Hüseyin Cöntürk’ü anma gününde bir konuşma yapmam istendiğinde önce biraz ürktüm açıkçası. Hayatımda karşılaştığım en ilginç kişilik olan Cöntürk’ü anlatmak benim için o kadar kolay değil. Ama ben yine de hem arkadaşım, hem –o kesinlikle kabul etmese de– hocam olan yanlarını dilim döndüğünce aktarmaya çalışacağım sizlere.
Cöntürk’le 1998’de İzlekdergisinin, Kızılay’da bir iş hanı içinde bulunan küçük odasında tanıştık. O zamana kadar adını hiç duymamıştım. Kendisi neler yaptığımızı merak etmiş ve ilk kez dergimize gelmişti. Odada bulunan diğer arkadaşlarla birlikte kendisiyle edebiyat ve dergicilik üzerine konuşmaya başladık. Daha o zaman, yaşına rağmen, edebiyata yaklaşımındaki tazelik, gençlik ve şevk beni şaşırtmıştı. Çok konuşuyordu. Sözünü bitirmesini beklerseniz hiçbir zaman konuşamazdınız. O zamanlar bunu bilmediğim için sadece bir dinleyici konumunda kalmıştım. Daha sonra Cöntürk elinde bisküvi ya da poğaça poşetiyle İzlek’in odasına sık sık gelir oldu. Ben de bu zaman zarfında onun hakkında bilgi edindim. Dönem ve Yordam dergilerini, kitaplarını, eleştiriye getirdiği yenilikleri öğrendim. O yıllarda, Edip Cansever ve Turgut Uyar tutkunu olduğum için, yanımda bu şairleri tanımış birinin bulunması bana çok heyecan veriyordu. Dergiden çıkıp kahveye doğru hep birlikte yürürken, “Edip Cansever nasıl biriydi? Ya Turgut Uyar?” diye peşinden koştuğumu anımsıyorum. O da kâh yürüyüp kâh durarak sorduğum kişiler hakkında yuvarlak bilgiler verir ve konuyu eninde sonunda genç şair ve yazarlara getirirdi. Biz ne kadar eskideysek o da o kadar yenide, şimdideydi.
Cöntürk’ün İzlek’e ziyaretleri, bize yaptığı bir öneriyle şekil değiştirdi. Her hafta birinin bir şiir ya da öykü seçmesini, onun hakkında bir sunuş yapmasını ve toplantının da başkanlığını üstlenmesini önerdi. Seçim yaparken kendisine göre en önemli noktanın o metni sevmemiz olduğunu söylüyordu. “Sevmek” ve “bilimsellik” yan yana gelmesi zor iki sözcük gibi görünse de, Cöntürk’te kesinlikle iç içe geçmişlerdi. Kendisinin “tutmadığı” bir şiiri ya da öyküyü bizim sevdiğimizi görmek ona heyecan veriyordu. Mümkün olduğu kadar nesnel gözlemlerle o metni savunabilirsek ikna olabileceğini, bunun da kesinlikle edebiyatın yararına olacağını düşünüyordu. Önerisi kabul edildi ve toplantılar başladı. Yaklaşık iki ay süren bu toplantılarda çok şey öğrendim. Cöntürk’ün metne yaklaşım tarzı, yazar değil metin ve okur odaklı okumaları, okumayı ve eleştirmeyi öğrenme yolunda önemli adımlar atmama neden oldu. 2000 yılında Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’ne girdim. Çok sık olmasa da kendisiyle Modern kahvede görüşüyorduk. Bölümümüzü merak ediyor, öğretmenler ve öğrenciler hakkında sürekli sorular soruyordu. Akademinin ve akademisyenlerin gerekli olduğunu, ancak şair ya da öykücü kimliğimizden dolayı, ödevlerin ve gerekliliklerin girdabında kaybolmamamız gerektiğini söylerdi sık sık. İzlek kapanmıştı ve Cöntürk bir edebiyat dergisi kurmamız gerektiğini, kendisinin her türlü yardıma hazır olduğunu belirtirdi. Ancak ne yalan söyleyeyim, ondaki cesaret ve istek bende yoktu, sanırım diğer arkadaşlarda da… Şiir veya öykü yazmayı, bölüm için yaptığımız ödevler dışında yazılar yayımlamayı sürdürmezsek, akademide kaybolacaktık ona göre. Tez yılı gelip çattığında ben Bilge Karasu’nun Gece adlı romanını çalışmaya karar verdim. Okuru merkeze alan edebiyat kuramları ile ilgileniyordum. Kaynak toplamaya başladım. Bu aşamada, gerek çalıştığım kitabın Gece olması, gerekse ilgilendiğim kuramın Cöntürk’ün de ilgisini çektiğini biliyor olmam nedeniyle Cöntürk ile yeniden görüşmek istedim. Elimde bir dolu İngilizce metinle kahveye geldiğimde çok heyecanlandığını anımsıyorum. Metinlerin yazarlarından bazılarını çok iyi tanıyor ve bana bilgiler veriyor, bazılarını da tanımıyor ve benden bilgiler alıyordu. İlgisini çeken şey tez konum değil, ilgilendiğim kuramlardı. Bilge Karasu’nun sadece Troya’da Ölüm Vardı adlı ilk kitabını sevdiğini, sonraki kitaplarını okuyamadığını söyledi. “Okunmaz” diye bir nitelemesi vardı ve Göçmüş Kediler Bahçesi ve Kısmet Büfesi onun için “okunmaz” kitaplardı. Öte yandan bir de, bazı metinler için “üslûp özentisi” diye, tam da kavrayamadığım bir tabir kullanırdı. Tanpınar’ın Huzur adlı kitabı da Gece ile aynı kaderi paylaşıyordu. Cöntürk Gece’yi okumayı hiç denememişti ve okumak da istemiyordu. Ancak ben zaman zaman, metnin bazı postmodern tekniklerle yazıldığından söz ettiğimde, “ilerde okurum belki” derdi. Modern kahvedeki buluşmalarımız artarak devam etti. Her hafta ikimiz de bulduğumuz yeni yazılarla kahveye geliyor ve içlerinden hangilerini birlikte okuyacağımızı kararlaştırıyorduk. Ben kütüphaneden bulduğum yeni kitapları ve eleştiri antolojilerini getiriyordum. İçlerinden bir seçme yapıp kendimiz için birer kopyasını alıyorduk. Eğer ben kahveye önce geldiysem ve o da kahvenin camından bir şeyler okuduğumu gördüyse, gözleri parlayarak içeri girer ve “aferin iyi gidiyorsun iyi, ama ben de ödevlerimi yaptım” der, özenle poşetlere sardığı yazıları bir bir çıkarırdı çantasından. Bir de tabi kahvecilere ve bana getirdiği bisküvi ve çikolata poşetini… Tez yazanların çoğunda olduğu gibi, tez yazımı sürecinde benim de şevkimin kırıldığı, isteğimin ve yaptığım işe olan güvenimin azaldığı zamanlar oluyordu. Böyle zamanlarda benim için en iyi ilaçlardan biri Cöntürk’tü. Ondan ayrılıp eve döndüğümde hemen çalışmaya başlar ve saatlerce masanın başından kalkmazdım. Zihnim ve algı kapılarım sonuna dek açılırdı. Yanıtlanması gereken önemli bir soru: Cöntürk bunu nasıl başarıyordu? Birlikte çalıştığı gençlere kesinlikle “hoca” gibi davranmazdı. Bunu, onunla görüşen herkes fark etmiştir. Ama biraz düşündüğümde şunu anladım. Cöntürk tek başına bir kurum, bir enstitüydü. Onunla görüşmek, daha da önemlisi bu görüşmeleri verimli kılmak gibi bir niyetiniz varsa Cöntürk’le “geçinmeyi”, onunla konuşmayı öğrenmeliydiniz. Örneğin, ilk buluşmalarımızda bana sık sık “sözümü kesmezsen ben hep konuşurum” derdi ama ben yine de sözünü kesemez ve onun konudan konuya atlayışına dinleyici kalırdım. Tanıdığım kişilerden bazıları, bu özelliğine katlanamadıkları için onunla görüşmüyordu. Bir süre sonra, sözünü kesmeyi öğrenmeye başladım. Böylece suskunluğum onun başka bir konuya geçmesine neden olmuyor ve bir konu üzerine yoğunlaşabiliyorduk. Ama masamıza bir tanıdık gelirse tüm planlarım suya düşüyordu. Cöntürk gelen kişiye o zamana kadar yaptığımız şeyleri uzun uzun anlatır, daha sonra da o kişinin ilgi alanından söz ederdi. Masadaki kişileri konu dışı bırakmak istememesinden kaynaklanıyordu bu. Herkese eşit ilgi göstermek Cöntürk’ün en önemli kişilik özelliklerinden biriydi. Sanırım bu yüzden en fazla üç kişiyle bir araya gelmek isterdi.
Cöntürk, metni esas alan bir eleştirmen olduğu için ona kesinlikle şu veya bu yazar hakkında düşüncelerini soramazdınız. Ya da sorardınız ama bunun için onun kimi zaman dışından ve sanırım çoğu zaman da içinden size “salak” demesini göze almalıydınız. Zira bu sözcüğün onun terminolojisinde önemli bir yeri vardı. Üzerinde durmak istediğiniz bir metin varsa ona birlikte okumayı önerebilirdiniz. Bu metnin yeni yazarlara ait olmasını her zaman tercih ederdi ve sık sık “edebiyat gençlerindir” derdi. Ona göre edebî metinler yeniden eskiye doğru okunmalıydı; çünkü eski metinlerden başlarsak yeniye hiçbir zaman ulaşamayacağımızı düşünüyordu. Bu konu da benim kafamı epey karıştırmış Cöntürk saptamalarından biri olmuştur. Kısaca Cöntürk, yönlendirme amacı yokmuş gibi görünse de yönlendiren, öğretme amacı yokmuş gibi görünse de öğreten bir enstitüydü. Bir farkla: karşısındakinden öğreneceği şeyler olduğuna inanmazsa asla onunla vakit harcamazdı. “Karşılıklılık” ve aktiflik, onun edebiyat anlayışında önemli bir yer tutuyordu. Dolaylı, daha doğrusu örtük olarak ortaya konmuş kurallara uyarsanız ondan çok şey öğrenirdiniz.
Cöntürk metinlere asla duygusal ya da önyargılı tepkiler vermezdi. Örneğin bir yazarın herhangi bir öykü kitabını okur ve içinde iyi bir öykü bulamazsa, yazarın diğer öykü kitaplarını da okur ve “iyi öykü” arardı. Ya da, onun beğenmediği bir metni, karşısındaki beğendiyse, bu onun için çok verimli bir edebiyat karşılaşması olabilirdi; karşısındakini büyük bir dikkatle dinler ve o metni neden sevdiğini anlamaya çalışırdı. Ölçütlerini tutalım ya da tutmayalım, her metni bu ölçütlere göre değerlendirirdi. Örneğin “Halit Ziya dolambaçlılığı” diye bir terimi vardı ve bu terim okumalarında önemli bir ölçüt olmuştu. Öte yandan sık sık postmodern olduğunu söylerdi. Yeni eleştiri ve nesnel yaklaşımların etkisinden kurtulamadığı için, bence tam olarak postmodern ilkeleri benimsemesi mümkün olamadı. Ancak birçok hypertext denemesi vardı. Bazı şiirleri yeniden yazar ve gereksiz gördüğü dizeleri atardı. Geçmişte yayımladığı kitapları ve yazıları kolayca yok sayar, bunun da “yapısöküm”ün (deconstruction) gereği olduğunu söylerdi. Kendini çürüterek ilerlemek, kendini söke söke yazmak yapısökümdü ona göre.
Cöntürk dostlarıyla kahvede buluşurdu. Bu kahveler genelde merkezden biraz uzakta, popüler olmayan, dolayısıyla sessiz sakin kahvelerdi. Çok düzenli yaşardı. Her gün aynı saatlerde kalktığını, kahvaltıdan sonra biraz daha kestirdiğini, saat birde öğle yemeğini yiyip bir saatlik öğle uykusuna yattığını söylerdi. Saat ikide evden çıkar ve yazları gece on, on bir, kışları sekiz, dokuza kadar kahvelerde çalışırdı. Bir gün bana, babasının kahveci olduğunu, bu nedenle kahvelerde çalışmaya alışık olduğunu söylemişti. Seslerden ya da sigara dumanından hiç rahatsız olmazdı. Futbol maçlarını izlemeyi çok severdi. Buluştuğumuz gün maç varsa benden alelacele ayrılır ve maçı izleyeceği kahveye giderdi. “Benim üç grup arkadaşım var. Maç arkadaşlarım, mühendis arkadaşlarım ve edebiyat arkadaşlarım” derdi. Çok kibar bir insandı; kendisine çarpan kişiden özür dileyecek kadar kibar… İlerleyen yaşına rağmen hiç ölmeyecek gibi konuşurdu. Örneğin, yapacağı işleri düşündüğünde sık sık “onun daha zamanı var. Belki ilerde”, “yazı yayımlamayı yakın bir zamanda düşünmüyorum, bir dergi kurarsak olur belki” der ve beni her seferinde şaşırtırdı. Ölümü bu denli yok sayması sayesinde olacak, çalışmasının verimini moral bozuklukları değil ancak bir hastalık düşürebilirdi. Ama hastalıklarından da çok nadir söz ederdi. Ölümüne neden olacak hastalığının ilk aşamalarında kahveye geldiğinde iyi görünmüyordu. Nasıl olduğunu sorduğumda durumunu kısaca ve üstünkörü anlatır, sonra hemen konuya girerdi. Çok soğuk kış günlerinde bile buluşmayı iptal etmez, kat kat giyinerek kahveye gelirdi. Bir gün, kendini iyi hissetmiyorsa buluşmalara ara verebileceğimizi, karda kışta dışarı çıkmasa daha iyi olacağını söylemiştim kendisine. Ama buluşmalarımızın ona iyi geldiğini, heyecanlandığını ve hastalığını unuttuğunu söylemişti. Bu arada, internette “Cöntürk” adını taradığımda karşılaştığım yazılarda, Cöntürk’ün yalnızlığına ve yalnız ölümüne vurgu yapılıyor sık sık. Evli değildi, çocukları yoktu, ama bence Cöntürk kesinlikle yalnız değildi. Bir yalnızlıktan söz edilecekse, sınırlarını onun çizdiği bir yalnızlıktı bence söz konusu olan. Onun yaşındaki hiçbir edebiyatçının sahip olmadığı kadar ve çoğu genç dostları vardı. Yalnız ölümüne gelince, bence bu da onun kendi seçimiydi. Anladığım kadarıyla, dostlarının hastaneye gelmelerini pek de istemiyordu.
Cöntürk, edebiyatın dışında gibi görünse de tam göbeğindeydi. Yaşamının büyük bir bölümünü edebiyatın gereklerine göre düzenlemişti. Onu tanımış olmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Ve artık yaşamımda olmaması da bana hüzün veriyor; yerini doldurmak pek de mümkün değil. Eminim Cöntürk’ün saptamaları ve edebiyat üzerine düşünceleri yaşamım boyunca beni düşündürecek ve edebiyat anlayışıma yön verecektir.
Jale Özata Dirlikyapan
Edebiyat ve Eleştiri dergisinin 74. sayısında (Mart-Nisan 2004) yayımlanmıştır.