17.Haziran.18

İzin tatil bitti; kürkçü dükkanıma, Ankara’ya geri döndüm…

O zamanki adıyla Kadın Çalışmaları bölümünde yüksek lisans yaparken, değerli hocalarımdan birisi de Funda Şenol Cantek idi. Bir söyleşide şöyle demiş Funda hoca:

“Ankara iyi bir çalışma odası gibidir. Kimi yaklaşımların, kimi akımların yeşertildiği yerdir. Ama uygulaması ve piyasası İstanbul’dur. Edebiyatın membaı genellikle Ankara’dır piyasası hep İstanbul’dur. Akademi anlamında ise önemli bir üretim Ankara’dan çıkar. Buradakiler çalışır. Burada kafayı meşgul edecek pek bir şey yoktur. Ankara bir dostluk, tefekkür şehri olarak da tanımlanabilir.”

O halde, kısa bir molanın ardından, üç kere: Dostluğa ve edebiyata kaldığımız yerden devam!

***

Latif Kelimeler

zıypak, mülahaza, cevir, üzgü, rüşeym, intihap, orun, cife, fasih, hempa, fisebilillah, muarız, mültefit, mütekait, müessif, müyesser, güherçile, salapurya, müsavat, kabar kabar olmak, türüm türüm tütmek, mekkare, teşrin, mücerrep, menfaatperest, iştiyak, remiz, hezel (hezele almak), müdrik, peyk, jardinyer, taliga

18.Haziran.18

Eski dergileri karıştırırken rastladıklarım…

Varan 1: Yasakmeyve’nin 26. sayısında (Mayıs-Haziran 2007), “Şair ve Okuru”nda Enver Ercan, Ahmet Erhan’la konuşmuş. “Ankara Esat’ta yalnız yaşayan, kendi halinde bir öğretmendim” diye başlıyor söze Ahmet Erhan.

Gecenin üçünde eve polisler gelir, şairi 2. Şubeye götürürler. Amir, Erhan’a ne iş yaptığını sorar. Ahmet Erhan, Büyük Kolej’de öğretmen olduğunu söyleyince adamcağız şaşırır çünkü kendi kızı da orada okumaktadır. Adam bunu öğrenince polislere “Niye aldınız lan hocamı!” diye bar bar bağırmaya başlar. Mesele neymiş derseniz, PKK’lıların cebinden Alacakaranlıktaki Ülke (1981) çıkmış meğer. Polis de haliyle bu sakıncalı kitabı yazan kişiyi “almış”. Ahmet Erhan, aynı kitabı Türk askerlerinin de taşıdığını söyler. Gerisini Ahmet Erhan’dan dinleyelim:

“Bu kitap şu anda yasal olarak satılıyor, hiçbir kovuşturmaya uğramadı ve ben bundan onur duyarım; ayrıca iki halk arasındaki kardeşlik budur!” Öyle bir bağırmışım ki, ben hücreye atılmayı beklerken, amir kahve ısmarlamaya kalktı. “İçmem” dedim, “Yarın kızını sınav yapacağım!”

bffe4-55eae80cf018fbb8f89e4b06
Ahmet Erhan

Varan 2: Varlık’ın 1253. sayısında (Şubat 2012), “Çevirdim Dilim Yandı” adlı bölümün (ki bu yazılar daha sonra bu isimle kitaplaşmıştır) “Onlar da Çevirdiler III” başlıklı yazısında Tozan Alkan yazmış. Ben birazcık kısaltarak aktarıyorum. 1969 yılında, Ekim Yayınları tarafından yayımlanan “Gerilla Savaşı ve Marxizm” adlı kitabın künyesinde çevirmen olarak iki isim görünür: Metin Altıok ve Hasan Dadal. Aslında kitabı çeviren kişi, o sıralarda Metin Altıok’un eşi olan ve kızları Zeynep’e hamile olan Füsun Akatlı’dır. Eh, tahmin etmek zor değil, kitap toplatılır, çevirmenler de gözaltına alınabilir diye alınan bir önlemdir bu. Neyse ki çevirmenin, yabancı dil bilmeyen Metin Altıok’un başına bir şey gelmez. Nedir, Metin abinin babası Süleyman Altıok, İzmir’de kahve arkadaşlarıyla bu kitabın sevincini, gururunu paylaşayım derken kitabın gerçek çevirmeninin gelini Füsun Akatlı olduğunu ağzından kaçırıverir. Ve göz altına alınan da Süleyman amca olur!

Bitmedi. Kitabın diğer çevirmeni Hasan Dadal kim dersiniz? Dadal ismini oğluna veren Ergin Günçe!

***

Şimdi gelelim Hulki Aktunç’a, günlüğe, öyküye…

Yine eski dergileri karıştırırken bir başka güzel dergi Eşik Cini’nin 7. Sayısında (Ocak-Şubat 2007) rastladım Hulki Bey’in “Öyküde Günlük, Günlükte Öykü” başlıklı metnine. Derginin 8. sayısında (Mart-Nisan 2007) yayımlanan “Öyküde Günlük, Günlükte Öykü-II”de kendine sorular sormuş:

İşte, tür sorunu’nu yine düşün… “Öyküde Günlük, Günlükte Öykü” diye bir şeyler karalamaya başladın. Bu yazıların türü nedir? Günlük mü? Anı mı? Deneme mi? Hatta ve hat-ta öykü mü? Bilmiyorum şu anda. Yazma güdüsü, yazı coşkusu maviyeşil akışlı Potdere gibi almış götürüyor beni… Sezgilerim, sürdür diyor.

Kendine “sürdür” demiş Hulki Bey ama yanlışım yoksa devam ettirmemiş bu yazıları.

Alıntı yaptığım yazının devamında ise şöyle yazmış:

“Zorunlu olmadıkça günlük yayınlamam,” demiştin. Ya bu?… Bu başka bir “şey”.

Evet, bu iki “şey”, bu iki metin tam olarak günlük de değil belki. Değiniler, notlar olarak da adlandırılabilir.

Serinin ilk yazısında Salâh Birsel’in günlük’ü, Ataç’ın ise günce’yi savunduğundan açarak “günlük tutulur, günce ise yazılır gibi geliyor bana” demiş Aktunç. Yayımlanmak üzere tutulmuş olanlara günce demenin daha doğru olacağını düşündüğünü anlıyoruz.

İlk yazıyı “Bu yazı sürecek. Sürdürmek isteyen var mı?” diye bitirmiş Hulki Bey. Eh, yalan yok, bu yazılarında (keşke daha fazla yazsaymış bunlardan) ele aldığı, dokunduğu, hakkında sorular sorduğu meseleler fazlasıyla ilgimi çekiyor. İzninizle, ben sürdüreyim.

597a6-fft99_mf587628
Hulki Aktunç

Üç yıla yakın bir süredir yazıyorum bu dünlük’leri. Başlarda öykü yazma pratiğimi olumsuz etkiler/etkiliyor diye düşünmedim değil. Nedir, yazdıkça yazdıkça ikisinin birbirine dokunduğu yerler olmakla birlikte bu temasın ne birine ne ötekine bir zararı olmadığına vardım. Hatta, fazla iddialı görünmesin ama, edebiyat üzerine yazarak (yazmak yoluyla) düşünmenin, edebiyatla hemhal olup hemen her gün edebiyat içerisinde gezinmenin (bugün edebiyat için ne yaptın?) bir yolu olarak göründü bana dünlük yazmak. Öykü ise bambaşka; o düşünerek, bir düşünme sürecinin sonucunda çıkmıyor ortaya. Birikiyor, taşıyor ve handiyse patlıyor.

Dünlük yazmaya başladıktan sonra öyküye daha ihtimamlı davranmaya başladım sanki. Aramızdaki coşkulu aşk, yerini daha sağlam, uzun süreceğe benzer bir sevgiye bırakmaya başladı. Dünlük’lerde yazdığım bazı “şeylerin” daha sonra öyküye doğru evrildiği olmadı mı peki? Olmuştur. Nedir, kendiliğinden denebilecek kadar yumuşak geçişlerle olmuştur bu.

Bu pilav daha çok su kaldırır. En iyisi, Hulki Bey’le, “şimdilik” şerhiyle, bitirelim: “Yaşam sürecek. Günlükte öykü olacak, öyküde günlük.”

19.Haziran.18

Seçime birkaç gün kaldı. Hayatımızda mizaha, kahkahaya, mutluluğa, huzura, doğaya, sanata edebiyata ve şiire daha fazla yer açmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Hep savaş, ölüm, asık suratlı adamlar görecek değiliz ya!

Cumhurbaşkanı adaylarından ikisinin edebiyata ilgilerinin olduğunu biliyoruz. Ne Selahattin Demirtaş’ın ne de Muharrem İnce’nin kitaplarını okumadım henüz. Nedir, içeriğe bakmadan söylüyorum, durumun kendisi umut verici değil mi? Aslında, çok basit bir şeye bakmak bile yeterli. Adayların hangileri gülüyor, hangilerinin kendilerine göre bir mizah anlayışları var? Hangileri asık suratlılıktan, hötzötten başka şey bilmeyen şallamşoplar? Mizah, öyle ya, ince zeka gerektiriyor.

Hermann Hesse’in bir aforizmasına bakıp kaçalım: “Bugün politik akla politik gücün bulunduğu yerde rastlanmıyor. Resmi çevrelerden bir zekâ ve sezgi seli akıp gelmeli ki, felaketler önlenebilsin ya da hafifletilebilsin.” (İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez, Çeviren: Kâmuran Şipal, YKY, 2018, s. 10)

Onur Çalı