30.Nisan.18
Sevim Burak, oğluna yazdığı mektuplardan birkaçında bir ilan olayından bahsediyor. Başlarda çok açık olmayan olay giderek netleşiyor ve biz de anlamaya başlıyoruz. Meğer oğlu Karaca Borar, Afrika Dansı çıktığında çok heyecanlanmış ve o sıralarda yurtdışında olduğundan “sevincini somut olarak” paylaşamadığından annesine sürpriz yapmak istemiş ve Ali Poyrazoğlu aracılığıyla Milliyet Sanat dergisine ilan vermiş.
Sevim Burak’ın dediğine bakılırsa ilan epey patırtı koparmış: “Millet meyhanelerde bu ilanı kim verdi? diye günlerce konuştular ve ilk önce Milliyet Sanat’ı kınadılar.” Bunun üzerine, Milliyet Sanat dergisi yönetimi Murat Belge’yi aracı kılarak Sevim Burak’tan “bu ilan oğlum Karaca tarafından verilmiştir” diye açıklama yapmasını istemiş. Sevim Burak reddetmiş bu açıklamayı yapmayı. Şöyle yazıyor o sıralarda Amerika’da bulunan oğluna: “Amerika’da para, reklam geçerli olabiliyor. Ama burada reklam için bir yazarın ilan vermesi hoş karşılanmıyor.”
Ah Sevim Hanım ah, bugünlere, sosyal medya çağına yetişebilseydiniz keşke, ne rahat ederdiniz efendim. Bugün yazan çizen herkes, hepimiz, kendi kitaplarımızın reklamını yapıyoruz sosyal medyada rahatça. Hiç mahcubiyet filan duymadan. Hepimiz, yazan çizen herkes yapıyor bunu.
Barış Bıçakçı dahil değil.
Latif Kelimeler: kukuleta, üvendire, ondüle, itimat, iftihar, mürettip, teferruat, matbuat, metruk, meçhul, semt-i meçhul, ifrat, tefrit, müşkül, mesul, girdi, yiv, fırdöndü, kasket, merasim, vasıf, müştereken, teçhizat, taife, münasebetsizlik, müktesebat, misal, kadük, muharrir, edip, müellif, mükellef, muhakeme, muğlak, muallak, mükafat, martaval, ölet, kıran, hırpani, muhterem, muhayyel, encam, serencam, sergüzeşt, münakaşa, hurdahaş, hususi, matuf, maşatlık, hatırşinas, müşkül, müşkülpesent, kaşane, muayyen, nazari, kokoz, mezalim, muzır, muallim, maşrapa, mendebur, muhterem, berhudar, nümayiş, temaşa, tekaüt, meri, mezura, yüksük, hatıl, kubbe, bitamam, layemut, mezmur, keyfekeder, andakondu, tevafuk, tevakkuf, menşe, yalınkat, mazbut, minevvel minahir, mutena, muteber, kefiye, varakpare, kıtık, mürebbiye, menkıbe, vicahi, dalyan, mihrak, yuvar, odak, badire, basiret, mündemiç, berk, mensucat, cemaziyülevvel, merbut, abus, kıtal.
2.Mayıs.18
İlan meselesini kafamda evirip çevirirken aklıma Aziz Nesin düştü.
Aziz Nesin’in Geriye Kalan adlı kitabının yayımlanması, o klişe deyimle “Aziz Nesinlik” bir hikaye. Yıl 1953. Aziz Bey, 16 aylık tutukluluktan sonra Nevşehir Cezaevi’nden tahliye olur ve fakat başında bir polisle döner İstanbul’a. Çünkü 16 ay da gözetim altında kalacaktır. Artık bir “sakıncalı piyade” olduğundan kimse ona iş vermek istemez. Para kazanmak zorundadır. İşte bu para kazanma baskısı yöneltir onu Geriye Kalan’ı bastırmaya. Evvelce Marko Paşa’da yayımlanmış yazılarını toparlar. Borç harçla kağıt alır, kitabı dizdirir, parasızlıktan kitabın kapağını dahi kendi çizer ve kitabı bastırır. Bastırır bastırmasına da reklamını yapamadıktan sonra neye yarar? Kitabın ilanı için üç gazeteye başvurur, hiçbiri yayımlamaz ilanı. Aziz Nesin adını gördüklerinde naylon görmüş beygir gibi ürkerler. Dedik ya, sakıncalıdır Aziz Bey. Parasızdır zaten, üç beş kuruş kazanmak için bastırdığı kitabın borçları da binmiştir üstüne. Peki, şimdi ne yapmalı? Sonunda çıkış yolunu o ince zekasıyla bulur Aziz Bey. 25 Ocak 1953 Pazar günkü Cumhuriyet’te şöyle bir ilan çıkar. İsimsizdir.
İlanın altında da bir not: “GERİYE KALAN. Salı günü çıkıyor. Satış yeri: Ankara Caddesi No 59”
Can Baba “Saint Aziz” dermiş Aziz Nesin’e. Siz çok yaşayın aziz Aziz Bey!
***
Öyleyse yeryüzü, bu en büyük kitap, hep yazılmalıdır. Sözcükler, sevgili sözcükler yerlerinden oynatılmalıdır, yeni bir yaşam adına. Yeryüzünün bir yerinde bir yaşama gerçekleşmiş, en güzel, en somut sözcükleri bekliyordur. Acunun bir başka köşesindeyse eşitsizlikler doruğa çıkmış, en yalın, en terörcü sözcükler bulunmalı ve sürülmelidir. Bir başka yerde de sular artık yatağından çıkmış ve “kıyametler belirmiştir.” Yani her şey, her şey yazılmak, yazılmak istiyordur. (İlhan Berk, Yazmak Denen Cehennem)
Böylesine kavramadıkça yazmayı, böylesi bir heves, tutku, arzu duymadıktan sonra neye yarar yazmak? Poz kesmek, imza-söyleşi yapmak, sosyal medya “meşhuru” olmak için kullanışlı bir araçtır olsa olsa. Öylesi de olabilir yazmanın. Olabilir olmasına da ben almayayım.
8.Mayıs.18
Beş dakikada olup bitmiş bir olayı 25 dakikada anlatan insanlar var, denk gelmişsinizdir. Ayrıntılar ayrıntılar ve ayrıntılara boğarlar hem sizi hem kendilerini. Uzun uzun anlatırlar. Ben bu türden insanlara maruz kaldığımda hep şunu düşünürüm: Keşke bu muazzam yeteneklerini roman yazmakta kullansalar. Çünkü romanı okurken sıkıldığımızda kitabı tutup fırlatma seçeneğimiz mevcut. Nedir, dinlerken bunu yapamayız. En iyi ihtimalle, dinler gibi yapıp hayallere dalabiliriz. Yazık değil mi bize!
9.Mayıs.18
Ne diyordu Sinek Isırıklarının Müellifi Cemil:
“Aforizma belki bilmek demek değildir ama bilmek çabasıdır, ona en azından bir başlangıç önermesine verilen değeri vermek gerekir. Şu da yeteri kadar açık değil mi: Aforizma modern insanın kullandığı bir ağrı kesicidir. Hiç olmanın ağrısını dindirir. Sonra ağrı yine başlar.”
Herman Hesse’in muhtelif konularda çiziktirdiği aforizmalarından mürekkep “İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez” adlı kitaba başladım. Daha en başta bir sevgili sözcüğe rastladım. Kitabın çevirmeni Kâmuran Şipal, “sözveri” diye bir sözcük kullanmış. Ben sözlüklerde bulamadım ama cümlenin bağlamından anladığım, “vaat” yerine kullanmış bu sözcüğü Kâmuran Bey.
Hesse’in ağrı kesicilerine daha sonra geleceğim.
***
Arada edebiyat dışı okumalar yapmak iyi oluyor, perde arası gibi, teneffüs gibi. Bir Dönem İki Kadın Oya Baydar ile Melek Ulagay’ın “birbirlerinin aynasında” yaptıkları uzunca bir sohbetten oluşuyor. İkili, kendi deyimleriyle “farklı duygular, farklı dürtülerle, farklı ortamlarda ama aynı amaca doğru, paralel çizgiler gibi kesişmeden akıp geçen iki yaşam; iki kadın hikâyesi” anlatıyorlar. Türkiye’nin 1950’li yıllardan başlayan ve sohbetin yapıldığı 2010’a kadar uzanan tarihini de okumuş oluyoruz aslında. Elbette, iki kadının gözünden. Bu iki kadın ki özellikle 60’lı yılların sonundan başlayıp 90’lı yılların başına kadar sol siyaset içerisindeler bir şekilde, “aktif” denebilecek roller üstlenmişler. Açık sözlülükle anlatıyorlar. Ben şahsen çok şey öğrendim, özellikle 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemlerinin ruh halini, bu süreçlerin içinden geçen iki kadının gözünden görünce daha iyi anladım. Epeyce hacimli kitabı ilk elime aldığımda “biraz karıştırıp bırakırım” diye düşündüm ama öyle olmadı. Elimden düşüremedim.
Manzarayı tamamlamak için, “okunacaklar” sırasına kaynak yaparak Elvada Alyoşa’yı öne aldım. Sonra Suat Duman’ın yeni polisiyesi var sırada, Mahir Ünsal Eriş’in son romanı, Fethi Naci’nin anıları, Zambra’nın yeni çevrilen kitabı, Memet Baydur’un oyunları…
Dua eden bir insan değilim ama okumaya niyetlendiğim kitapları düşününce “Ulu manitu bana on yüz bin milyon saat bağışlasan da şu kitapları okusam be hacı” diyesi oluyorum.
***
Hermann Hesse’den bir ağrı kesici:
“Bir savaş durup dururken çıkmaz ortaya, insanların bütün diğer girişimleri gibi önceden hazırlanır, olabilirlik kazanması ve gerçekleşebilmesi için pek çok kişinin bakım ve çabasını zorunlu kılar. Ama savaşı isteyen, hazırlayan ve insanlara telkin edip benimsetenler, savaştan yarar uman insan ya da güçlerdir. Savaş, söz konusu kişilere ya doğrudan nakit para olarak kazanç sağlar (savaş patlak verir vermez sanayinin daha önce kendi halinde ve masum ne çok dalı silah üreten ticari işletmelere dönüşür ve para otomatik olarak bu işletmelerin kasasına akmaya başlar!) ya da onların prestij ve saygınlığını yükseltir, gücünü artırır.”
İnsanlığın bunca deneyimden sonra savaşa, silaha meyletmesi akıl alır gibi değil. Silah üreticilerinin, para sahiplerinin savaş olsun için uğraşmalarını, didinmelerini anlamak mümkün. Nedir, bu uğursuzlar dışında kalanların, halkların hala savaştan, silahtan, çatışmadan medet umması anlaşılır gibi değil.
Onur Çalı