Yüz Kitap’tan çıkan Chicago Kıyıları’nda “doğma büyüme Chicago’lu” Stuart Dybek, yenilgilerin tarihini yazıyor. Futbol jargonundaki “şerefli mağlubiyetlerin” ruhunu anımsatan öykülerle dolu kitap. Kentsel dönüşüme uğrayan yoksul mahallerinin gençleri, yıkıntılar arasından doğan azizler, “eski memleketlerinden” yeni dünyaya geldiklerinden beri inatla ve ısrarla İngilizce öğrenmemiş göçmenler…

Kitapta dört uzun öykü var. Koyu fon üzerine dizilmiş olan kısa öyküler ise oldukça şiirsel. Sanki okuru uzun öykülere hazırlamak için yazılmış gibiler. Bu öyküler bana, Barış Bıçakçı’nın “Baharda Yine Geliriz” kitabındaki Şehir Rehberi başlığı taşıyan ara-öykülerini anımsattı.

Kitabın dikkat çekici bir diğer yanı da öykülerdeki yoğun müzik göndermeleri. Nitekim yazar, bir söyleşisinde şöyle demiş:

Bütün sanatlar, duygularla düşüncelerin kesişim noktasıdır ve sanat sadece zihni değil kalbi de eğittiği için gereklidir. Müzik, duygularla olan gizemli, güçlü, doğrudan bağlantısından ötürü, benim için büyük bir duygusal öğretmendir. Edebiyatta müziği taklit etmeye çalışıyorum, sadece dili melodik ve ritmik kılmak için değil, aynı zamanda edebiyatın sizi kelimelerin ötesine götürdüğü o çelişkili hale ulaşmayı amaçlıyorum. Büyürken benim zihnimin kapılarını açan müzikti ve benim için bu cazdı. Müziğin bana hissettirdiklerini anlamak ve kendime açıklamak için soru sormaya ve kitap okumaya yöneldim. Beni özgürleştiren bir şeydi bu. Müzikte duygular düşüncelerden önce gelir. “Kış Mevsiminde Chopin” ve “Felaket Bölgesi” gibi öykülerde de bu oluyor, müzik, kahramanların hayal güçleri için bir yol açıyor. Onları değiştiriyor.

Öykülerde geçen müzikleri derledim toparladım. Başlıklara tıklayarak dinleyebilirsiniz.

İyi okumalar, iyi dinlemeler!

Onur Çalı

2ff34-13042018-chicago-kiyilari

Frankie Yankovitch Polka Saati: Annem bir seferinde kendisi küçükken Dzia-Dzia’nın keman çaldığını söylemişti, ama benim onun biraz da olsa ilgi gösterdiğini gördüğüm tek müzik “Frankie Yankovitch Polka Saati”ydi; sesini iyice açar ve kulağını neredeyse radyoya yapıştırarak dinlerdi bunu. (Kış Mevsiminde Chopin, s. 25)

BoogieWoogie: Sonra bir akşam, aramızdaki haftalar süren, yalnızca homurtularla kesintiye uğrayan sessizliğin ardından, “Boogie-woogie müziği bu,” dedi Dzia-Dzia.

İrkilerek, “Ne dedin, Dzia-Dzia?” diye sordum.

“Cazcı zencilerin çaldığı müzik.” (Kış Mevsiminde Chopin, s. 25)

Grande Valse Brillante: “Herhalde ‘Grande Valse brillante’ı duyunca da, ‘Nereden bileyim?’ diyeceksin, değil mi? Chopin’in bunu bestelediğinde yirmi bir yaşında, yani üst kattaki kızla hemen hemen aynı yaşta olduğunu nereden bileceksin? Bu eseri Viyana’dayken, Paris’e gitmeden önce besteledi. Size okulda bunu öğretmiyorlar mı?” (Kış Mevsiminde Chopin, s. 30)

Yağmur Damlası Prelüdü: Dzia-Dzia durup dinledi. Marcy oldukça hafif bir şekilde yeniden çalmaya başlamıştı. Dzia-Dzia, Marcy’nin ne çaldığını tahmin etmemi istemiş olsa bunun bir prelüt olduğunu, hatta “Yağmur Damlası” prelüdü olduğunu söylerdim. (Kış Mevsiminde Chopin, s. 35)

Opus 42: “La bemol, Opus 42. Paderewski’nin en sevdiği, hatırladın mı? Chopin yirmi bir yaşındayken, Viyana’da bestelemiş.”

Dzia-Dzia, “Viyana’da mı?” diye sordu, sonra masayı yumrukladı. “Bana sayılarla notaları sayma! La bemol, Z diyez, Opus 0, Opus 1000! Kimin umurumda? Chopin yerine tombala oyunu gibi anlatıyorsun.” (Kış Mevsiminde Chopin, s. 37)

Blueberry Hill: Felaket Bölgesi isminin aramızda ilk kez resmiyet kazanmasından kısa bir süre sonraki bir günü hatırlıyorum. Zig, Pepper ve ben, kamyonların yükleme ve boşaltma yaptığı alanları kestirme yolu niyetine kullanarak, Douglas Park yakınındaki viyadüğe doğru Rockwell’den aşağı yürüyorduk. Pepper kendine has Fats Domino taklidini yapıyor, piyanoda çalınan açılış melodisini de eksik etmiyordu: Bum-pa-da bum-pa-da dummmm…

Ah bulmuşum heyecanımı

Yaban Mersini Tepesi’nde… (Felaket Bölgesi, s. 54)

I Put a Spell on You: Viyadüğe doğru hızlanarak yürüyorduk; Screamin’ Jay Hawkins’in “I Put a Spell on You” şarkısıyla kafayı bozduğumuzdan beri blues haykırışı yarışmaları için gittiğimiz doğal bir yankı odasıydı orası. Hatta müzik grubumuz İsimsizler’in oluşmasını sağlayan da, büyük ölçüde, blues haykırışlarına birlikte çalışmamızdı. Benim oturduğum apartmanın bodrum katında alıştırma yapardık: Zig bas çalardı, ben saksafon çalardım, Pepper baterideydi ve Deejo adında bir çocuk da, her ne kadar elektro gitar almak için para biriktirdiğine dair bize söz verdiyse de, akordeon çalardı. (Felaket Bölgesi, s. 55)

1812 Uvertürü: Coşkuyla kendinden geçen Deejo aceleyle eve koşup bütün gece yazdı. Ne zaman yazdığını her zaman anlayabilirdim. Tek ipucu onu ele geçiren vahşi, hülyalı bakış değildi. Deejo müzik dinleyerek, genellikle de 1812 Uvertürü eşliğinde yazardı ve onun penceresini benimkinden sadece binalar arasındaki dar bir geçit ayırdığından, gece ikide çanlarla top patlamalarını duyduğum zaman onun bir şeyler yarattığını bilirdim. (Felaket Bölgesi, s. 59)

Tutti Frutti: Benimle konuştuğundan emin olmak için etrafa bakındım. Debbie kendi kendine fısıldayarak “Tutti Frutti”yi mırıldanıyordu. (Felaket Bölgesi, s. 64)

Chick Webb: “Ben de doğum günüm için ondan istiyorum. Bende bir alto var, eski bir Martin. Amcam Seymour’a aitti. Chick Webb’le çalardı o.”

“Ah, öyle mi?” dedim. Chick Webb’in kim olduğunu tam olarak bilmesem de etkilenmiştim. (Felaket Bölgesi, s. 64)

Harlem Nocturne: Müzik açık barlardan dışarı taşardı. Yağmur yağdığında ve kaygan sokaklardaki ışıklar titreşip parıldadığında ise, Deejo arka koltukta ıslıkla “Harlem Nocturne” melodisini çalmaya başlardı. (Felaket Bölgesi, s. 66)

Frankie ve Frank: Ay, nehrin parlak ve yağlı yüzeyinde son derece göz alıcı bir spot ışığı gibi parlıyordu. Radyoda Frankie Avalon çalıyordu. “Susturun şu budalayı. Ondan nefret ediyorum,” diye bağırdı Pepper. Arabayı son kez takdis etmek için kaportanın üzerine işiyordu bu sırada. Radyo kanalını değiştirip geceleri duygusal müzik çalan istasyona geçtim (Sinatra, “These Foolish Things” şarkısını söylüyordu) ve sesi sonuna kadar açtım. Pepper yere atladı, farları yaktı ve arabayı köprüden aşağı ittik. (Felaket Bölgesi, s. 70)

April in Paris: “Öyle bir şeyi bir kere daha denesem diye düşündüm, biliyor musun, Basie’nin ‘April in Paris’ albümünde bağırdıkları gibi –‘Bir kez daha!’– eski günlerin anısına. O zamanlar kendimi daha çok seviyordum. Seni de daha çok seviyordum.” (Gece Kuşları, s. 98)

Bing Crosby: Buddy’nin mekanındaki radyoda, DiMaggio’nun yine orta sahada olduğu maç açıkmış; o sırada radyoyla aynı anda çalan müzik kutusundan da Bing Crosby hafif hafif mırıldanıyormuş. (Sıcak Buz, s. 134)

La Bamba: “Ben kaptanım,” dedi Pancho ona.

“Ordu mu hapishane mi, hangisi?”

“Ben kaptanım, dostum, soy capitan, capitan,” diye ısrar etti Pancho. Bir yandan da kendi kendine, alçak sesle “La Bamba” şarkısını mırıldanıyordu. (Sıcak Buz, s. 142)

Tantum Ergo: Ayaklarını kaldırmadan yürüyordu, saçları tere benzer bir serpinti yüzünden kafasına yapışmıştı. Saat öğleden sonra üç civarıydı. Kiliselerin içinde saatler gün boyu öğleden sonra üçü –İsa’nın çarmıhtaki karanlık saatini– göstermişti, ama şimdi dışarıda da saat öğleden sonra üç oluyordu. Kulağa eski zamanlara aitmiş gelen “Tantum Ergo”nun sokağın aşağısından gelen nağmelerini duyabiliyorlardı. (Sıcak Buz, s. 161)