21.Nisan.18

29. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde Nebil Özgentürk’ün Sabahattin Ali belgeselini izledim: Kayıp Kemiklerin İzinde. Sabahattin Ali’nin kemiklerinin bile kaybettirildiğini bilmiyordum. Bu “kaybettirilmek” lafı da ne acayip. Herhalde bizimki gibi Ortadoğu toplumlarına özgüdür. Yani kaybolmuyor, devlet eliyle (hatta çoğu zaman “devlet millet elele” koalisyonuyla) kaybettiriliyor. Nedir, belgeseli beğenmedim. Nebil Özgentürk, Sabahattin Ali’nin yurtdışına gitme sürecini anlatırken “bir takım karanlık adamlar düşmüştü peşine” gibi laflar ediyor. Duyan da Sabahattin Ali’nin peşine mafya düştü sanacak. Allahtan Filiz Ali’yle Altan Öymen söz alıyor belgeselde de işin aslı dillendirilmiş oluyor.

Ali’nin Sinop Cezaevine girmesine de değiniyor Özgentürk ama arabesk laflarla: İçim acıyor, yüreğime dokunuyor filan. İyi de oraya neden girdi Sabahattin Ali, Sinop Zindanına neden düştü? Neden anlatmıyor Nebil Özgentürk? Tuhaf doğrusu.

Her şeyi geçtim, Ali’deki a’yı uzatarak söylemek niye be adam?

df55e-nebil-ozgenturkun-sabahattin-ali-belgeseli-gosterimde-iii

Bir film, bir de yönetmen tavsiye edeceğim size.

Film, yazma atölyesi gibi film: François Ozon’un “Evde” (2012) adlı filmi. Yönetmen ise Tom McCarthy.

24.Nisan.18

Sevim Burak’ın mektuplarını (Mach One’dan Mektuplar), ilk evliliğinden olma oğlu A. Karaca Borar derlemiş ve yayına hazırlamış. Güzin Dino’ya yazdığı 20 Ocak 1967 tarihli mektupta şöyle diyor Sevim Burak: “Bu dünyayı izleyenlere bir halt yok. Açıkgözler için hiçbir şey yazmayacağım. Dünyalarını kaybetmişler için… Kendim için yazacağım. Erken bunamışlara, hayalperestlere, çok acıklılara, bu dünyadan gitmek üzere hazırlık yapanlara yazacağım. Yalnız aklını kaybetmişlerle bu dünyayı paylaşacağım. Aşktan aklını oynatanlara, şizofrenlere, aşırı romantiklere ve aşırı sadistlere. Delilere yazacağım. Aptallara da sevgim var. Ama delileri yaratıcı buluyorum…”

***

Bugün 24 Nisan. Hayır, neşe dolmuyor insan. Çünkü 24 Nisan 1915’te başlayıp devam eden “olaylarla” yüzleşemedi Türkiye toplumu. Adını koyamadı, telaffuz edemedi. Biraz da bu yüzden malulüz.

Hrant Dink’ten bir alıntı: “Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlamak hastalıktır. Kimliğini yaşatabilmek için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıktır…”

Tarihi gerçekleri romanlardan öğrenemeyiz elbette, öyle bir misyonu yoktur edebiyatın. Nedir, acıların insandaki yansımalarını görmek için okuruz biraz da. Edebiyat bizi iyiliğe, yüzleşmeye, hesap vermeye ve giderek özür dilemeye ve barışmaya doğru, çok milim milim de olsa, iteler. O yüzden Akif Kurtuluş’un Ukde adlı romanını okuyunuz derim.

25.Nisan.18

Dünlük adını verdiğim bu günlükleri yazma fikri, elbette ve saygıyla, Salâh Birsel’e ve Tomris Uyar’a dayanıyor. Onların yazdıklarının yanına bile yaklaşamayacağının farkında olarak. Ve fakat onların haberi olmasa da onlardan el alarak. Zaten sağlıklısı da bu. Yazan kişinin el alacağı, usta belleyeceği, gıpta edeceği (ve zaman zaman, kendi yolunun taşlarını döşeyene kadar taklit de edebileceği), sözün özü seçeceği yazarların, biyolojik yaşamlarının sona ermiş olmasında hep fayda görmüşümdür. Böylesinin, iki taraf için de daha sağlıklı olduğunu düşünegelmişimdir.

Günlükçü denilen kişi, elbette ve öncelikle kendinden açar, kendini açar. İşin raconu budur. Dolayısıyla, her ne kadar bir edebiyat ve (olabildiğinde) sanat günlüğü olmasına gayret etsem de 2015 yılının Temmuz ayından beri sürdürdüğüm bu naçizane günlüklerde kendimden bahsetmem yadırganmamalı.

Okumayı söktüğümden beri sıkı bir okur sayılırım. Aşk acısı sanrısıyla geçirdiğim ve gençlik hezeyanlarıyla çarçur ettiğim birkaç sene istisna, iyi bir okur olmaya çalıştım. Yazmak, yayımlamak üzere yazmak işine bulaşalı ise on seneyi buluyor. Daha kalfa bile olabilmiş değilim ama küçümsemeyin siz yine de, çırakların da tecrübeleri vardır.

Yazmak, zamanla bir lükse dönüşüyor. Ne kadar hayatı, arkadaşlığı, dostluğu ve hatta aşkı edebiyatın üstünde tutsanız da bir süre sonra günlük birçok rutin, angarya sınıfına girmeye başlıyor yazan insan için. Okumanızı, yazmanızı sekteye uğratabilecek her şeyden imtina etmeye gayret ediyorsunuz. Bu, aileniz iş arkadaşlarınız ve çevrenizdekiler için korkunç bir bencillik olarak algılanabilir. Pessoa’nın, nişanlısı Ophelia’ya yazdığı mektup düşüyor aklıma, hep değilse de sıklıkla: “Az uyurum ben, başucumda da kağıt ve dolmakalem vardır. Gece yazmak için uyanırım, yazmak zorundayım, rahat uyuyamayacak olan Bebek için de bu durum hiç hoş değildir.”

İlhan Berk’in “yazmak cehennemdir” demesi bundan mıydı acaba?

Yanlış anlamaya mahal vermeyeyim: Yazma uğraşı, insanın güle oynaya içine dalacağı bir cehennem aslında. Sanki birileri ya da kendimiz tarafından mecbur tutuluyor değiliz bu işe. Bu cehennem, yalnızlaştıran ve münzevileştiren bir cehennem değil. Aksine çoğaltan, zenginleştiren ve insanı diri tutan bir cehennem.

Yazan kişinin yakın çevresinin anlamak ve (hatta) giderek katlanmak durumunda kalacağı bir cehennem yine de.

Ne demeli: Daha eğlenceli işler varken böylesi sıkıcı işlere bulaşmanızı anlamayacaktır kimileri. Bir sohbetin ortasında dalıp giderek çantanızdan not defterinizi çıkarıp notlar almanıza, o muhteşem “yazma anı” bastırdığında naylon görmüş beygir gibi huysuzlanmanıza anlam veremeyeceklerdir. Zaten kim kimi anlamış ki…

Ezcümle: Yazmaya heveslenenler, cehenneme hoş geldiniz! Merak etmeyin bu cehennem çok kalabalık, canınız hiç sıkılmayacak.

***

Latif Sözcükler (Sanki Latif Olmayanı Varmış Gibi): koyak, hamiş, nota bene, derkenar, muadil, melâke, meleke, melik, melike, mertebe, mefhum, milim, tayın, azık, azmak, gölcük, göz, mezelemek, melemek, methetmek, methiye, merhale, satıh, seçim, baskın, geçim, ahmak, melanet, iblis, menfur, teres, beynelmilel, deyyus, meşum, teşrinisani, üç, sırık, moruk, zıvanadan çıkmak, zillet, zelil, zeval, Dündarlı mandası gibi yayılmak (yerel), üst, halk, nefessiz, kalmak, boğulmak, yeter, imdat, huzur, isyan, akıbet, hüsran, rezil, rüsva, rezalet, inşallah, ya da, hazin, son, tez, vakit, ecel, Azrail, ilenmek, kuvve, fiil, tepetaklak, yakışıksız, çöydürmek, malak emzirmesi (argo), sifon, kum, örtmek, moloz, cüruf.

***

İlhan Berk yazmak cehennemdir demiştir ama Şiirin Gizli Tarihi’nde şunu da döktürmüştür: “Yazmak, her şeyi aşka dönüştürmektir. Yazmak budur.”

Herkesin seçimi kendine, cehennemi ve aşkı da kendine!

26.Nisan.18

2 Temmuz 2000 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Vanilya Kokusu” başlıklı yazısında (yazı Sessiz Güvercinler Ülkesinde’nin içinde) Barış Bıçakçı’dan açıyor Memet Baydur. “Yusuf Atılgan’ı, Oktay Rifat’ı okuyup anlamış bir genç ustanın ilk romanını okurken keyiflendim. İyi bir şey yapmış!” diyor. Bir anlamda “zarını atmış” oluyor Bıçakçı’dan yana. Henüz ilk romanını (Herkes Herkesle Dostmuş Gibi) yayımlamış bir yazara “usta” demek için edebiyat gözüne sahip olmak gerekir. Bu, herkeste bulunan bir nitelik değildir.

Memet Fuat geliyor aklıma. İyi yazarları bulması, fark etmesi, teşvik etmesi, dahası arkalarında durması, desteklemesi…

Sevim Burak ilk kitabı Yanık Saraylar’la (1965) Sait Faik Hikaye Armağanı’na katılır. Memet Fuat da jüridedir. Diğer jüri üyelerine (ki aralarında Behçet Necatigil ve Haldun Taner de bulunmaktadır) mektup yollar, uyarır, ödülü Yanık Saraylar’a vermek gerektiğini söyleyerek Tahir Alangu’nun etkisinde kalmamalarını ister. Nedir, sonuç değişmeyecektir. Ödül, Cengiz Yörük’ün (Yörük Ali Efe’nin oğludur) Çölde Bir Deve adlı kitabına verilir. Bunun üzerine, Memet Fuat jüri üyeliğinden çekilecek ve şöyle diyecektir: “Sait Faik gibi çok sevdiğim bir sanatçı adına her yıl sanatçılara haksızlık etmenin sorumluluğunu taşımamak için Yargıcılar Kurulu’ndan ayrıldım.”

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Onur Çalı