12.Nisan.18
İlhan Berk, “ÖLÜ BİR OZANIN SAĞLIĞINDA YAZDIĞI KENDİ MEZAR TAŞI İÇİN YAZIT” adlı şiirinin sonuna şu iki dizeyi kondurmuştur:
Kalırım bir çağ gelir anarlar
Kalırsam kağıtlarda.
Bu bir umuttur. Bir gün gelir, kağıtlarda, kitaplarda, dergilerde kalmış adımızı birileri görür, okurlar bizi, anarlar, belki de (sonunda) anlarlar.
Necatigil ise kağıtlarda, kitaplarda kalmaya daha hüzünlü bir bakış fırlatır. Hoca’nın “Kitaplarda Ölmek” şiirinden:
Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır, parantez.
O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.
Şiiri şöyle bitirir Behçet Hoca:
O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.
Evet, ölü yazarları gerçekten öldürmek ya da yaşatmak okurun elindedir artık.
Hamiş: İlhan Berk, Necatigil için yazdığı bir yazıda “Şiiri kendisidir. Kendisi şiirdir” der. Necatigil ise “şiirimizin uçbeyi, korkunç çocuğu” diyecektir İlhan Berk için.
***
Notos’un yeni sayısında (69. sayı, Nisan-Mayıs 2018) dosya konusu Ferit Edgü. Semih Gümüş’ün Edgü’yle yaptığı söyleşi okunmalı. Özellikle Sait Faik hakkında söyledikleri ilginç geldi bana. Bir de Gümüş’ün “Zaman zaman büyük yazarlara sorulur: Niçin yazıyorsunuz?” sorusuna verdiği cevabı anmalı: “Büyük bir yazar olmadığın için olsa gerek, Bilmiyorum, diyeceğim. Gerçekten bilmiyorum. Saçma olduğunu, bir işe yaramadığını bile bile, insan mazohist değilse niçin yazar? Bilen varsa söylesin.”
Hakikaten, bilen varsa beri gelsin!
13.Nisan.18
Karşılaştırmalı Edebiyat
“Yarayla alay eder yaralanmamış olan” (William Shakespeare)
“Ne bilsin belayı belasız başlar” (Aşık Mahzuni Şerif)
Hakan Günday’ın senaryosunu yazdığı, Onur Saylak’ın yönettiği Şahsiyet dizisi, iyi bir yapım. Hikaye biraz karışık ilerliyor ve yerine oturmayan şeyler var. Vardı, demek daha doğru olur çünkü son birkaç bölümde bazı şeyler netleşmeye başladı. Bir linç vakasının hesabını mı görüyor acaba Agâh Beyoğlu?
Biraz Ümit Ünal’ın 9’unu, çokça da Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı’nı çağrıştırdı bana. Çünkü gizlenen, unutulan günahlar var. Suç var, suçlular var ve hatta: Aslında suçsuz olan yok (mu?). Haluk Bilginer’in muhteşem şekilde canlandırdığı Agâh Beyoğlu en sonunda kendini de mi öldürecek? Dizideki hayali Kambura kasabasında (Gölyazı’ymış orası, kuşbakışı muhteşem görünüyor) yıllar önce gerçekleşen olayda, kasaba halkı evi yakarken Agâh Bey sadece izlediği için kendisi de mi suçlu? Sadece izledi mi yoksa linçin elbirliğiyle (devlet millet el ele) üstünün örtülmesinde payı mı var? Bakalım, göreceğiz herhalde ilerleyen bölümlerde. (Çok ince bir şey vardı son bölümlerden birinde, ya da bana öyle geldi, Cansu Dere’nin canlandırdığı cinayet masasının tek kadın polis memuru Nevra Elmas karakteri, “seri katil” Agâh Bey’i kastederek “O katili bulacağım!” dedi. Ve fakat tam da bunu söylediği anda, yukarıda görüyorsunuz, arkasında o güzel insanlar vardı.)
Bu yeşil saçlı arkadaş Mary River kaplumbağalarından. Adını bilmiyoruz çünkü ad koymak insan hastalıklarından biri. Kendisi Avustralya’da, Queensland’deki Mary nehrinde yaşıyor. İnsanın yok ettiği türlerin arasına karışmak üzere.
İnsan denen kötülük kumkuması, yakında kendinin de fişini çekecek, az kaldı. İnsanlık kendi işini bitirdiğinde, işte ancak o zaman rahat edecek cümle mahlukat.
15.Nisan.18
Bazen okuduğunuz bir deneme, öykü ya da şiir, yakınlarda izlediğiniz bir filmle çakışır kafanızda. Ya da bana öyle olur. 2008 yapımı Tehlikeli Oyun’u (Die Welle) izledikten sonra, Memet Baydur’un Ucello’nun Kuşları adlı denemeler toplamında okuduğum şu satırlar düştü aklıma: “Sorgulamak, ahlaksal bir tavırdan daha önemlidir. Sorgulamak, anlamanın başlangıcıdır. Anlamadan yargılamak isteği, ideolojileri ve dinleri doğurmuştur. İnsan, birinden biri haklı olsun ister.”
Ve biliriz ki bu ideolojiler arasında en müflisi, en aşağılığı milliyetçiliktir. Kimse kendini kandırmasın: milliyetçik ile Nazizim ya da faşizm öyle uzak akraba filan değiller. Bayramdan bayrama görüşüyor değiller. Bilakis, aynı apartmanda altlı üstlü oturuyorlar. Çat kapı girip çıkıyorlar birbirlerine.
Tehlikeli Oyun’da insanların tek adamcılığa, ötekiyi dışlamaya nasıl meyyal oldukları anlatılıyor. Hala sorgulamayı, anlamayı bırakmamış insanların işi çok zor. Baksanıza, uzun tarihindeki savaşlardan kıyımlardan hiçbir ders almışa benzemiyor kalabalıklar. Ve onların, kendilerini temsil etsinler diye seçtikleri yöneticiler.
2016 Oscar’larında “En İyi Film” seçilen Spotlight’ı izlemiştim. İyiydi ama ne yalan söylemeli, çok da bayılmamıştım filme. Aynı yönetmenin, Tom McCarthy’nin, Hayatin İçinden (The Station Agent, 2003) adlı filmini ise uzun bir öykü okur gibi izledim. Uzun bir Amerikan öyküsü okur gibi izledim. Hayattan, trenlerden, yalnızlıktan, dostluktan ve sevgiden bahis açan uzun bir Amerikan öyküsü okur gibi izledim. İyi bir öykü okur gibi izledim. (Öykünün başkahramanı Finbar’ı canlandıran Peter Dinklage’i Three Billboards Outside Ebbing’de izlemiştim. Burada döktürüyor.)
Tahsil gördüğüm alanlarda ya da yoğun biçimde emek verdiğim uğraşlarımın sonunda hep aynı noktaya vardım: Susmak, caymak, geri çekilmek… Lisans’ta “mütercim-tercümanlık” okudum, çevirinin aslında namümkün olduğuna kanaat getirip çeviri yapmaktan mümkün mertebe kaçınmayı öğrendim. Neredeyse çocuk yaşlarımdan itibaren şiir ve şiir üzerine okudum. Şiir yazmaktan imtina etmeyi öğrendim nihayetinde. Hele güncel şiir üzerine topa girmenin ölüm tehlikesini barındırdığını anlamam çok uzun sürmedi (öğrenmemiş olsaydım bugün burada, karşınızda ve hala yazıyor olamazdım). Yüksek lisansta toplumsal cinsiyet meselelerine (bölümün o zamanki adı Kadın Çalışmaları idi) el attım, epey yoğruldum, kendime bakıp düzeltmeye çalıştım. Bir yandan da “Eee siz derste kek tarifi mi alıp veriyorsunuz birbirinize?” yollu eril “şakalara” maruz kaldım, pes etmedim ve fakat sonunda yine aynı yere vardım: Erkek olarak, kadına dair hiçbir meselede öne çıkma, söz alma. Tehlikeli ve yasak! Senin tüm yapabileceğin, oğlum Onur, kendi “erkekliğini” düzeltmeye çalışmak. Bu, uzun ve meşakkatli bir yoldur. Bir derviş gibi sessizce, karınca adımlarla yürü bu yolda. Ha, bir de “doktora terk” kariyerim var: Dinler Tarihi denilen uçsuz bucaksız bir engin alan. Buradan ise “dinler ve tanrı hakkında zinhar konuşma” düsturuyla çıkabildim.
Nedir, kimseye çaktırmadan devam ediyor yukarıda andığım meraklarım, uğraşlarım. İşte bu nedenle, Yüz Kitap’ın son güzelliği Chicago Kıyıları’nda Siyah Meryem (Siyah Madonna veya Siyah Bakire) tablosuna rastlayınca heyecanlandım. Bilmiyordum böyle bir şey olduğunu. Ama yıllar yılı düşünüp dururdum kendi kendime, Orta Doğulu İsa abimiz, nasıl sarı saçlı mavi gözlü olabiliyor diye…
***
Necatigil, Bile/Yazdı’da şöyle der: “Ara sıra uzaklaşın şiirden, üstüne düşmeyin, o sizi istemiyorsa boşunadır direnmeniz (tıpkı aşktaki gibi).”
Parantez içine, haddim olmayarak, ekleme yapıyorum: tıpkı öyküdeki gibi.
18.Nisan.18
Yıllardır duyarız. Ne kadar gerçek bilinmez ama söylenip durur: 1453 yılının 29 Mayıs’ında o zamanlar daha “Fatih” ünvanını üstüne giymemiş olan II. Mehmet ve elbette binlerce askeri, can çekişmekte olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun (Bizans’ın) kapılarına dayanıp Konstantiniye şehrini ele geçirmek üzereyken Hristiyan din alimleri oturmuşlar, meleklerin cinsiyetini tartışıyorlarmış.
Ben bunu her duyduğumda bir oda dolusu sakallı adamın bağdaş kurup oturmuş halde ciddi ciddi tartıştıkları bir sahne gelir gözümün önüne. Tartışmanın en hararetli anında kapı tekme sille açılır. Bizim sakallı başlı teologların, kapıyı açan üstü başı kan revan içinde kalmış yeniçeri ağasına bakıp hiç istiflerini bozmadan şöyle dediklerini hayal ederim: “Buyrun ağam, birine mi bakmıştınız?”
Benim muhayyilem oldum olası tuhaftır zaten. Siz bana bakmayın. Nedir, bu rivayetin kıssası da şudur: Memleket meseleleri alev alevken, devletler yıkılır devletler kurulurken “meleklerin cinsiyetlerini tartışmak” olacak iş değildir. Kendini bilmezliktir.
Ben artık “meleklerin cinsiyetini tartışan” din alimlerinin tarafındayım. Çünkü sütliman bir iklim, rahat ve sakin bir ortam beklerseniz bu topraklarda, çok beklersiniz. Hiç öykü yazamazsınız örneğin, hiç okuyamazsınız, hiç film izleyemezsiniz. İlhan Berk’in bir kitabında yer alan bir şiirin, kitabın sonraki baskılarında olmadığını “keşfedip” bunu tartışmaya açamazsınız çünkü o durumda “meleklerin cinsiyetini tartışan” teologların durumuna düşersiniz. Dalga geçerler, küçümseyip alaya alırlar sizi. Oysa zaten, teolojinin önemli konuları arasında olabilir meleklerin cinsiyeti. Ve sizin seçim tarihlerinizden daha mühim olabilir İlhan Berk’in bir şiiri…
Cemal Süreya’nın “edebiyatımızın mareşali” dediği Muzaffer Buyrukçu’nun öykülerinin romanlarının yanısıra günlükleri de var. Ben şimdilik sadece “Sıcak İlişkiler” kitabına el atmış durumdayım. Buyrukçu’nun günlükleri enteresan. Bir güne başlayıp bitiriyor, sonra birkaç sene atlayıp başka bir güne atlıyor. Bu metinlere, alışıldık anlamıyla günlük demek ne kadar isabetli olur emin değilim (zaten Sıcak İlişkiler’i “anı” etiketiyle basmış Adam Yayınları). Öyle ya da böyle, çok ayrıntılı, öykü tadında metinler bunlar. Edebiyat tarihinden aşina olduğumuz isimlerin olmadık, tuhaf, çok özel hallerine şahit oluyorsunuz. Öyle bir anlatıyor ki Buyrukçu, sanki siz de Orhan Kemal ve “Allah” Edip’le (Cansever) aynı masada oturuyorsunuz. Üstelik Buyrukçu, şahit olmadığı ama başkalarından dinlediği olayları da katıyor metnine. Hatta ve hatta, anlattığı kişilerin zihnine girip konuşturuyor onları. Çok keyifli ve ilginç anılar, günlükler bunlar.
27 Eylül 1969 günüdür, (internet sağ olsun) günlerden Cumartesidir. Muzaffer Buyrukçu ve Atilla Özkırımlı, Erdal Öz’ün işlettiği Zafer Çarşısı’ndaki Sergi Kitabevi’ne uğrarlar. Orada İlhan Berk ile Fethi Naci oturuyordur. Erdal Öz ortalıkta gözükmüyordur çünkü Fethi Naci’nin bir gece önce kırdığı gözlüklerini yaptırmak için çıkmıştır. İlhan Berk, Fethi Naci, Atilla Özkırımlı ve Buyrukçu dükkandan çıkıp Ulus’a giderler, oradan Çıkrıkçılar Yokuşu’na vururlar (İlhan Berk şiirini yazmıştır oranın), Ankara kalesine çıkıp gezerler. Oradan içmeye giderler, olaylar gelişir. Bizim buraya tüm bu olayları almamıza imkan yok. O nedenle kısacık bir alıntıyla yetineceğiz:
İlhan Berk yakında Bulgaristan’a gidecekti. Daha önce de Macaristan’a gitmiş ve oradan kaldığı otelin bulunduğu bir kartpostal yollamıştı Papirüs’e. Odasını işaret etmiş, “İlhan Berk bu odada yattı,” gibi bir yazı da yazmıştı. “Gezi benim için önemli şimdilerde, ..kerim şiirin geçmişini,” dedi. Fethi Naci, İlhan Berk’in yüzüne şaşkınlıkla baktı ve sövmesinden hoşlandığını belirten bir kahkaha attı, koluma girdi.
Buyrukçu’nun sorması üzerine biraz Ankara tarihinden bahsettikten sonra şöyle der Berk: “(…) Ben eski Ankara’nın bazı sokaklarını yazdım. Burada bambaşka, derin, şiirsel bir yaşam var. Yazmak gerek. Her şeyi yazmak gerek. Fransızlar Paris’in bütün sokaklarını yazmışlar; şiiri, edebiyatı her şeyden çıkarmalı, seçmemeli. Şu şiirdir, bu da değildir, yok öyle şey!”
Berk’in bu sözleri, Memet Fuat’ın onun hakkındaki yargısını doğrular nitelikte: “Ben İlhan Berk’in eleştirmenliğini, daha doğrusu, kuramcılığını sevmem. Şairliği başka. Şairliğine söz yok. Onun dokunduğu her şey şiire dönüşür.” (Yaşlı Bir Şaire Mektuplar, Altıncı Mektup)
Hamiş: Yine Altıncı Mektup’tan: Şiir kitabı deyip geçme… İlhan Berk Galata’yı gönderirken bana yazdığı mektupta, “Galata bir gün yakılırsa hiç kuşkun olmasın bu kitapla yeniden kurulabilecektir,” diyordu.
***
Latif Sözcükler (Sanki Latif Olmayanı Varmış Gibi): istihsal, müemmen, şavalak, vetire, merhale, müzahrefat, gevmek, derakap, çemirlemek, hagaragort, şirelenmek, indifa, letafet, mukassi, muvaffak, murafaa, cüruf, muhtelif, maaile, tir(h)andil, sezinlemek (Memet Fuat’ın Yaşlı Bir Şaire Mektuplar’ından) lengerendaz…
***
Yeri gelmişken ufak bir hatayı da düzeltelim. İlhan Berk’in sokakların yazma hevesinden açmıştık yukarıda, nitekim Pera kitabında yer alan İLHAN BERK ŞAHKULU BOSTANI SOKAĞI’NI VE LÜLECİHENDEK CADDESİ İLE ALAGEYİK SOKAĞINI VE DE SALÂH BİRSEL’İ ANLATIR adlı şiirinde bu hevesinin bir yansımasını okuruz. Nedir, ufak bir hataya düşmüş ve şöyle demiştir Salâh Bey hakkında: “Birsel’in bu sokaktaki evi, sonra da bu sokağı sevdiğini söylememize bilmem gerek var mı? Bu sokak değil mi ki 20-30 adım sonra Pera’ya çıkıyordur, öyleyse doğma büyüme bir Peralı olan yazarımız daha ne ister? Lebon’da ya da Markiz’de çayını yudumladıktan sonra, kendini İstiklal Caddesi’ne atmak işten bile değildir. Hem Pera’yı o da bir aşağı bir yukarı dolaşmak için seviyordur. Hem belki de daha iki adım atmadan, önüne ya Oktay Akbal (Fatihli olan Oktay Akbal), ya Naim Tirali, ya Lütfi Özkök, ya Sabahattin Kudret, ya da Sait Faik (Beyoğlu’nda deli danalar gibi dolaşan sevgili Sait Faik) çıkıverecektir.”
Düzeltmiş olalım: İki gözümüz Salâh Bey, doğma büyüme Peralı değildir. Bandırma’da doğmuş, çok kısa bir süre sonra İzmir’e geçmiş ve ilkgençliğini İzmir’de geçirmiştir.
Hamiş: Tesadüfe bakın siz, Sait Faik’in İstiklal Caddesinde deli danalar gibi dolaşmasına, Buyrukçu’nun Sıcak İlişkiler’inde Edip Cansever ve Buyrukçu da değinirler, hatta enine boyuna tartışırlar.
Onur Çalı