11.Ağustos.18

Aleksey German’ın yönettiği ve senaryosunu Yulia Tupikina ile birlikte yazdığı Dovlatov (2018) adlı film, Rus yazar Sergey Dovlatov’un yaşamından altı günlük bir kesit sunuyor. 1971 yılındayızdır, Kasım ayının hemen başında. Sergey abimiz (30 yaşındadır bu sırada), yazdıklarını yayımlatmakta zorlanıyordur çünkü Yazarlar Birliği’ne üye olamıyordur. Yazarlar Birliğine üye olamıyordur çünkü resmi kurumların güdümündeki edebiyat dergilerinde bir şey yayımlatamıyordur. Fabrika gazetelerinde onu edebi açıdan hiç tatmin etmeyen yazılar yazıyor, annesiyle bir kolektif evde kalıyor, boşandığı karısıyla ve kızıyla ilişkileri de doğrusu pek iyi gitmiyordur.

b604b-brodsky2bdovlatov2b2

Sergey Dovlatov’dan çok önce Mihail Bulgakov da Sovyet iktidarının baskısını görmüş yazarlardandı. O da yazdıklarını yayımlatamadı, umutsuzluğa kapıldı, yazdıklarını yaktı, tekrar yazdı… Nedir, harikulade eseri Üstat ile Margarita’da onu kapana kıstıran Sovyet bürokrasisiyle dalgasını da geçti inceden.

Sözgelimi, Behemot ve Korovyev’in sadece yazar takımının alındığı Griboyedov adlı mekana gittiklerinde yaşadıkları… Girişteki kadın kimliklerini ister bizim haydutlardan:

“Kimlikleriniz lütfen?” Korovyev’in kelebek gözlüğüne, Behemot’un gaz ocağına ve yırtık pırtık dirseklerine hayretle bakıyordu.

“Binlerce kez özür dileriz, ne kimliği istemiştiniz?” diye sordu Korovyev hayretle.

“Yazar mısınız?” diye sordu kadın.

“Kuşkusuz,” dedi emin bir şekilde Korovyev.

“Belgeleriniz?” diye tekrarladı kadın.

“Tatlım…” diye kibarca başladı Korovyev.

“Ben tatlı değilim,” diye sözünü kesti kadın.

“Ah, çok yazık,” dedi hayal kırıklığıyla Korovyev ve devam etti: “Peki, eğer tatlı olmak istemiyorsanız, ki bu çok hoş olurdu, olmayınız. Fakat şimdi Dostoyevski’nin yazar olduğuna inanmak için, gerçekten de ondan belge istemek gerekir mi? Onun herhangi bir romanından herhangi beş sayfayı alıp bakarsanız, karşınızda bir yazar olduğunu tartışmasız bir şekilde anlarsınız. Benim tahminimce, onun da herhangi bir belgesi olmamıştır hiç! Sen ne dersin?” diyerek Behemot’a döndü Korovyev.

“Bahse girerim ki yoktu belgesi,” dedi Behemot gaz ocağını masaya, kitabın yanına koyup eliyle alnındaki teri silerken.

“Dostoyevski değilsiniz siz,” dedi Korovyev’in sözleriyle sersemleyen kadın.

“Ama bunu kim bilebilir, kim bilebilir,” dedi Korovyev.

“Dostoyevski öldü,” dedi kadın, ama pek kesin konuşmuyordu.

“Bunu asla kabul edemem,” diye bağırdı Behemot. “Dostoyevski ölümsüzdür!”

“Belgeleriniz baylar,” dedi kadın.

“Rica ederim, bu yaptığınız gülünç bir şey,” diye inat etti Korovyev. “Hiçbir belge tanıtamaz yazarı, sadece yazdıkları tanıtır! Benim kafamın içinde ne gibi tasarıların kaynaştığını siz nasıl bileceksiniz? Ya da bu kafanın içinde?” diyerek Behemot’un kafasını gösterdi ve o da kadın rahat rahat bakabilsin diye yaparmış gibi, hemen beresini çıkardı kafasından. (Everest Yayınları, çeviren Sabri Gürses, s. 437-38)

Lokal-lokanta gibi bir yer olan bu Griboyedov’un resepsiyonundaki kadının istediği (ve Bulgakov’un ima ettiği) belge, büyük olasılıkla Yazarlar Birliği üyeliğine dair belgedir. Yani Dovlatov’un yokluğundan muzdarip olduğu belge.

Filme dönelim. Dovlatov’un umut arayışına, ayakta kalmak için verdiği savaşıma, edebi duruşu uğruna çektiklerine çok iyi ışık tutuyor Aleksey German’ın Dovlatov’u. Bilhassa iç çekimleri çok başarılı buldum ben.

Filmle birlikte Sergey Dovlatov’un Türkçe’deki tek kitabı Puşkin Tepeleri’ne de el attım. Bu romandaki karakter (Boris Alihanov) birçok bakımdan yazarın kendisiyle çok benzerlik gösteriyor. Dovlatov’un Rusya’da bulunduğu son yıl olan 1978’de Leningrad’da tamamladığı bu roman, ilk kez 1983 yılında ABD’de Rusça olarak yayımlanmış. Rusya’da ise (romanın sonsözünü yazan Andrey Aryev’in demesine göre) yazarın ölümünden beş gün sonra dizgiye verilebilmiş. Anladığım kadarıyla, Dovlatov’un kızı Katherine Dovlatov tarafından 2013 yılında İngilizceye çevrildikten sonra bilinirliği artmış romanın. Katherine’in demesine göre Puşkin Tepeleri “babasının en şahsi romanıymış”. Gerçekten de bu romanda Dovlatov, (ufak tefek farklarla) kendini bir kurgu karaktere dönüştürmüş gibi. Filmin senaryosu da, haliyle, kitaptan epey izler içeriyor. Bazı cümleler, romandan alınmış. Sözgelimi filmin sonunda Dovlatov’un arabanın üstünde giderken kendi kendine mırıldandığı şu cümleyi romandan alıntılıyorum: “Tek şerefli yol hataların, hayal kırıklıklarının ve umutların yoludur.” (Puşkin Tepeleri, Jaguar Yayınları, çeviren: Ayşe Hacıhasanoğlu, s. 95)

Bu cümleler hem Boris Alihanov’un hem de Sergey Dovlatov’un kendi yaşamının özeti gibi duruyor.

Hamiş: Hayati öneme sahip değil ama söylemeli yine de: Sergey Dovlatov’u canlandıran Sırp aktör Milan Maric, yazara aşırı derecede benziyor. Bir de filmin müzikleri çok iyi. IMDb’de “soundtrack” listesi yok filmin, keşke olsaydı.

***

Filmde, Dovlatov’un durumunda olan, yazdıklarını rejimin istediğine göre biçimlendirmedikleri için yaşama şansı verilmeyen yazar-çizer takımının arasında şair Joseph Brodsky’yi de görüyoruz. O da ABD’ye göç etmiş ve 1987’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış. Onu da bir şirini çevirerek analım o halde, “Bir Şarkı” adlı şiirini:

Keşke burada olsaydın canım,
Keşke burada.
Şu divanda oturuyor olsaydın
Ben de yanında.
Mendil senin olsaydı da
Gözyaşını ben dökseydim, ıslatsaydı çenemi.
Tabii, her şey,
Tam tersi de olabilirdi.

Keşke burada olsaydın canım,
Keşke burada.
Benim arabamda olsaydık da
sen değiştirseydin vitesi.
Bambaşka bir yerde bulurduk kendimizi,
bir kıyıda belki, kimselerin bilmediği.

Keşke burada olsaydın canım,
Keşke burada.
Yıldızlar çıktığında ortaya
astronomiden bihaber olsaydım,
uykusunda iç geçiren suya
ayın şavkı vurduğunda.

Keşke burada olsaydın canım,
yeryüzünün bu yarısında,
oturup sundurmada
yudumlarken biramı.
Gruba karşı
oğlanlar bağırış çağırış, çığlık çığlığa martılar.
Unutmanın ne gereği var
madem sonunda ölüm var?

12.Ağustos.18

Kudret Emiroğlu’nun hacimli “Gündelik Hayatımızın Tarihi” kitabına bakarsak şunları öğreniriz: Huma kuşu da, tıpkı Anka gibi, Kafdağı’nda yaşarmış. Gölgesi kimin üstüne düşerse o kişi hükümdar olurmuş, bu nedenle devlet kuşu dediklerinin ta kendisiymiş. Ayakları yokmuş huma kuşunun, bu yüzden yere konamazmış ve avını havada kapar, yer, sindirirmiş. Eskiden güzel kokusu nedeniyle yakılan elma kabuklarının çıkardığı dumanın, kokunun ve buharlaşan suyunun huma kuşunu beslediğine inanılırmış.

Benim 2015 yılında yayımlanan üçüncü öykü kitabıma koyduğum isim de “Huma Kuşları”dır. Nedir, benim kitabımın yukarıda özellikleri döktürülen huma kuşuyla olduğu kadar, bilyeyle de ilgisi vardır. Çünkü bizim oralarda, sizin bilye diye bildiğiniz şeye biz huma deriz.

Huma kuşunun yükseklerden seslendiği de vakidir.

13.Ağustos.18

Cevat Çapan’ın Ritsos çevirilerinden oluşan bir kitap yayımlandı geçenlerde, Kırmızı Kedi etiketiyle: Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin Beni. Evvelce okumuştum Yannis Ritsos’u ama vesile edip bir kez daha el attım.

“Yağmurdan Sonra” adlı şiirde şöyle demiş Ritsos:

Sessizce akşam oldu, renkler içinde. Pembe titredi
sularda turuncuyla yan yana. Garip, dedi,
renklerin olması, onları görmemiz (…)

Eh, hakikaten garip doğrusu! Zaten bir açıdan bakınca her şey çok tuhaf değil mi?

Renklerin tuhaf olmasının yanısıra ressamların o renklerle oynaması, deforme etmesi, bambaşka bir şeye dönüştürmeleri de oldukça tuhaf ve harikulade! Gerçi, doğadaki herhangi bir şeyi olduğu gibi resmetmek (edebiyat açısından da düşünülebilir aynı şey), sanatçının yorumunu, giderek bir sanatçı olarak kendisini yok sayması anlamına gelmez mi? Notos’un yeni sayısında Abidin Dino’nun bir yazısı var; şair İlhan Berk’in ressamlığı üzerine. Yazı ilkin Milliyet Sanat’ta 1979 yılının Nisan ayında yayımlanmış. Orada anlatılan bir hikaye var. İlhan Berk bunu Abidin Dino’ya anlatmış, galiba Fuzuli’de okuduğunu belirterek:

Nakkaş bir ağacın karşısına geçmiş, boya ile “tıpkısını” çizmiş. Öylesine çizmiş ki resmi gören kuşlar kanat üstü ağaca konmaya kalkışmış. Derken oradan bir köylü geçecek olmuş, ağaç resmine bakmış sormuş: “Bu ne?” Nakkaş çok kızmış bu soruya: “Be adam, gözün kör mü, bunun bir ağaç olduğunu kuş beyinli kuşlar bile anladı!” demiş. Bilge köylü başını sallamış: “Boşuna zahmet, o ağaç zaten var” karşılığını vermiş, omuz silkip gitmiş.

Yukarıda söylediklerimi çok iyi ortaya seren bir kıssa bu, aynısını yaratacaksan yaratmak niye? Nedir, belli ki aynı fikirde olmayanlar var. 2012 yapımı Renoir filmini izledikten sonra Fransız empresyonist ressam Pierre Auguste Renoir’ın birkaç resmine bakayım derken rastladığım bir haberdeki protestocular bizim köylü gibi düşünmüyorlar anlaşılan.

93a64-beaulieu-1890

2015 yılında Boston’da toplanan bir grup insan, “Tanrı Renoir’ı sevmiyor!” ve “Biz ikonoklast değiliz, Renoir berbat!” yazan dövizler taşıyarak protesto gösterisi yapıyorlar. Meramları şu: Renoir’ın fazlaca abartıldığını (overrated) düşünüyorlar. Protestocuların sözcülerinden birinin dediklerinden anladığıma göre Renoir’ın çizimlerini “fazla sevimli, renkli, tatlı” buluyorlar. Hatta dönemin ABD Başkanı Obama’ya Renoir’ın tüm “karalamalarının” ulusal müzelerinden çıkarılması yönünde çağrıda bulunuyorlar.

Protestoculara göre Pierre-Auguste Renoir, baktığı şeylerdeki pozitif yönleri abartılı bir güzellikle resmeden biri. Bu, protestoculara göre böyle. Renoir belki de dünyayı böyle görüyordu ya da böyle görmek ve göstermek istiyordu. Kime ne! Her şeyi olanca çirkinliğiyle görse daha mı iyiydi!

14.Ağustos.18

Susma Platformu’ndan gelen e-mail vasıtasıyla haberdar oldum, aktarıyorum: “Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) tutuklu eski Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 24 Haziran seçimlerini değerlendirdiği ve HDP’ye eleştirilerde bulunduğu makalenin bazı bölümleri partiye yakın Mezopotamya Ajansı, Yeni Yaşam gazetesi ve Yeni Özgür Politika’da yer almadı.”

Doğrusu pek şaşırmadım. Hep hamasi (ya da anti-hamasi olduklarını iddia eden, başka türden hamasi) nutukçular söyleyecek değil ya, bize de nasip oldu sonunda: Bu millet (halk/lar) Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Pomağıyla, Çerkezi ve de Arnavuduyla bir bütündür (mozaiktir); eleştiriden hazzetmez, mümkünse söyletmez, söyleneni de dinlemez!

Onur Çalı