Mitosun en janti tariflerinden birini, “dünyanın vicdanı” Eduardo Galeano Kucaklaşmanın Kitabı’nda yapar: “Paysandu evlerinin ocakları başında Mellado Iturria, dünyada olup bitenleri anlatıyor. Bir zamanlar olmuş bitmiş şeylerdi bunlar ya da neredeyse olmuş ya da hiç olmamış; ama bunların özellikleri şudur ki her anlatılışlarında yeniden olurlar.”

Bingo! Olmuş bitmiş şeyler ya da neredeyse olmuş ya da hiç olmamış. “Gerçekten” olup olmadıkları, yaşanıp yaşanmadıklarının pek önemi yoktur aslında. Mit, bir dildir. Kutsalın dilidir. Ve bu dil, insan var oldukça farklı formlarda da olsa üretilip durur.

Biz bu yazıda, birçok farklı mitos türü (yaradılış, kült, ölü gömme ve sair) arasından kurban etme mitosuna el atacağız. Öncelikle Olimpos Dağına tırmanıp ineceğiz. Truva Savaşını bilirsiniz. Kral Agamemnon’un biraderi Menelaos’un karısı Helen’in Truva’ya kaçırılması (ya da Truva Prensi Paris’le kaçması) ile başlar bütün hikaye. Başbuğ Agamemnon orduları toplar, tayfayı gemileri ayarlar, yola çıkılıp Helen geri alınacaktır. Ve fakat o da ne! Birden rüzgarlar kesilir. Gemiler, yelkenliler nasıl yol alsın durgun havada? Sonra durum anlaşılır. Meğer Agamemnon aga, bir av partisi sırasında Tanrıça Artemis’in kutsal geyiğini öldürmüştür. Artemis, işte buna öfkelenip rüzgarı keserek Agamemnon’u cezalandırmaktadır. Artemis rüzgarların yeniden esmesine izin verecektir vermesine ama bir şartı vardır: Agamemnon, kızı İphigenia’yı kurban edecektir. Başbuğ Agamemnon başta kabul etmez elbette, kendi özbeöz kızına nasıl kıysın! Nedir, kamuoyu baskısına direnemez. Kral olmanın yüce sorumluluğuyla halkın ihtiyaçlarını (sanki halkın tek derdi taa Truva’ya savaşmaya gitmekmiş gibi) önceleyip kızı İphigenia’yı dizine yatırır, besmelesini çeker, tam bıçağı kızının kuğu gibi incecik boynuna vuracaktır ki Artemis imana gelir, acır ve gökten bir geyik indirir. Kızı bağışlamıştır. Onun yerine geyik gidecektir bıçak altına.

Evladını kurban etme mitosu, ohooo, çok kadim bir mitostur. İsimler, çağlar, mekanlar, kurbanlar değişse de bu ritüelin meramı aynıdır: İnancın sınanması. İki veçhesi vardır bu sınamanın: Kurban edenin tanrıya olan bağlanışının sınanması ve kurban edilenin, kendisini kurban etmek isteyene olan bağlanışının sınanması. Kurban edenin de edilenin de işi zordur çünkü bu eylem, çok yakın bir bağlanışın (baba-evlat) koparılmasını gerektirmektedir. Zorlu bir imtihan söz konusudur.

Bu eski ve fakat eskimeyen kanlı ritüelde kurban edilenler yalnızca evlatlar değildir elbette. Kardeşler de gider bıçak altına. Semavi dinler açısından bakacak olursak, Habil ile Kabil’den beri böyledir bu. İnsanlık tarihinin ilk kardeş katlinin müsebbibi kimdir sizce? Efendim, Eski Ahit’in “Yaratılış” kitabının 4. Babından aktarıyorum, olaylar şöyle gelişir: Adem, karısı Havva ile yatar. (Lilith neredeydi acaba bu sırada?) Kabil doğar. Bir süre sonra da Habil. Abi Kabil çiftçi, kardeş Habil ise çoban olur. Kabil, topraktan binbir emekle hasat ettiği bazı ürünleri tapınakta Rabbe sunar. Habil de sürüsündeki “ilk doğan hayvanlardan bazılarını” (nedir bu ilk evlatların çektiği, sorarım size), özellikle de bunların yağlarını sunar Rabbe. Dikkat, zurnanın zırt dediği yer burası. Rab, çoban Habil’in sunusunu memnuniyetle kabul ederken (zaten tanrılar çobanları pek severler) çiftçi Kabil’in sunusuna burun kıvırır. Bunun üzerine Kabil öfkelenir, suratı beş karış olur. Sanırım dünya nüfusu çok küçük olduğundan o zamanlar Tanrı kullarıyla doğrudan iletişime geçiyormuş ki Rab (yani Yehova) Kabil’e neden surat astığını sorar ve şöyle buyurur: “Doğru olanı yapsan, seni kabul etmez miyim? Ancak doğru olanı yapmazsan, günah kapıda pusuya yatmış, seni bekliyor. Ona egemen olmalısın.” Bu cümleler gelmekte olan kardeş katlinin adeta habercisi, ne habercisi, yardım ve yatakçısıdır. Sonrası malum: Abi Kabil, kardeşi Habil’e kıyar ve kendini yollara vurur. Kendisine ağır ceza kesen Rabbine de bildirir bunu: “Bugün beni bu topraklardan kovdun. Artık huzurundan uzak kalacağım. Yeryüzünde aylak dolaşacağım. Beni kim bulsa öldürecek.” O günden beri iflah olmuyoruz zaten. Kardeşler kardeşleri öldürmeye devam ediyor. Enteresan olan şu ki Kabil, kardeşini öldürdüğünün bilincindeydi. Bugün, devletlerin ve milliyetçi ideolojilerin iteklemesiyle birbirlerini öldürenler ise kardeş olduklarının bile farkında değiller.

Neyse, biz mitosa geri dönelim. Büyük yazar Jose Saramago, Kabil’in elini kana bulamasından sonraki “aylak dolaşmalarını” ve dolaşmalar sırasında başından geçenleri anlatır Kabil adlı romanında. Elbette o kendine has, incelikli ve oyunlu üslubuyla. Oraya bağlanıyorum. Alıntıladığım bu kısımda Kabil, tanrının meleklerine laf yetiştirmeye çalışır. Zavallı Kabil biraderim benim:

“Efendi’nin tavrı bana çok dürüst gelmiyor, dedi kabil, kulağıma çalınan şey doğruysa, eyub zengin olmakla birlikte, iyi biri, dürüst biri, üstelik de çok dindar, hiçbir suç işlemedi, mallarının kaybederek nedensiz yere cezalandırılacak, ola ki, birçok kişinin dediği gibi, efendi belki adildir, ama ben öyle olduğunu sanmıyorum, ibrahim’in başına geleni hâlâ hatırlıyorum, tanrı onu sınamak için oğlu ishak’ı öldürmesini emretti, bence, eğer efendi kendisine inanan kişilere güvenmiyorsa, bu durumda bu kişiler neden efendi’ye inanmalı, anlamıyorum.”

Ben de anlamıyorum. Çünkü Tanrı, İbrahim peygamberin oğlu İshak (belki de İsmail?) yerine gökten inen koçu kurban etmesine razı olur. Nedir aynı Tanrı, ilerleyen zamanlarda, kendi oğlunu kurban etmekten çekinmeyecektir. Hikayeyi biliyorsunuz zaten. Tekrara girmeyelim. Ve haddimizi aşan bu geyiği burada kesip geyiğin kurban edilmesine dönelim mi artık?

Agamemnon aganın, kızı İphigenia yerine tanrıça Artemis’in gökten indirdiği geyiği kurban etmesi birkaç milenyum sonra bir filme adını verir: Yunan (Yunanlı?) yönetmen Yorgos Lanthimos’un Kutsal Geyiğin Ölümü (2017) adlı filmine.

4afd5-yorgos-sacred-deer-interview

İlkokulda hayat bilgisinde öğrenmiş olduğumuz veciz sözü hatırlarsınız elbette: “Aile, toplumun en küçük yapı taşıdır.” Madem en küçük yapı taşı, toplumdaki birçok kötülüğün, ahlaksızlığın yeşerip boy attığı yer de haliyle ailedir. Ağaç kovuğundan çıkmadığımıza göre, ailenin yıkıcılığını, sevgi kılıfına sokulmuş otoriter şiddetini, kötülüklere yataklık edişini hepimiz az çok biliriz. Kutsal Geyiğin Ölümü, bütün bu bildiklerimizi iyi bir hikaye ve özgün bir sinema diliyle ortaya koyuyor.

Kutsal Geyiğin Ölümü, filmdeki cerrah baba karakterinden ilhamla, neşter vuruyor aileye. İçinde birikmiş olan ne kadar kir, pas, kan ve cerahat varsa hepsi ortaya dökülmüş oluyor böylece. Hikayeden kısaca bahsedelim ki filmi henüz izlememiş olanların sıkılıp gitmelerini engelleyelim: Tanınmış bir kalp cerrahı olan Dr. Steven Murphy (Colin Farrell), oftalmolog eşi Anna (Nicole Kidman), 12 yaşındaki erkek evlatları Bob ve 14 yaşındaki melek kızları Kim ile mutlu mesut yaşayıp gitmektedirler. İdeal bir aile profilidir bu. Bir süre sonra, babanın etrafında bir ergen oğlan peydah olur, Steven bu çocukla sık sık buluşmakta, ona hediyeler almaktadır. Ergen oğlanın adı Martin’dir, 16 yaşındadır. Tekinsiz bir durum olduğunu en baştan sezeriz aslında. Sonra, yavaş yavaş öğreniriz: Martin’in babası, Steven’ın hastası olmuştur ve adamcağız ameliyat masasında ex olmuştur. Müsebbibi bizim cerrah Steven’dır çünkü ameliyata alkollü girmiştir. Martin, kendi babasına karşılık, Steven’ı ailesinden birini feda etmeye zorlar. Belli ki Hammurabi abinin tabletlerinden haberdardır bizim Martin. Burada, tam da burada, hikayeye bir mistik koku sinmiyor değildir. Martin, artık nasıl yapıyorsa, Steven’ın güzeller güzeli iki yavrusunu ölüme sürükleyecek kudrettedir. Sübyanlar yürüyememeye, yemek yiyememeye başlarlar. Bir süre sonra da gözlerinden yaş yerine kan akıtıyorlardır artık. Martin’in derdi ve sunduğu çözüm nettir: Steven’ın çekirdek ailesinden birini feda etmesi gerekmektedir. Aksi halde iki çocuğunu da kaybedecektir. Daha fenası, feda edilecek kişiyi Steven seçmelidir. Kutsal ya da değil, ne koç iner gökten ne de geyik. Steven da, tesadüfe bakın ki, kurban olarak oğlunu seçer ve ona kıyar. Rastgele bir seçimmiş gibi durur kurbanın seçilmesi. Peki, hakikaten öyle midir?

Söyleyin abiler ablalar, neden babalar hep oğullarını kurban ederler? Fırsatını bulduklarında oğullar da babalarını katledecekleri için mi yoksa? Yoksa toplumun bu en küçük biriminin, yani ailenin idealize edilmiş haliyle de facto halinin uzaktan yakından birbirine benzemezliğinden mi başımıza gelir bütün bunlar? Suç nedir? Suçun cezası nedir? Adalet kefaretle mi sağlanır? Başkalarını önemsemeden ve onlar yokmuş gibi davranarak yaşamak mümkün müdür? Bunlara benzer birçok soru sorduruyor Yorgos Lanthimos’un filmi. (2009 yapımı Köpek Dişi filmi de böyledir, o filmde de kutsal ailenin röntgenini çekiyordu Yunanlı dostumuz.)

Biz iyisi mi geyiğe son verip Hammurabi Kanunundan bir maddeyle bitirelim: “Bir evlat babasına el kaldırırsa iki eli de kesilir.”

Peki, ya bir baba evladına el kaldırırsa?

Bütün abiler suskun kalır bu soru karşısında.
Hammurabi hariç değil!

Onur Çalı