28.Mayıs.18

Bir okur olarak kendimde bir “daralma” hissediyorum. Evvelce daha fazla şiir ve roman okurdum. Şimdilerde ise öyküden, denemeden, anı ve günlükten başkasını okuyasım gelmiyor pek. Okur olarak böyle iyiyim. De. Yazdıklarımda da daha az “şiir” var sanki artık. Bu da iyi bir şey sanırım. Geçenlerde bir ilk kitap okudum. Bir şair elinden çıkmaydı. Öyküler şiire batmıştı. Okuyamadım, yarım bıraktım öyküleri. Şiirde “öykü” nasıl her zaman iyi durmuyorsa, tersi de geçerli: Öyküdeki “şiir”i abartmamalı galiba. Emin değilim yine de. Düşünmeli.

Edebiyat heveslisi herkes gibi şiir yazarak başladım ben de işe. Uzun süre sürdürdüm de. Her yazdıklarını takip ettiğim ya da döne döne okuduğum “benim şairlerim” dışında da yeni şiiri (dergilerden ve kitaplardan) takip etmeye çalıştım hep. Nedir, galiba yavaş yavaş kopuyorum. Şiir yazmayı (haiku denemelerimi saymazsak) bırakalı uzun süre oldu zaten, artık okumayı da tavsatmaya başladım. Bu, çok değil birkaç sene içinde bir okur olarak yeni yazılan şiirden anlamaz, haz alamaz hale getirecek beni, biliyorum. Bu durumda yapabileceğim en makul şey, heybemdeki iyi şairlere ve iyi şiirlere sarılmak sanırım. Kendimi şiire tamamen kapatmaktan bahsediyor değilim elbette ama güncel şiirde ipin ucunu biraz gevşetmek durumunda kaldığımı itiraf ediyorum. Her şeye yetişemiyor insan.

29.Mayıs.18

Gezi’nin üzerinden beş yıl geçmiş. Herkesin Gezi’si kendine, herkes nasıl anımsamak ve nasıl anmak istiyorsa öyle yapar elbette. Ben kendi adıma tam olarak ne diyeceğimi bilemiyorum. Güzelleme yapmaya ya da sadece güzelleme yapmaya içim el vermiyor. Ölümlerin, kayıpların olduğu bir “şey” hakkında konuşurken zorlanıyorum. Vicdanım rahat şekilde söyleyebileceğim tek şey şu: Gezi bir umudun umuduydu, bir ihtimalin ihtimaliydi. Turgut Uyar’dan mülhem: bir mümkünün kıyısıydı. Nedir, 80 sonrası doğmuş bizler için muazzam bir deneyimdi. Böyle bir şeye ilk şahit oluyorduk, o yüzden o mümkünün kıyısını, denizin ortası zannetmek gibi güzel ve coşkulu bir yanlışa düşmüş de olabiliriz belki, diye düşünüyorum zaman zaman.

50026-hulk

Kendi adıma pişmanlık duyduğum şeylerden biri ise Gezi henüz başlamışken (neredeyse bir ay sonra) yayımlanan bir öykü seçkisine öykü vermem oldu. Nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça bir davranıştı bu. O umut filizini pazara mal diye sürmeye niyetlenenlere omuz vermiş oldum. Gerçekten büyük pişmanlık duyuyorum ve kendimce çok dersler çıkardım bu olaydan. Olayın ahmaklık tarafını söyledim. Tutarsızlığım ise şurada: Sağda solda röportajlarda “Edebiyat ahestedir. Acıları, zulümleri ağır ağır kaydeder ve yıllar sonra bile olsa bize hatırlatır” gibi laflar ettim sonradan. Çünkü hakikaten de edebiyatın bir sosyal sorumluluk projesi olarak görülmesinden rahatsızım. Yara bandı değil ki edebiyat. Güncel kayıt tutma gibi bir mesuliyeti de yok üstelik.

Ezcümle: Bir umut filizi olarak Gezi, her şeye rağmen, yine de çok güzeldi.

30.Mayıs.18

Şiirin ipini gevşettik gevşetmesine de yıl içinde yayımlanan tüm öykü kitaplarını okumak da pek mümkün değil. Mümkün ve makul olanı öne çıkan, çıkarılan kitapların büyükçe bir bölümünü izlemeye çalışmaktır ama ona da yetişemiyorum doğrusu. Yine de 2017 yılından yayımlanmış olan öykü kitaplarından bir bölümünü okudum. Sadece 2017’nin değil, son birkaç senenin okuduğum en iyi telif öykü kitabı, sanırım, Orada Bir Yerde. Engin Türkgeldi’nin ilk matbu kitabı bu. (Gölgeler Ordusu adlı, e-kitap formatındaki ilk öykü kitabını okumadım henüz.)

İlk kitabın çağrıştırdığı hiçbir acemilik yok Orada Bir Yerde’de (ilk kitap da değil zaten). Sağlam çatılmış öyküler bunlar; yazarın meramına hizmet eden yalın bir dil ve en önemlisi, kabaca “kötülük kumkuması” diye özetleyebileceğim bir öykü evreni kurmuş yazar. Zevkler ve renkler elbette tartışılır ancak son tahlilde her okurun kendine özgü, kimseye hesap vermek zorunda olmadığı tercihleri vardır. Ben öykü kitabı okuyacaksam, elime aldığım kitaptaki öykülerin her birinin birbirinden bağımsız okunabilen öyküler olmasını isterim. Böylesini daha çok severim. Hem öykünün tür itibarıyla doğasına daha yakın bulurum bunu hem de kitaptaki öyküler toplamının birbirine bağlanan bir anlatılar toplamı (ya da utangaç bir roman) olmasına gönlüm elvermez. Son tahlilde şu: Biber salçasını nasıl sevmiyorsam bu bağlı-bağımlı öyküleri de sevmem işte. Engin Türkgeldi’nin kitabında da öyküler arasında bağlantılar var. Tek tek değil, birlikte okunsun için yazılmışlar. Nedir, Orada Bir Yerde’yi çok sevdim.

İlk Göz Ağrısı söyleşisinde konuğum olmuştu Engin ve ilk kitap süreciyle ilgili sorduğum soruyu cevaplarken şöyle demişti: “Tematik ve dilsel bütünlük gösteren, belirli bir seviyenin üzerinde olduğuna inandığım metinlerimi tekrar ele aldım, üzerlerinde başka bir gözle çalışıp onları bir araya getirmeye, onlardan bir bütün yaratmaya çalıştım.”

Başarıyla kotardığı bu “bütün”ün içinde yer alan öyküler arasında ince bağlantılar var çünkü yukarıda “kötülük kumkuması” dediğim aynı evrenin farklı veçhelerine dokunuyor her öykü. Peki, nasıl bir evren ya da dünya bu? Spinoza’nın Tanrı/Doğa’sından mülhem: Her türlü kötülüğün içinde türediği, bir süre var kaldıktan sonra yok olarak yine o kötülük Tanrı/Doğa’sına karıştığı bir evren/dünya. Herkes bir biçimde o kötülüğü büyütüyor. Kurban ya da maktul olarak. Kitabın son öyküsü İlk Görüşte Ölüm’de dendiği gibi: “Bu ülkede de herkes, henüz bir cinayete karışmamış dahi olsa, hem maktuldür hem de katil.” (s. 83)

Burada çok ayrıntıya girecek değiliz ve fakat kitaptan bir tanecik örnekle somutlaştıralım bu hem maktul hem katil olma durumunu. Cüceler Sarayı öyküsündeki adsız cüce, babası tarafından, uzak akrabaları Gafro aracılığıyla saraya satılır. Hükümdarın çevresindeki soytarılar güruhuna (mecaz yok, mesleği soytarılık olanlara) katılır bizim Cüce. Evindeyken her gün ailesi tarafından itilip kakıldığı için dövüşte de iyidir, hükümdarı eğlendirmek için diğer cücelerle dövüştüğünde kazanır hep. Hükümdarla yaptıkları ilk sessiz sohbeti anlattığı bir yerde, şöyle der Cüce (aynı zamanda dilsizdir de): “Bir cüce için iyi dövüştüğümü söyledi. Ev ahalisiyle her gün kavgaya tutuştuğumu anlatmadım.” (s.38) Uzatmayalım: Cüce, çocukluğundan başlayan bir şiddet sarmalında yaşadıktan sonra kapağı saraya atmıştır. Burada, hükümdarın isteği üzerine bir komutanı öldürür. Nihayetinde cücenin sonu da ölüm olur, ipte sallandırılır. Sadece bu öykü için bile farklı yorumlar yapılabilir aslında. Buradan derininden yüzeyine kadar devlet şiddetine gidecek çeşitlemelere de gidilebilir hatta. Biz burada keselim. Şimdilik.

671c2-ads25c425b1z

Kitapta belirli bir zaman ya da yerden bahsedilmiyor. Ortak öğelerin olduğu (Saat Kulesi, Kuzey Savaşı, Büyük Tapınak, vs) bir coğrafya ama neresi burası ya da hangi zamandayız? Bilmiyoruz. Belirgin bir iz yok. Zikredilen tek tük isimler de fikir vermiyor. Bu yüzden zamansız ve coğrafyasız bu öyküler. Başka bir açıdan bakıldığında, her çağa ve her coğrafyaya ait olduğu da söylenebilir. Galiba ikincisi.

Orada Bir Yerde’deki “kötülük”, insanlığın (varsayımsal altın çağları istisna) herhangi bir döneminde geçmiş yahut herhangi bir müstakbel döneminde geçecek olabilir. İnsan ve insan toplulukları tarafından kötülüğün elbirliğiyle çoğaltılması insana yabancı değil ne de olsa. Bakınız, Engin Türkgeldi başka bir söyleşisinde ne demiş:

“(…) ilk öyküden sonuncuya kadar amacım belirli bir kültürden, yerden ve zamandan bağımsız, kendi kuralları ve işleyişi olan bir dünya oluşturmaktı. Böylece insanın temel hal ve sorunlarını daha net olarak ortaya koymak istedim. Herhangi bir zamanda, herhangi yerdeki insanlık halleri. Bu nedenle, belirli bir zamanı, yeri veya kültürü çağrıştıran kelimelerden, isimlerden, ayrıntılardan mümkün olduğunca kaçındım. Ayrıca bu dünyanın sürekliliği ve inandırıcılığı için öyküler arası bağlantılar ve göndermeler yerleştirdim.”

Popüler gençlik diliyle söyleyecek olursak, bu bağlantılar ve göndermeleri kasmadan yapmış yazar. Yalın, amacına uygun ve masalsı olmayan bir dille. Zamansız ve mekansız bir atmosferde, oysa, çok kolay düşülebilecek bir arıza olabilirdi bu. Düşmemiş Engin Türkgeldi.

Orada ya da buralarda bir yeri anlatıyor…

31.Mayıs.18

Bugünlerde Ankara’da sokakta yürürken “pıt” sesleri duymanız kaçınılmaz. Hele sabahları, araçlar ve insanlar sokakları işgal etmemişken henüz, bu sesleri duymanız çok olası. Toprağa ya da betona düşen bir şeyin sesidir bu. Önce fark etmeseniz de bir süre sonra anlayacaksınız. Dut mevsimi başlamış, hatta doludizgin sürmektedir. Olgunlaşmış dutlar bırakıyorlardır kendilerini yere. Bu düşüşün sesidir duyduğunuz. Dallara dokunsanız yere düşerler. Uzanıp da koparmaya muvaffak olduklarınızsa henüz olgunlaşmamıştır.

Dut paradoksu olarak geçer literatürde. Üstesinden gelmek zordur. Ya ağaca tırmanacaksınız ya da dutun altına sergi yayıp ağacı hafiften sarsacaksınız.

Ankara’da çok zor günlerden geçiyoruz vesselam.

Hamiş: Bayram seyrandan önceki son dünlük demiştim, bir önceki dünlük için. Nedir, öyle olmadı. Bir dünlük daha sığdı araya. Bu sefer hakikaten tatilden önceki son çıkış bu. Şimdiden iyi bayramlar…

Onur Çalı