Şehir merkezinden mezarlığa doğru uzanan yoldan o yıl da pek çok kişi geçti. Bunların bir kısmı geri dönmedi. Dönenlerse binbir parça halinde şehre ve hayata dağıldılar.
Bir ikindi vakti, şehrin bu dar sokaklarına döşenmiş parke taşlarının üstünde birkaç oğlan çocuğu topa vuruyor, küçük bir kız elinde bir dilim yağlı ekmeğiyle onları izliyordu. Kız, ekmek dilimini öyle yukarıda tutuyordu ki görenler onun ekmeği yediğini değil, güçlükle bir yerlere taşıdığını düşünebilirdi. Az sonra, top oynayan çocuklardan biri yolun başında beliren karartıyı görünce durdu. Kalabalık bir grup ağır ağır soluyan bir hayvan gibi onlara yaklaşıyordu. Çocuklar günün bu saatinde sokaklarından cenazelerin geçmesine alışıktılar. Saygıyla kenara çekildiler. Kapı önü gölgeliklerde laflamaya dalmış şalvarlı kadınlar telaşla içeri girdiler.
Kalabalık, sokağı sessizce aştı. O gün mezarlığın girişindeki servi ağaçları etrafa ılık bir esinti yayıyordu. Bu servilerin arasında kendine sonradan bir yer bulmuş gibi duran görevli kulübesinin pencereleri kırık döküktü. Tabutun arkasındaki kalabalığın içinde ayaklarını yere sürüyerek ilerleyen ihtiyarların yanı sıra birkaç hevesli çocuk da vardı. Topluluk mezarlığın kemerli kapısına önce bir yığılır gibi oldu, sonra su gibi içeriye aktı. Cemal ilk başlarda tabuta omuz vermişti; şimdi Kerem’le yan yana yürüyorlardı. İtiş kakış içinde bazen biri bir adım arkada kalıyor, bazen diğerinin çıplak kolu ötekine yaslanıyordu. Ter her yerdeydi. Yeri yıllar önce belirlenmiş olan mezar bu sabah kazılmıştı. Vardıklarında topluluk çoktan yorulmuştu, insanlar düşünceli yüzlerle sessizce mezarı çevreledi.
Mezarlığın geçici konukları sağa sola oturur soluklanırken, oraya daha önce varmış bir görevli yumuşak bir sesle duaya başladı. Birkaç kişi tabutun başına çömelmişti. Az sonra Hoca Efendi ellerini havaya açtı ve biraz daha yüksek bir perdeden Kur’an okumaya başladı. Nasıl yaptıysa, bir anda kendini çevreden soyutlamayı başarmıştı. Cemal’in babası ve amcası mezara indiler ve kendilerine verilen tahtaları yumuşak toprağa çakmaya koyuldular. Gruptaki insanlar ellerini açmış mezarlığı kaplayan derin melodiyi dinlerken, bir yandan da oturdukları kum tepeciklerinin ve tahta parçalarının üstünden olan bitene bakıyorlardı. Cemal’in babası ve amcası derin çukurda bir süre eğilip kalktılar, alınlarının terini sildiler. Cemal oturmamıştı. Kerem yanında değildi şimdi. Tahtaların sağlamca yerleştiği anlaşılınca mezarın içindeki iki adam, ellerini yukarıya kaldırarak merhumeyi almaya hazır olduklarını bildirdiler.
Beyaza sarılı beden az sonra kapanacak çukurun içinden göğe doğru uzanan ellere teslim edildi. Cemal birkaç adım geriledi ve olan biteni yumuk gözlerle izleyen bir ihtiyarın yanına oturdu. Mezarın içindekiler kollarını yeniden kaldırdıklarında birkaç el onları çekip çıkardı. Sonra gömme işlemi başladı. Kimisi küreklerle, kimisi avuç avuç mezarın etrafında biriken toprağı ölünün üzerine serpmeye başladı. Birkaç kürek atan kişi küreği hemen arkasındakine bırakıyor, o da bir hizmeti yerine getirir gibi çabuk hareketlerle aynı şeyi yapıyordu. Böylece mezarı çevreleyen beş on kişinin arkasında ikinci bir kalabalık oluşuyordu. Artık ölü için yapılan son vazifenin son bölümüne gelinmişti. Cemal’in amca ve babası ilk toprağı atmışlar, gözlerini yerden kaldırmadan tekrar sıraya girmişlerdi. Bu kalabalığın içinde gençler, ihtiyarlar, konu komşu, esnaftan bildik yüzler, merhumeyi en son yıllar önce görmüş dağ köylerindeki akrabalar vardı. Yüzyıllardır yapılan bu basit tören sanki yaşamın karmaşıklığını birkaç dakika içinde törpülüyordu.
Cemal kıpırtısızdı, her şeyi oturduğu yerden seyretti. Bir arı sürüsünü andıran bu kalabalığın önünde her an biraz daha yükselen toprağa daldı. Acaba o da kalkıp babaannesinin mezarına bir miktar toprak atacak mıydı? Az sonra, küreğini hemen arkasındakine devredip şöyle bir belini doğrultan birinin ötesinde, tam karşıdaki üzüm sandıklarının üstüne oturmuş insanların arasında Kerem’i gördü. Çocukluk arkadaşı bir boşluğu izler gibi sözsüz törene bakıyordu. Cemal o an Kerem’in kendisine baktığını, bir şeyler söylemek istediğini sandı. Kerem bu haliyle belki onu bir şeye davet etmekteydi. Sonra bu düşüncesinden vazgeçti. Araya uzun yıllar ve pek çok ölüm girmişti. İkisi aynı yere bakıyorlardı ama bu bakışlar birbirine değmiyordu…
* * *
“On yıl sonrasını nasıl düşlüyorsun hocam?” diye sorardı Kerem, Cemal’e. Yaz gecelerinde tüm müşteriler gittiğinde ortalığa bir kış sessizliği çökerdi. Onlar büfenin önündeki kaldırıma iki sandalye atarlar ve birlikte bitirdikleri lisenin karanlık bahçesine bakarak derin sohbetlere dalarlardı. Bu her ikisi için de günün en güzel ve en anlamlı anı idi. O dakikada Kerem’in babasının yıllardır işlettiği bu büfeye bir sürü çocuk çiklet almaya gelemezdi. Biraz alacaklarını toplamak, biraz da yeni mallarını tanıtmak için büfeye her Allah’ın günü uğramayı görev bilen toptancılar da o dakikada onları rahatsız edemezdi. “İnsanın para kazanmak için bir sürü diller dökmek zorunda olması ne kadar kötü…” derdi Kerem. Büfenin sorumluluğunu babası artık ona devrediyordu. “Nasıl olacak ki başka?” diye yanıtlardı Cemal onu. Daha “hoca” olmamıştı, ama Kerem böyle hitap ederek ona şimdiden bir tür bilgelik yükler ve böylece sohbetin saatini geleceğe kurmuş olurdu.
Kimi akşamlar rakı alırlar, büfede gizli gizli içerlerdi. “Peki, on yıl sonra kendini nerde görüyorsun hocam?” demişti bir gece Kerem. Cemal şöyle bir iç geçirip “Süreyya ile evlenmiş oluruz herhalde” dedi. “Belki çocuklarımız bile olur birkaç tane, ha!” Sonra büyük bir şehirde yaşamayı düşlediğini anlattı.
“Bunlar güzel şeyler, İnşallah olur” dedi Kerem. “Peki, söyle bakalım o zamana kadar dünyayı kurtarmış olur muyuz, ne dersin?”
“Bu dünya kurtulmaz, Kerem’cim,” dedi Cemal, sigarasının dumanını dükkanın içindeki karanlığa doğru üfledi. Gözleri bu karanlığa iyice alıştığı için sakız kutularını, tezgahın üstündeki tost makinesini, öğlen saatlerinde liselilerin gelip oturduğu küçük tabureleri çok net seçebiliyordu. Pencerenin dışında lise binası tüm soğukluğu ile eylül ayını bekliyordu.
“Ali abimleri yakalamışlar, dün gece afiş asarken.”
“Duydum” dedi Cemal. “Hemen bırakmışlar ama, tutmamışlar, öyle değil mi?”
“Ne tutacaklar ki?” diye cevap verdi Kerem. “Tutamazlar” dedi sinirle. Ayağa kalktı, pencereye yaklaştı. Cama yanağını dayayıp gökyüzüne dikti gözlerini. “Bu dünya kurtulmaz ha!” dedi.
Az sonra gelip yerine oturdu, sigarasını küllükte söndürürken sıkıntıyla söylendi: “Toptancılar hep gelecek desene.”
* * *
Cemal cenazeden sonraki gün aynı saatlerde Kerem’le meyhanede buluştu. Burası yıllar önce Süreyya’nın düğün gecesinde geldikleri yerdi. O günlerde Cemal dünyanın sonunun geldiğini düşünmekteydi. Bu duyguyu ruhuna aldığı derin bir bıçak yarası gibi içinde hep taşıdı. Bir an için oturduğu yerde doğruldu. Gözlerini şöyle bir etrafta gezdirince duvarda artık iyice sararmış olan yeşil ova resimlerini, yıllardır temizlenmedikleri için sahip oldukları kuvvetleri onlara bir komiklik unsuru veren pehlivanların fotoğraflarını gördü. Meyhanenin içindeki koku her zamanki gibi ağır ve ağrılıydı. Cemal’e göre burası hayatın tozunun alındığı yerdi. Burada yaşamın yıkıcı izlerini görürdünüz. Masalardan birinde bir düğün, diğerinde bir cenaze, berikinde ödenmeyi bekleyen borçlar, ayrılıklar, sonu cinayete varması muhtemel kıskançlıklar ve birtakım başka ruh halleri madde olarak burada ortaya çıkar. Görünen o ki bu meyhanenin fiziksel olarak eskimek dışında zamanla bir ilişkisi olmamıştı. Cemal kendisinin de çok fazla değişmediğini düşündü. Başka bir şey daha düşündü: Artık hayatta olmayan eski sevgilisini hala seviyor olma ihtimalini.
Seneler önce bu meyhaneye onları ilk getiren Ali’ydi. “Öyle büfede gizli gizli olmaz o’lum, artık adam oldunuz” demişti. Neşeyle içkilerini yudumlarken, Ali onlara siyasi bir söylev vermeye girişmişti. “Ne yapmalı, nasıl değiştirmeli? Bu soruları hep soralım kendimize çocuklar. İçimizden bu arzuyu eksik etmeyelim. Yoksa memleket batacak, bak buraya yazıyorum.” O gün heyecanla masaya yumruğunu vura vura konuşan yakışıklı Ali’yi bu sohbetten dört yıl sonra, Süreyya’nın gidişinden de bir yıl önce bir çatışmada kaybedeceklerdi.
Kerem’le Cemal’in büfede karanlığın içinde o sohbeti ettikleri geceden bu yana on yıldan az zaman geçmişti ama hayatlarındaki ölü tanıdıklar bile şimdiden yaşlanmıştı.
Genç bir çocuk rakılarını getirdi. Az sonra Asım masaya gelip hal hatır sordu. İçinde bulundukları ortamda “başın sağ olsun” demek uygun olmazdı, demedi. İçkinin etkisiyle iki eski arkadaş biraz gevşediler. Fakat bir yandan da hissedilir bir gerginlik kendini tüm masaya, tüm salona dokuyordu. Kerem bir şeyin çok iyi farkındaydı. O masada ikisi otururken, tam ortalarında, tıpkı bir önceki gün gibi, ölüm bütün canlılığıyla yükselmekteydi. Onlar vakitli veya vakitsiz ölümlerle sarsılmış, artık yaşamayan bir dostluğun iki öznesiydiler.
Orada fazla konuşmadan saatlerce oturdular. İyi vakit geçirdiklerini söylemek zor. Oysa iş yaşamlarındaki gelişmelerden, ülkede yavaş yavaş gerçekleşen değişime kadar konuşulacak çok şey vardı. İkisi, tıpkı önceki günkü gibi, birbirilerine uzaktılar ve aralarında üstünde birkaç bardak, birkaç tabak bulunan bu tahta masadan çok daha fazlası vardı. Yaşam, tüm karmaşıklığı ve üstünde taşıdığı tozlarla oradaydı. Cemal mırıltıyı andıran bir ses tonuyla o akşam gitmeyi istediğinden, gidince yapması gerekenlerden bahsetti. Kerem kalması için üstelemedi. Sadece cenaze sabahı nasıl onu terminalde karşıladıysa yine aynı şekilde uğurlayacağını söyledi.
Mesut Barış Övün