü kişisi yaptığı için. Tomris’e ise birçok şeyin yanında (sadece Gündökümlerini yazdığı için bile), bir de iyi bir öykünün baş kişisi olduğu için.
Gerçi dostum İsahag Uygar Eskiciyan, Hayırsever Bir Derneğin Pastırmalı Gerçel Hikâyesi adlı öyküsünde beni bir öykü kişisi yapmıştı ama bir başrol değildi bu. Kısa ama etkili bir roldü: “Kararın üzerine bir sebep döşeme ve bunu doktrinleştirme görevini oracıkta Genel Sekreter ilan ettiğim Onur’a verdim. Onur, gücü miktarınca bunu hazırlayacaktı hatta bildiği dillere çevirecek olması, bize uluslararasılaşmak gibi bir karizma da katacaktı.”
29.Mart.18
Ons geldi! Mevsimlik yaşama kültürü dergisi Ons’un ilk sayısı (Cilt 1) yayımlandı. Sonda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim de yük olmasın üstümüzde: Derginin yayın yönetmeni Mesut Varlık’la yapılan birkaç söyleşide “popülist olmadan popüler bir dergi olmak mümkün” vurgusu yapılıyordu. Nitekim, “Bir Kültür Tiyatrosu: Olay Türkiye’de Geçiyor” başlıklı sunuş yazısında şöyle demiş Mesut Varlık: Popüler işlere dair algımızın olumsuz yanı, maalesef, “popüler” ile “popülist” ayrımını yapamayan işlerden kaynaklanıyor. Tarih boyunca her ikisinden de çok şey öğrendik, eyvallah ama biz “popülist olmadan popüler olabilen” bir dergicilik-yayıncılık peşindeyiz.
Sizi bilmem ama ben bir dergiyi elime aldığımda, hele bu yeni bir derginin ilk sayısıysa, önce bir sağını solunu kurcalarım. Tıpkı bir çocuğun yeni alınan bir oyuncağı oynamaya kıyamaması gibi. Önce bir bakarım, karıştırırım, sayfalarını koklarım, sonra da okumaya başlarım. Nedir, Ons öyle bir çırpıda okunup tüketilecek bir dergi değil. Yavaş yavaş okuyacağım, sindire sindire. Önümüzde koca bir bahar var nasılsa.
Peki neler var Ons’ta? Yine sunuş yazısından aktarıyorum: “Edebiyat, tarih, antropoloji, sosyoloji, sahne sanatları, performans, müzik, resim, siyaset, bilim… Bir yaşama kültürü dergisi; yalnız yaşama, birlikte yaşama, müşterek yaşama, acemî yaşama, yaşatarak yaşama… Tüm kültür alanlarına, konularına sayfalarını açık tutan bir dergiye hem ihtiyacımız hem de hakkımız var!”
Destekçilerin, katkıda bulunanların desteğiyle 3 sayı çıkacağı kesinmiş derginin. Sonrası okurlara, abone olanlara, destek sunmak isteyenlere kalmış.
“Ben kötü bir iş yaparsam çok üzülürüm” diyen Barbaros Erköse’nin klarneti üflendi ONS’un üzerine demiş Mesut Varlık. O klarnetin soluğu hiç eksik olmasın Ons’un üzerinden.
Onur Çalı