11.Temmuz.18

Okurluğuna güvendiğim, hele polisiye edebiyatı konusundaki okuma hızına, çeşitliliğine ve birikimine şapka çıkardığım bir arkadaşımın (bloğu için bknz: Kitapçı Sema) tavsiyesiyle okudum Eskiden, Çok Eskiden’i.

Kitaba geçmeden önce yazara bakalım biraz. Petros Markaris’in biyografisi beni eski bir dostu görmüşçesine sevindirdi doğrusu: Theo Angelopoulos’un başka filmlerinin yanısıra Sonsuzluk ve Bir Gün’ün senaristlerinden biriymiş Petros Markaris. Bütün biyografisini sayıp dökecek değiliz burada. Bir can yakıcı noktayı daha yazalım, yetsin: Petros abi, 1937’de Heybeliada’da doğmuş. Biyografilerde “1964 yılında Yunanistan’a yerleşinceye kadar Heybeliada’da yaşadı” deniliyor. 1964 yılı bu ülkenin kara yıllarından birine işaret ediyor; hoş, “kara” olmayan bir yılı, hatta bir günü var mı bu ülkenin? (Hamiş: Markaris, 1964’te Türkiye’de değil, Viyana’da. Yunanistan’a yerleşmesi Türkiye’den gitmesiyle olmuyor.)

0af5f-petros2bmarkaris

16 Mart 1964 tarihinde çıkarılan kararname ile hayatlarında Yunanistan’ı görmemiş olan Yunan tabiiyetindeki İstanbullu Rumlar sınırdışı ediliyorlar. Yanlarına 20 kilo kişisel eşya ve 20 dolar karşılığı Türk lirası dışında bir şey almalarına izin verilmiyor. Her zulüm, savaş, kargaşa döneminde olduğu gibi durumu fırsat bilen açıkgözler çıkıyor ortaya. Yalnızca Makaris’in hayatında değil romanda da önemli bir yere sahip bu olay. Türkiye’deki azınlıkların başına gelen (getirilen) ve vicdanı olan herkesi utanca ve öfkeye boğan Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları da romanın arka planını oluşturan tarihi olaylardan.

Romanı anlatmayacağım ama kahramanımız Kostas Haritos’u çok tuttuğumu söylemeliyim. Yunanlı bir komiserin gerçekçi bir profilini çizmeyi başarmış yazar. Komiser Haritos’un Yunanlıları ve Türkleri kıyasladığı, benzerliklerden ve farklılıklardan açtığı bölümlere ise ba-yıl-dım. Komiser Haritos, geçtikleri bulvarın adının Atatürk olduğunu öğrenince şunları fıslıyor sözgelimi: “Yunanistan’da olsaydı bulvarın adı Elefteriyos Venizelos Bulvarı olurdu, diye düşünüyorum. Bu konuda Yunanlılarla Türkler muhteşem bir uyum gösteriyorlar. İki halk da Atatürk’ün ya da Venizelos’un adlarını akla gelen her sokağa, her geçide, bulvara, yürüyüş yoluna ya da patikaya veriyor.”

Komiser Kostas Haritos’u sevdim ben. Başka maceralarını da, hemen değilse bile, okuyacağım.

15.Temmuz.18

Pergamon Krallığının sağaltıcı rahiplerinden esinlenerek “İyi Olacaksınız” başlığını kondurduğum ilk dünlük’ten bu yana tam üç yıl geçmiş. Üç yılda doksan dünlük döktürmüşüz. Bir terslik olmazsa yaklaşık üç ay sonra dalya diyeceğiz. 100. dünlük için farklı bir şeyler yapmak lazım, ama ne?

16.Temmuz.18

Edebi Şeyler yayınları arasında çıkan “Sanatımızda Bir Dönemeç: 50’li Yıllar, Ankara(2014) adlı kitapta Erhan Altan’ın üç sanatçıyla yaptığı söyleşiler yer alıyor. Resimde, müzikte ve edebiyatta büyük bir dönüşümün yaşandığı 50’li yıllar Ankara’sına yolları düşmüş, bu dönüşüme şahitlik etmiş ve bizzat bu dönüşümün parçası olmuş üç sanatçıdan biri de Ahmet Oktay. Dikkat çekici, üzerine düşünülesi şeyler söylüyor Ahmet Oktay. Nedir, epey karamsar bir tonda çıkıyor sesi.

Benim dikkatimi söyleşinin çok da odağında olmayan iki husus çekti. Birincisi: Kürdün Meyhanesi’ni ben hep Kumrular Caddesine çıkan ara sokaklardan birinde diye hayal etmiştim. Oysa Ahmet Oktay, dönemin “sanatçı yuvası” denebilecek bu meyhanenin Ulus’ta, Posta Caddesinde olduğunu söylüyor. Nazarı dikkatimi celbeden ikinci “şey” de İlhan Mimaroğlu.

Ahmet Oktay’ın aktardığına göre İlhan Bey, yaptığı radyo programlarında hem müzik çalar hem de “Atonal müzik nasıl bir müzik, Schönberg kim, Weber kim, bunları ilginç ve dinleyicinin ilgisini çekecek bir biçimde” anlatırmış. Nedir, beni çeken İlhan Bey’in bu özelliği değil, yazarlığı ve anıları oldu. Ahmet Oktay’ın “İlhan Mimaroğlu sadece müzikçi değil, aynı zamanda iyi bir yazardır. Anılarını falan zaman zaman yazıyor, kitapları da çıktı, çok güzel anlatır, o anlamda etkileyici bir insandır” demesini bir büyük tavsiyesi olarak alıp Mimaroğlu’nun Ertesi Günce adlı kitabına el attım hemen.

f59b7-ilhan2bbey

Yüksek edebiyat beklentisiyle okunacak metinlerden oluşmuyor Ertesi Günce. Yer yer takındığı homofobik tavır da cabası. Nedir, keyifli bir anlatımı var Mimaroğlu’nun. Zaman zaman (özellikle de pop müzik ve Michael Jackson, Madonna gibi “starlar” bahis konusu olduğunda) sertleşse de mizahı yerinde, nüktesi ayarında. Bir kısmı Varlık’ta ve Cumhuriyet’te yayımlanmış yazılarını dağınık düzende birleştirmiş. Elbette müziğe çıkan, müzikten çokça geçen, meşhur cazcıların, şarkıcıların, piyanistlerin içinde cirit attığı yazılar, anılar bunlar. Çünkü İlhan Bey besteci olmanın yanısıra Atlantic Records şirketinde uzun yıllar prodüktörlük de yapmış.

Salâh Birsel’in “bugünkü günde”si gibi, Mimaroğlu’nun da “birgünler”i var. Bir zamanlar demiyor da birgünler diyor. Bir zamanların ünlü cazcısı demiyor da, birgünlerin ünlü cazcısı diyor. Hoşuma gitti bu söyleyiş.

Ahmet Oktay’dan İlhan Mimaroğlu’na uzanmıştık. İlhan Bey’in bu keyifli yazılardan da bir film tavsiyesi devşirdim kendime: Robert Altman’ın Oyuncu’su (The Player, 1992). Altman’a, Carver’ın öykülerinden “kırptığı” senaryosuyla çektiği Short Cuts’tan (1993) aşina olduğum için bu filme de el attım hemen.

İlhan Mimaroğlu’nun filmle ilgili yazdıklarına ekleyecek bir şeyim yok: “İyi edebiyat, kötü edebiyat… Ayrı bir konu bu. Robert Altman’ın yeni filmi ‘The Player’ (Oyuncu), aşırı bir önemle üstünde durmakta bu ayrı konunun. Alaya aldığı Hollywood acununun odağı yazarlardır. Hepsi kötü yazarlar bunların: dışlananı da, köşeyi döneni de, yüceltileni de. Senaryoyu yazan Michael Tolkin’in hiç de iyi bir yazar izlenimi bırakmamasıyla iğneyi önce kendine batırmış oluyor bu film. Yönetmenin görevine değinmemesiyle yazarı kendine siper mi almak istemiş Altman? Sözcüklerin, edebiyatın, bir filmin niteliğini etkilemesinin sayısız örneği arasında, bu konuya ağırlık vermesi bakımından, özel ve ilginç bir durumu var bu filmin.” (Ertesi Günce, s. 23)

Belki yalnızca şunu ekleyebilirim İlhan Bey’in sözlerine: genç Tim Robbins’i ve kısacık da olsa genç John Cusack’ı izlemek harikulade!

Hamiş: Ertesi Günce’nin bir yerinde, Bülent Arel’in ölümünden bahsederken şöyle diyor İlhan Mimaroğlu: “New York Times haberi nasıl verecekti acaba? Bildirene değin New York Times, gerçekten ölmüş olamazsınız. Dördüncü gün çıktı yazı.” (s.60) İlhan Mimaroğlu’nun New York Times’daki ölüm haberi ise, işe bakın, vefatının ertesi gününde yayımlanmış. İsminin yanına bir de parantez açmamışlar mı: Mr. Mimaroglu (pronounced mee-ma-ROE-loo). Görseydi, incesinden dalgasını geçerdi herhalde. Koskoca Mimar Kemaleddin’in oğlunun telaffuzda düştüğü hale bakın. Lanet olsun bu Babil Laneti’ne!

17.Temmuz.18

Daldan dala atlayalım derken okuma programımızın kıblesini iyice şaşırdık. Neyse ki daha fazla dağılmadan güzergahıma dönüp Mahir Ünsal Eriş’in Öbürküler adlı romanına (novella ya da uzun öykü mü demeli?) el atabildim sonunda. Mahir, “eski” dili kullanmakta çok mahir, imrendim doğrusu. İki ustaya (Refik Halid Karay ve Hüseyin Rahmi Gürpınar) selam çakması, bunu bu iki büyük yazarın üslup ve dünyalarına dokunarak yapabilmesi, bölüm başlarına kondurduğu epigrafları Memleketimden İnsan Manzaraları içinden “cuk oturacak” şekilde çekip çıkarması… Her biri ayrı güzellikler. Edebiyat tanrısının işine bakın ki Komiser Haritos’un macerasında denk geldiğimiz 1964 sürgünün izlerine Öbürküler’de de rastlıyoruz. Herkesin birbirinin öbürküsü haline geldiği dünyamıza yaraşır bir hikaye Mahir’inki: Eğlenceli, üzünçlü, resimli ve de korkunçlu. Okuyunuz derim!

Onur Çalı