1.Haziran.18
Ahlat Ağacı‘nı izledik. Nuri Bilge Ceylan (NBC) sinemasının en iyi işi olmayabilir ama izlenesi. En fazla güldüğüm NBC filmi oldu. Kızılay Büyülüfener’in havalandırması çalışmayan salonundaki insanlar da çok güldüler.
NBC yazar olsaydı eğer, romancı olurdu. Muhakkak. Gene uzun, ayrıntılı, tartışarak ve biraz da uzatarak, hatta sündürerek yazmış romanını. Sayfalarca süren, kitabi diyaloglarla örülmüş tartışmalar var. Bu tartışmalardan bir tanesi de Çanakkaleli yazar Süleyman (Serkan Keskin) ile Sinan’ın (Doğu Demirkol) tartışması. Süleyman’ın katıldığı, yazar olma heveslisi Sinan’ın da izlediği bir sempozyumdan açıyorlar. Bahse konu sempozyum 18-19 Mayıs 2013’te Kadir Has Üniversitesinde yapılan “Taşra ve Edebiyat Sempozyumu”dur. Sempozyumun bildirileri bir kitapta toplanmıştı: Edebiyatın Taşradan Manifestosu. Filmde bahsi geçen, sempozyuma katılmayıp bir mektup gönderen “taşralı” yazar ise Polat Onat’tır. Merak edenler için, Polat’ın mektubunu buraya bırakıp filme dönelim ve bir soru-cevapla kapatalım bu bahsi: NBC taşrada mı merkezde mi? Taşralı mı değil mi? Zor soru. Ahlat Ağacı‘nın en “taşralı” filmi olduğu ise muhakkak.
6.Haziran.18
Fethi Naci’nin anıları dağınıkça biraz, daldan dala atlar gibi. Eh, zihnimiz de böyle çalışmaz mı zaten. Çok keyifli, insana yaşamadığı zamanları özletecek kadar güzel anılar bunlar. Hele Yaşar Kemal’in Reşat Nuri’yle tanışma anısı. Fethi Naci, buna da yer vermiş “Dünya Bir Gölgeliktir”de.
Yaşar Kemal zamanını belirtmiyor ve fakat iki yazarın ayrıntılı biyografilerine baktığımızda senenin 1939 olduğu çıkıyor ortaya. Yaşar Kemal, Adana Tepebağ’daki Birinci Ortaokulu’nda öğrencidir. Her büyük yazar gibi daha küçük yaşlarında tutulmuştur okumaya. Kütüphanelerde bulduğu kitapları binbir hevesle mideye indiriyordur. Bir gün, edebiyat öğretmeninden öğrenir: Okula Reşat Nuri gelecektir. Çünkü Reşat Nuri Bey o tarihlerde maarif müfettişidir ve Yaşar Kemal’in okuduğu okulu teftişe geliyordur. Büyük gün gelip çattığında Yaşar Kemal, okulun girişine manzarası olan merdiven boşluğunda erketeye yatar. Bir süre sonra okula antresini yapar Reşat Nuri Bey, “zayıf uzunca boylu” bir adamdır. Hayran olduğu yazarı uzaktan da olsa görme emeline kavuşan Yaşar Kemal, merdiven altından çıkar. Çıkar çıkmasına da müdür yardımcısı Karnaval Sadık Beye yakalanır. Ders saatinde ne yapıyordur burada, açıklayamaz. Müdürün odasına götürülür. Reşat Nuri Bey de oradadır. Sorgu sual sonucunda küçük Yaşar Kemal’in (hoş, o zamanlar adı Kemal Sadık’tır henüz), Reşat Nuri Bey’i görmek için derslerden firar ettiği anlaşılır. Reşat Nuri Bey, okul müdürünün şaşkın bakışları nezaretinde Yaşar Kemal’i yanına oturtur, neler okuduğunu sorar, sohbet eder onunla ve okul müdürünü şaşkınlıklar tepesine çıkartacak ricada bulunur: “Bu çocuk benimle gelebilir mi?” Müdür, ne yapsın, koskoca müfettiş Reşat Nuri Beye ne desin, mecburen evetlik gösterir. İki yazar çıkıp giderler okuldan. Yaşar Kemal, mihmandarlık edip Adana’yı gezdirir Reşat Nuri’ye. Yaşar Kemal’den dinleyelim:
“Yemeklerimizi yedik, ‘Bana Adana’yı gezdir,’ dedi. Ben de onu Seyhan kıyısındaki Seyhan parka götürdüm. Orada bir Venüs heykeli vardı, onu gösterdim. Parkın kahvesinde oturduk. Sonra onu Ulucami’ye götürdüm, sonra faytona bindik Kerttepe’ye götürdüm.”
Seneler seneler sonra, Yaşar Kemal Cumhuriyet gazetesinde çalışırken tekrar karşılaşacaklardır. İnce Memed Varlık Roman Armağanını aldığında, jüride Reşat Nuri de vardır ve yıllar önce bir öğleden sonrayı beraberce geçirdikleri bu genç yazarın romanını çok sevmiştir.
8.Haziran.18
Datça’ya 2003 yılının yazında gitmiştim. Can Şenliği için. On beş yıl sonra tekrar yolumuz düştü. Çok güzel anılar, dostluklar ve huzurla ayrıldık Datça’dan. Çok şey yazılabilir ama en çok dikkatimizi çeken, “engelli dostu” bir kent olduğu Datça’nın. Temiz ve ücretsiz sahilleri, güzel insanlar, Can Yücel’in kente sinmiş dizeleri de cabası. Boşuna dememiş büyük Strabon: “Tanrı uzun ve sağlıklı yaşamasını istediği kullarını Datça’ya gönderirmiş!”
9.Haziran.18
Senaryosunu Hakan Günday’ın yazdığı, Onur Saylak’ın yönettiği Şahsiyet nihayet buldu. Son dönemde izlediğim internet dizilerinin (7 Yüz, Masumiyet) en iyisi olduğu muhakkak. Aksayan yönleri yok muydu, vardı elbette. Nedir, televizyon dizileriyle kıyaslanmayacak kadar iyi. Mesele edindiği dertler de can yakıcı. İzleyiniz derim.
Daha önceki dünlüklerden birinde yazmıştım, dizinin daha ortalarındayken:
[Dizide] gizlenen, unut(tur)ulan günahlar var. Suç var, suçlular var ve hatta: Aslında suçsuz olan yok (mu?). Haluk Bilginer’in muhteşem şekilde canlandırdığı Agâh Beyoğlu en sonunda kendini de mi öldürecek? Dizideki hayali Kambura kasabasında (Gölyazı’ymış orası, kuşbakışı muhteşem görünüyor) yıllar önce gerçekleşen olayda, kasaba halkı evi yakarken Agâh Bey sadece izlediği için kendisi de mi suçlu? Sadece izledi mi yoksa lincin elbirliğiyle (devlet millet el ele) üstünün örtülmesinde payı mı var? Bakalım, göreceğiz herhalde ilerleyen bölümlerde. (Çok ince bir şey vardı son bölümlerden birinde, ya da bana öyle geldi, Cansu Dere’nin canlandırdığı cinayet masasının tek kadın polis memuru Nevra Elmas karakteri, “seri katil” Agâh Bey’i kastederek “O katili bulacağım!” dedi. Ve fakat tam da bunu söylediği anda, yukarıda görüyorsunuz, arkasında o güzel insanlar vardı.)
11.Haziran.18
Kınık’tayım, çok fazla kitap da getirmedim bu sefer yanımda. O yüzden evdeki kütüphaneden bulduğum Firavun İmanı’na el attım. İyi bir roman değil ama ele aldığı konular itibariyle enteresan. Türkiye Cumhuriyeti’nin kur(t)uluş aşamasını ele alıyor; Sakarya Muharebesinin başladığı, Mustafa Kemal’in başkumandanlık yetkilerini aldığı günlerden başlayıp İzmir Suikastinin ardına kadar uzanıyor. Demek romanın “geçtiği” zaman aralığı kabaca 1921-26 yıllarını kapsıyor. Tarık Buğra’nın mesele ettiği şeylerden biri, bu kuruluş-kurtuluş aşamasında “kendi ikbal ve ihtiraslarının” peşinden gidenler ve bu kişilerin, hem toplum hem de Mustafa Kemal nezdinde memleketin salahı için “asıl” mücadeleyi verenlerin önüne geçmesi. Bu kişileri romanda Ali Yusuf (Fuad Zahir) ve Hüseyin Sâdi gibi tipler temsil ediyor. Bir de “memleket ve milletlerinden başka bir şey düşünmeyen” ve Mehmet Akif başta olmak üzere ilk meclisin mebuslarından (Hasan Basri Bey, Hüseyin Avni Bey) oluşan, “vatanı, milleti, dini” için yaşan muhafazakar vatanseverler grubu var. Firavun İmanı’nın ardından Yakup Kadri’nin Yaban’ını ve Memduh Şevket’in adını şimdi anımsayamadığım bir öyküsünü de tekrar okuyup bir şeyler karalamayı planlıyorum. Muhafazakarların Cumhuriyet’ten önce başlayan kırgınlık ve küskünlüklerinin ilk kırılma anlarının peşine düşmeyi umarak…
Firavun İmanı’ndan çıkan bir sürpriz de benim Bergama Poyrazı procesine bir katkı olması idi: “Nemika sevilmek için yaratılmıştı. Ortayı ancak bulan bir boy ama, o nefis Bergama heykellerini andıran bir ölçü ve biçim. İnanılmayacak kadar parlak ve yakamozlu, iri mi iri, yeşil elâ gözler. Değerli bir şal gibi dökülen kumral saç. Tertemiz bir ten.” (Firavun İmanı, s. 44)
***
Ve bir duvar yazısı: Vicdanın diyorum, sızlamıyor mu hiç?
İmza: İllegal Şair 1402
Delez tepesine çıkan yolda rastladım bu duvar yazısına. Delez tepesi, Kınık’a kuşbakışı bakan bir piknik alanı, ağaçlık. Kasabanın bitip ormanın başladığı yerde tam. Orada bir mezar ve selvi ağaçları var. Peki, ismini nereden alıyor Delez? Ne anlama geliyor?
Elbette ve derhal değerli tarihçi Eyüp Eriş hocamıza başvuruyoruz. Eriş’in 2003 yılında Bergama Ticaret Odası Kültür Yayınlarınca basılan “Bergama Uygarlık Tarihi – Bakırçay Üçlemesi” kitabına… Eyüp hoca bu kitapta Kınık, Bergama ve Dikili’nin tarihlerini, söylencelerini enine boyuna ele alıyor.
Eyüp Eriş’in aktardığı söylenceye göre, günlerden bir gün Kınık Beyi, Turanlı (Bergama, Hacılar köyü) Beyini ziyafete davet eder. Turanlı Beyi gelir, birkaç gün kalır, artık dönecektir. Kınık Beyi, çok sevdiği adamını, yaveri Deli İlyas’ı refakatçi olarak verir Turanlı Beyinin yanına. Deli İlyas, Turanlı Beyini evine kadar götürür. Nedir, yolda dönerken çok zalım bir yağmura yakalanır. Kınık’a döndükten bir süre sonra da vefat eder. İşte Kınık Beyi, kasabanın her yerinden görünsün için, unutulmasın için, çok sevdiği Deli İlyas’ın mezarını bu tepeye yaptırır. Delez Tepesi adını alacak olan tepeye. Klasik hikayedir, Deli İlyas söylene söylene Delez’e dönüşmüştür zaman içinde…
Biz de içindeyken sıkıldığımız, öfkelendiğimiz ve dahi nefret ettiğimiz, gurbete gidince de neredeyse hastalıklı biçimde özlemini çektiğimiz kasabamıza döndüğümüzde hep Delez’de alırız soluğu. Gecenin sabaha sarktığı saatlerde Delez tepesine çıkar, kasabanın yarı karanlık yarı ışıklı manzarasına bakıp bakıp biralarımızı yudumlarız. Delez Dede şahittir.
***
Yaşam değişiyor, dil de değişiyor. Yeni sözcüklere ihtiyaç duyuluyor. Bizim TDK’nın filan bu işte çok başarılı olamadığı aşikar. Nedir, iyi uydurulduğunda yaşayabilen çok sözcük de var. Bilgisayar, bilim-kurgu (Orhan Duru’yu saygıyla…), buzdolabı, nitel(ik), nicel(ik) gibi…
Geçenlerde bir bilader-abim e-mail (elmek mi denmişti e-mail için?) gönderdi. İngilizcede yeni bir sözcük türetilmiş. Yazarlar, bilim insanları, şairler bir araya gelmiş, sıkı çalışmışlar ve bir sözcük yaratmışlar: phubbing
Peki bu sözcük hangi ihtiyaca binaen yaratılmış? Aslında hepimizin az çok yaşadığı, maruz kaldığı ya da bizzat faili olduğu bir duruma karşılık üretilmiş: Biriyle oturuyorsunuz ama karşınızdaki sizi dinlemek, yüzünüze bakmak yerine telefonuna gömülmüş, orada bir şeyler yapıp duruyor. Sizinle ilgilenmek, hoşbeş etmek yerine telefonunda video izleyen (ve dahası size de zorla izleten) versiyonları da var bu tür insanların. Ama o türler için henüz bir sözcük uydurulmamış sanırım.
Peki, biz bu phubbing’e ne diyeceğiz?
Telefonsevicilik, meşk-i telefon, muhabbetsavarcılık?
Bir sualle bitirelim en iyisi: Are you a phubber?
Hamiş: Bana e-postayı gönderen bilader-abim, Salâh Birsel’i sevdiğimi bildiğinden anımsatmış. Hakikaten de güpgüzel, bin renkli kelimeleri bulundukları yerden çekip çıkartan, bazen biraz deforme ederek iyice şenlendiren ya da yekten kelime “uyduran” iki gözüm Salâh Bey, bu “phubbing” için ne derdi acaba?
Onur Çalı