30.Mart.18
Sabahları 7-10 arası Joy Türk’te “Modern Sabahlar” ve akşamüstleri saat 5’te Açık Radyo’da “Dünyanın Cazı” var. Bu iki programı şiddetle tavsiye ederim.
***
“Doğan ölür” derler. Hepimiz öleceğiz, kesin bilgi. Öldükten sonra başımıza neler geleceği konusunda ise net bir bilgimiz yok. Buna dair çeşitli inanışlar var ama bir netlik yok. Öte dünyaya ait inanışlar, genellikle ödül-ceza sistemine dayalı. Bu dünyada iyi işler yapanların, iyi ve doğru olanların mükafatlandırılacağı, tersi durumda olanların ise cezalandırılacağı üzerine kurulu öte dünya inanışları. Bilinmez. Bilinebilir olan şu: Öldükten sonra eğer gerçekten iyi işler yapıp doğru düzgün bir insan yaşamı sürdürdüyseniz arkanızdan iyi konuşulur, iyi anılırsınız. Belki de cennet cennet dedikleri budur.
Akşamüstü, iş çıkışında gittiğim Çağdaş Sanatlar Merkezindeki Gürhan Fişek anmasını izlerken bunlar geçti kafamdan.
Gürhan Fişek’in neler yaptığını, insanlara nasıl iyilikle dokunduğunu dinledim. Gördüm hatta. Sunucu, Gürhan Fişek’in doğum günü olduğunu söyledi. Bir salon dolusu insan sevgilerini gönderdi Gürhan hocaya. Ne büyük mutluluk!
Gürhan Fişek vefat edeli bir seneyi geçti. “Gürhan Fişek’in İzinde Ortak Emek ve Ortak Eylem” adlı bir kitap yayımlanmış. Gürhan hocanın, sağlığında dert edinip emek verdiği alanlarda (işçi sağlığı, iş güvenliği, çocuk işçilik) yazılmış makalelerden oluşuyor kitap. Anma sırasında kürsüye gelip konuşan, bu kitabı yayına hazırlayanlardan biri olan Taner Akpınar, kitabın üstünde “Prof. Dr. Gürhan Fişek’e Armağan” yazdığını ama aslında durumun tam tersi olduğunu söyledi, “Gürhan hoca bize verdikleriyle bu kitabı bize armağan etmiş oldu aslında” dedi.
Ne demeli: İyi ki yaşamışsın Gürhan Fişek! Nice yıllara!
31.Mart.18
Memet Fuat’ın Yeryüzü dergisinde (1 Aralık 1951) yayımlanan ve 7 maddeden oluşan “Eleştiri Üzerine Notlar” adlı yazısından altıncısını aktarıyorum, yorumsuz: “Bizim yerli malı olan eleştiri yöntemini biliyorsunuz. Hani buna eleştiri değil de, övgü demek daha doğru. Birisi bir kitap yayımlıyor. Kötü bir kitap demiyorum, belki de çok iyi bir kitap; iş iyilikte kötülükte değil. Eş dost hep birlikte kalemlere sarılıyorlar, aman şu çocuğu tanıtalım falan filan derken yapıt yok oluyor ortadan. Bu duruma düşen bir sanatçı, gerçek bir sanatçıysa, sevinir mi sanıyorsunuz.”
1.Nisan.18
Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in Sevgisiz (2017) filmi, bu yılın Oscar ödüllerinde Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde yarışmıştı. Boşanma ve çözülme arifesindeki orta sınıf bir aile etrafında dönüyor hikaye. Anne ve babasının kendisinden vazgeçtiğini düşünen 12 yaşındaki Alyosha ortadan kaybolur. Zaten birbirini yiyip duran karı koca, oğullarının aranması sürecinde de pek farklı davranmaz. İkilinin yeni sevgilileriyle kurdukları ilişkiler, başta biraz daha parlak görünse de gözümüze, aslında pek farklı değildir. Nedir, bununla da bitmez. Üst soyda bir kademe yukarı çıktığımızda da aynı sevgisizlikle karşılaşırız. Alyosha’nın annesi Zhenya’nın da kendi annesiyle (yani Alyosha’nın anneannesiyle) kurduğu ilişkide de sevginin zerresi yoktur. Yan (ya da arka plandaki) hikayelerde de aynı manzarayı gösterir bize yönetmen: Kimse telefonundan başını kaldırmıyordur, iletişim çok gelişmiştir ama insanlar birbirine sevgiyle dokunmuyordur. Söz gelimi, Zhenya’nın kendisinden yaşça büyük ve hali vakti yerinde sevgilisi Anton, Portekiz’de yaşayan 19 yaşındaki kızıyla Skype üzerinden konuşur bir sahnede. Kızına, Moskova’ya gelip gelmeyeceğini sorar. Kızı “neden?” diye sorduğunda, Anton “beni görmek için” der. Kızın cevabı (mealen), bize sevgisizliğin ve iletişimsizliğin başka, belki daha ince ama kıymık gibi batan bir tarafını işaret eder: “Buradan görüyorum, konuşuyoruz ya işte, gelmeme ne gerek var.”
Ezcümle: Andrey Zvyagintsev insanın içini daraltan bir manzara çiziyor. Sevgisizlik ve iletişimsizlikle dolup taşan ve çocuklarını harcayan bir dünya. Eh, vaziyeti umumi buysa yönetmen ne yapsın!
***
Gece gece kötü haber geldi: Ardında güzel ve unutamadığımız dizeler, çeviriler, öyküler bırakarak, Ülkü Tamer de gitmiş. 2011’in yaz sonunda Ayvalık’taki Kültür Festivalinde görmüştüm Ülkü Tamer’i (dostum Turgut Baygın’la da yüzyüze ilk burada karşılaşmıştık). Etkinliğin yapıldığı İsmet İnönü Kültür Merkezi’nin önünde bir köşeye çekilmiş, sigara içiyordu. Çekinerek yaklaştım ve Yaşamak Hatırlamaktır adlı anı kitabını imzalattım şaire. Mesele kitap imzalatmak filan değil, hayranlık duyduğum bir şaire yakınlaşabilmekti. Çünkü en az bir mevsim boyunca, dilimde onun “Ben Sana Teşekkür Ederim” şiiriyle dolaşmışlığım vardır. Kitabı imzalattıktan sonra “ben size teşekkür ederim” dedimdi de gülümsemişti.
Bazı adamlar böyle güzel gülüşlü olur işte. Güzel adam gülüşü. Ülkü Tamer gibi. Yakından tanıyanlar “iyi insan” olmasına da vurgu yapıyorlar zaten.
Ne diyordu Düello adlı şiirinde:
Ölürsem güzel bir ölü olurum,
Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,
Kar, örtemeye kalkışır gökkuşağını,
Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi
Ben gülümserken resmimi çeker.
Hamiş: Yayınevine teslim ettiğim ve yıl içerisinde yayımlanması planlanan yeni öykü kitabımdaki bir öyküde adı geçiyor Ülkü Tamer’in. Keşke okutabilme şansım olsaydı. Güle güle Ülkü Tamer, güneş topla bizim için!
Hamiş 2: Otuz küsur yıl sonra gelen Bir Adın Yolculuktu (2014) adlı kitabıyla Melih Cevdet Anday Şiir Ödülünün sahibi olmuştu Ülkü Tamer. Ödül üzerine, BirGün gazetesinde yayımlanan röportajında (19.08.2014) soruyordu Burak Abatay: Adınıza verilecek bir edebiyat ödülü sizi nasıl hissettirir?
Şöyle yanıtlamıştı onu Ülkü Tamer: İlerde benim adıma bir ödül konulursa neler hissedeceğimi hiç bilemem. Şu anda Melih Cevdet Anday’ın da, Behçet Necatigil’in de bilemeyeceği gibi. Adıma bir ödül konulmasını da pek istemem. Mutlaka konulacaksa, bir “ilk kitap”a verilmeli.
2.Nisan.18
Tolga Karaçelik’in daha önceki filmleri Gişe Memuru (2011) ve Sarmaşık’ta (2015) olduğu gibi hem yazıp hem yönettiği yeni filmi Kelebekler’i (2018) izledik bugün. Film, bağımsız filmlerin yarıştığı ve oldukça prestijli kabul edilen Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü’nü aldı.
Birkaç kere edebiyatçı dostlarımın olduğu meclislerde dile getirdiğimde pek onay almadım ama ısrarlıyım yine de: Türk sineması, Türk edebiyatının epey önünde. Özellikle 2000 sonrası dönem için söylüyorum bunu. Ölçütüm de şu: Evrensel nitelikte yapıtlar ortaya koymak. Yetmez. Bunları, uluslararası arenadan görünür kılmak, izlenmesini, okunmasını sağlayabilmek.
Bu kıyaslamayı etkileyen farklı veçheler var elbette. Sinema dilinin edebiyata nazaran çeviriye daha az muhtaç olması önemli bir nokta sözgelimi. Ezcümle: ben bir izleyici olarak Türk sinemasının bugünkü durumuyla iftihar ediyorum doğrusu.
Neyse, Kelebekler’e dönelim biz.
Filmin hemen başında, uzaya gitmek isteyen astronotları görünce (“Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir astronottan daha tehlikeli bir şey yoktur”), bu absürd mizah ayarının film boyunca korunup korunamayacağı konusunda endişelendim. Bana kalırsa korunuyor ve filmin bütününde komediyle dram arasında fairplay kurallarına uygun, “temiz” bir mücadele sürüyor. Yenişemiyorlar. Dostluk ve seyirci kazanıyor. İyi bir film izlemiş olmanın huzuru da izleyicinin yanına kar kalıyor.
Gişe Memuru’ndaki Nadir Sarıbacak ve Serkan Ercan’ın karşılıklı döktürdüğü, efsane “Hasanlar’a burdan mı gidilir?” sahnesine yapılan gönderme benim için çok hoş bir sürpriz oldu. Epey güldüm ki bu küçük oyun da işin artısı.
Kuşkusuz ilk iki filminden farklı bir ton ve üslup tutturmuş Tolga Karaçelik. Ve fakat kotarmış.
Hamiş: Kültür Bakanlığı Kelebekler’i destek vermeye layık bulmamış. Türkiye’nin çok özgür bir ülke olduğunu, twitter denen musibetin yasaklanması gerektiğini söylemek gerekiyordur belki de bu türden destekler alabilmek için. Ha bir de sorgulayan, inanç krizi yaşayan imam karakteri yüzünden olabilir. Oysa imamın da belirttiği üzere, bu tür sorgulamalar din içre sorgulamalardır. Neyse, fazla ciddileşmeye gerek yok. Yaşasın yağmur duasına çıkmayı reddeden imam! Yaşasın uzaya çıkmak için her şeyi yapmaya hazır astronotlar! Yaşasın kör çoban ve kelebekler!
4.Nisan.18
2017 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödüllü “Gölgeler Çürürken” kitabında anlatımcı, yalın bir dil kurmuş Devrim Horlu. “Hep Aynı” adlı şiirinde şöyle demiş:
Büyümüşüm
Ellerim büyümüş
Gövdem büyümüş
İşte şimdi tam da
bir hiç uğruna ölecek yaşa geldim
***
Gözün Kahverengi Suyu yeniden YKY etiketiyle yayımlandı. Nedir, Baydur’un daha önce dergilerde yayımlanmış ya da ilk kez yayımlanan taslak halindeki öykülerini de içeriyor Gözün Kahverengi Suyu’nun bu basımı. Kitap editörünün [Ölüm] adını verdiği başlıksız öyküyü, Peki Canım Habermas’ı, Bu’yu ve Özgür Bir Serçe Gibi’yi daha önce okumuştum. Sağlığında kitabına aldığı öykülerden aşağı kalır yanları yok bu saydığım öykülerin. Yolculuklar, gemiler, trenler, oteller, arayışlar, vagonlar, kediler, votka ve sigara… Memet Baydur, kayıp giden bir yıldız gibi edebiyatımızda. Rengarenk, kimseye benzemez, rüya gibi.
Dünlükler’de güncel siyasete, olaylara çok girmemeye çalışıyorum aksi halde günlük gazete köşesinden farkı kalmazdı. Nedir, bazen insanın sınırını zorluyorlar. Şunu da söylemezsem çatlarım. Merak ediyorum İbrahim Tatlıses ne zaman Jandarma Biz Sosyalistiz’i söyler acaba?
Neyse. Necatigil “biz işimize bakalım” dermiş. Öyle yapalım.
Memet Baydur’un Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan yazılarının derlendiği Sessiz Güvercinler Ülkesinde’yi almıştım bir zaman. Ara ara dönüp okuyorum onu. Bakın 7 Mayıs 2000 tarihli “Tarzan Solcu muydu?” başlıklı Pazar yazısında ne yazmış Memet Baydur: “Akkuyu Nükleer Santral sahasının, deprem bölgesinde diri bir fay hattı yakınında olduğunu kanıtlayan yeni bir bilimsel raporu açıklamış Greenpeace Akdeniz, son basın toplantısında. Fay hattı üstünde nükleer santral kurmak ilginç ve korkutucu geldi bana. Ancak, ‘hiçbir şeye inanmayan’ insanların girişeceği işler bunlar. Seksenli yıllarda filizlenip palazlanan ve ne yazık ki günümüzde egemen olan görüşün doğal sonuçlarına tanık oluyoruz. İktidarın her şey olduğu, muhalefetin ise hiçbir şey olmadığı bir düzenin içindeyiz artık.”
Hüsnü Arkan, Hiçe Doğru kitabındaki Finale Rondo adlı şiirini, 12 Eylül öncesinde faşistlerce öldürülen Hacettepe öğrencisi Şükrü Bulut’a ithaf eder. Şiir de Şükrü Bulut’a yazılmıştır. Şöyle der Hüsnü Arkan:
Meşeler göveriyor Şükrü, varıyor göveriyor
Ben uçağa binmeyi öğreniyorum meselâ, sen öğrenemiyorsun
Ben dişçiye gidiyorum, gitmiyorsun
öpüşüyorum aşk diyorum, demiyorsun
Işıldaklar görüyorum cezaevleri sorgular, iyi ki görmüyorsun
Sonra kapısız odalar dünyası, kapıyı kavrıyorsun
Sonra dedikleri gibi acısız ihtilaller; acıyı
Sonra herkes dönüyor birbirine, sen tabutsun dönmüyorsun
Cebeci üç kuruşluk bir gravür olarak satılıyor köprüde
Külebi’nin hayaleti yürüyor
Cumhurbaşkanı oluyor Süleyman Demirel
Ne güzel, bilmiyorsun.
Dün “Akkuyu Nükleer Santrali’nin temeli Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin’in katıldığı törenle atıldı”. Ne güzel, bilmiyorsun Memet Baydur.
Onur Çalı