14.Eylül.18

Birkaç gün önceki gazetelerde bir ödül töreninden bahsediliyordu. Türkiye Futbol Federasyonu ile Digiturk kanalı, “Futbolun Süperleri” adlı bir ödül tertip etmişler. Geçtiğimiz sezonun, adıyla sanıyla 2017-18 İlhan Cavcav Sezonunun (ki bu yılki sezonumuzun adı da Lefter Küçükandonyadis’tir: Ver Lefter’e Yaz Deftere) en başarılı futbolcularını seçmişler. Sıkı durun! Yılın Süper Orta Saha Oyuncusu ödülünü Emre Belözoğlu almış. Futbola ilgisi olmayanlar, maç izlemeyenler bile bilir Emre’yi. Zamanında küçük İskender akrostiş şiir yazmıştı Emre Belözoğlu için ama o zamanlar Emre yirmili yaşlarının hemen başındaydı ve henüz futbol oynuyordu. Bugün oynamıyor mu peki? Oynuyor oynamasına ama Emre’nin ismini hazreti Google’a yazarsanız futbolla ilgili terimlerden çok şuna benzer sözcüklerle karşılaşırsınız: saldırı, tehdit, ceza, tartışma, küfür, kavga…

434e4-24_kucuk_iskender_02

küçük İskender’in yazdığı akrostiş şiirin bir dizesi (Emre’nin soy isminin ilk harfi) şöyleydi: Burada lafı uzatmak, dokuz kusurlu hareketten bir tanesi. Biz de, amanın, sözü uzatmaktan ve de yormaktan dolayı sarı yahut kırmızı kart yemeyelim sakın! Demem o ki, görüyorsunuz anlatmaya gerek yok, bu ödül işleri her alanda, her branşta aynı. Edebiyatta da futbolda da…

İskender’in şiirinin bir dizesi de şöyleydi: Zehre bulanır korkunun orta sahası

Emre’nin ödül alması üzerine söylenebilecek en güzel söz meğer yıllar evvel söylenmiş!

Hamiş: küçük İskender, inşallah tez zamanda sağlığına kavuşur. Yürekten diliyorum bunu.

16.Eylül.18

Metroyu pek kullanmıyorum ama geçenlerde bir dostlar buluşmasına giderken kullanmak durumunda kaldık. Orta bir yerlerde, direklere tutunmuş beklerken ve yorulmuşken Cumhuriyet okuyan bir ablamıza takıldı gözüm. Gazetenin sayfalarını hızlıca çeviriyordu. Bir dakka! Gazete öyle okunmaz, hele Cumhuriyet hiç öyle okunmaz (son tartışmalardan vareste söylüyorum bunu). Anladım ki bir sonraki durakta kalkacak. Hemen ablaya aborda ettik. Ve bingo! Ablamız alelacele gazeteyi katladı ve (üstelik) yanındaki adamla birlikte indi, böylece biz de oturabildik.

Oturduktan sonra akıl tasıma Meltem Gürle’nin bir yazısı düştü. O yazıda otobüs içinde ayakta gidenler arasından karakter tahlili yapanların yer bulabileceği, aksi takdirde otobüste (ve de hayatta) hep ayakta kalacağımızdan açıyordu.

Yazıyı bulup tekrar okudum: “Orta Sahanlıkta Karakter Tahlili”. Kırmızı Kazak’ın (2016) içinde, 185-88. sahifelerde. Okumadıysanız, muhakkak okuyun derim. İyi denemenin gücü ve de güzelliği burada. Birçok şeyi unutan şallamşop zihnimiz, iyi bir denemenin akıl tasımıza zarafetle soktuğu incelikleri hatırlıyor işte!

17.Eylül.18

Bir süredir “Salâh Bey Sözlüğü” yazıyorum. Salâh Birsel’i okurken rast geldiğim tuhaf sözcüklerin peşine düşüp anlamaya, elden geldiğince de okuyanlara anlatmaya çabalıyorum. Sözlüğün son maddesinde (hatasıyla sevabıyla 12. sözcüğe ulaşmış durumdayız), Salâh Bey’in “piçilya” olarak adlandırdığının ne olduğunun peşine düştük. Salâh Bey söz konusu sözcüğü, kitaba adını da veren Bir Zavallı Sarı At adlı denemesinde kullanıyor. Sözü Plutarkhos’tan açsa da bu denemesinin asıl konusu Charlie Parker. Meşhur cazcının hayatını, başından geçen sergüzeştleri her zamanki binrenkli üslubuyla anlatıyor Salâh Bey. Nedir, üzülerek söylüyoruz ki, ufacık tefecik bir hataya düşmüyor da değil. Julio Cortazar’ın Parker’a adadığı ve Parker’ı anlattığı öyküden bahsettiği yerlerin birinde, öyküdeki Dédéé adlı karakterin, Parker’ın karısı Chan Parker (Woods) olduğunu fıslıyor. Maalesef yanlış bu. Cortazar’ın öyküsündeki (Türkçede: Takipçi, Arayış ya da Pusudaki Adam) Dédéé karakteri, Chan Parker’a karşılık gelmiyor. Öyküde illa da Chan Parker’ı arıyorsak, “Lan” adlı karaktere bakmamız gerekiyor.

Kusura bakma ustam ve de iki gözüm Salâh Bey, biz gerçekleri ortaya dökmeyi senden öğrendik. Başkasından değil!

***

Efelenmek diye bi’şey var ve bu işi en iyi, elbette, efeler yapabilir. Türküyü bilirsiniz: Bize de derler Çakıcı, yakarız konakları… Hakkında türkü yakılan Çakıcı kimdir? Yeni el atmış bulunduğum, Halil Dural’ın (ve Sabri Yetkin’in) büyük emek ürünü olan “Bize Derler Çakırca” (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005) adlı kitabına bakarsak Çakıcı diye bildiklerimizin aslının Çakırcalı Ahmet Efe ve oğlu Çakırcalı Mehmet Efe olduğuna varırız. Elbette genişlemesine açacağız bu kitaptan ve efelerden. Nedir, şimdilik, hayatımda gördüğüm en fiyakalı efelenmeyi buraya serelim hele.

Çakırcalı Ahmet Efe, birtakım sergüzeştlerden sonra Ödemiş cezaevine atılır. O vakitler cezaevi, Emmioğlu konaklarının bodrum katındadır. Çakırcalı Ahmet efemizin yanına bir zeybek getirirler. Zeybeğin eline ayağına ve hatta boynuna prangalar vurulmuş durumdadır. Ahmet efe bakar ki zeybek bukağılardan nefes dahi zor almaktadır. Bunun üzerine, sıkı durun, zaptiyelere şöyle efelenir: “Ülen yarım ayar kum darısı kadar kök dibinize koduğumun herifleri! Bu adamı öldürecek misiniz? Görmüyor musunuz, zeybeğin boynuna demir dar geliyor! Çıkarın onu adam biraz rahatlasın!”

Haydaa!

Zaptiyeler, hadi bakalım sıkıyorsa yapmasınlar, zeybeğin boynundaki prangayı söküp atarlar.

Ohh, dünya varmış! Zeybek de biz de derin nefes alabiliriz artık!

Ülen deli Çakırcalı efem, sen varken ayağımız taşa değer mi bizim!

19.Eylül.18

Bugünlerde Ankara’da yeni bir mevsimlik (lanet olsun böyle mevsime) insan çeşidi türedi. Bu insan türünün tipik özellikleri arasında, görünce rahat tanıyabilesiniz diye söylüyorum, şunlar bulunmaktadır: Bir ellerinde mendil, bir ellerinde ceketlerini taşırlar. Halen açık ayakkabı, sandalet giyenleri de bulunmakla birlikte bunların bile üstlerinde ince birer hırkayla gezindikleri görülür. Belirli ve kısa aralıklarla ya hapşırırlar tıksırırlar ya da öksürürler. Gün içinde yüz defa silmekten dolayı kıpkırmızı olan burunlarına krem sürmeleri gerekmektedir. Ellerindeki hırkalarını, ceketlerini bir giyer bir çıkarırlar çünkü güzel Ankara’mızın bu ucubik mevsiminde gölgelikle güneşlik yerler arasında birkaç derece sıcaklık farkı bulunmaktadır. Dileğimiz bu günlerin bir an evvel nihayete ermesi, kışsa kış zemheriyse zemheri, nasıl berbat bir mevsime gireceksek bir an önce girmemiz. Ulu manitu, yar ve yardımcınız olsun erenler!

***

Burhan Sönmez’in yeni romanı (novellası?) Labirent’e merakla el attım. Bu kitabında geçmiş, unutmak, hatırlamak, hafıza, (kişinin geçmişine göre) kimlik edinmesi ya da edinememesi gibi meseleler etrafında dolaşıyor yazar. Blues şarkıcısı Boratin, henüz 28 yaşındadır, bir sabah uyandığında intihar girişiminde bulunduğunu öğrenir. Nedir, bu olay dahil pek çok şeyi hatırlamıyordur. Hatırladığı bir geçmişin yokluğundan mustariptir. En yakın(ındaki) arkadaşı (belli ki hafızasını yitirmesinden önce de böyleydi) Bek’e, yerinde olsaydı ne yapacağını sorduğunda Bek’in cevabı şöyle olur: “Sana güvenirdim Boratin. Yanımda olduğun sürece seni ve belleğini izlerdim. Normalde de öyle yaparız aslında. Başkalarının anımsadıklarını dinler, kendi bildiklerimizle kıyaslar, pek çok kez zihnimizde boşluklar ve yanılgılar olduğunu fark ederiz. Senin durumun, birkaç gündür düşünüyorum, çok da korkutucu gelmiyor bana. Herkes elinden geldiğince geçmişsiz yaşamaya çalışıyor zaten.” (s. 29)

Boratin de sonunda buna varacaktır, geçmişsiz yaşamaya. Geçmişi bırakıp şimdiden ileriye doğru bir yaşamın kıyısında bırakırız onu romanın sonunda.

Hamiş: Romanı okurken, henüz başlarında, bir yere takıldım. Nasıl olsa hatırlarım deyip not almadım. Roman boyunca hatırlamaya çalıştım ama jeton bir türlü düşmedi. Boratin’i, biraz da olsa, anlamama yardımcı olmuş mudur bu? Avuntu.

***

Bugün itibariyle Parşömen’de, adıyla sanıyla Parşömen Sanal Fanzin’de bir yeniliğe adım atmış bulunmaktayız. Neredeyse on bir yılı (ilk yayının tarihi Ekim 2007), bini aşkın yayını, (neredeyse) bir milyon “tıkı” geride bıraktık… Bazı yenilikler yapmakta fayda var. Takip edenler zaten fark etmiş ve belki de şaşırmışlardır. Sözü daha fazla yormayalım: Edebiyat haberleri de yayımlamaya başladık! Bunu yapan siteler, edebiyat platformları halihazırda var zaten, doğru. Nedir, biz olabildiğince özgün (ve reklamsız) içeriklerle gözden kaçabilecek haberlere el atmaya çabalayacağız. Vira bismillah!

20.Eylül.18

Beşiktaş takımının teknik direktörü Şenol Güneş, akşamki UEFA maçı öncesinde basına “açıklamalarda bulunmuş”. Şöyle diyor bir yerde: Dostoyevski’nin bir sözü vardı, “Her şeyi anlıyorum, bu yüzden öleceğim”. Hakikaten her şeyi anlıyorum.

Şenol Güneş, Türkiye’nin en başarılı teknik direktörü olmasının yanısıra öğretmendir de. Trabzonspor’da kaleciyken, bir dönem (az da değil, altı sene) Türkçe öğretmenliği de yapmıştır. Bu yüzden, onun basın açıklamalarında, demeçlerinde “okumuş” olmasının izlerini görürsünüz.

Ve fakat Hoca sözü yanlış anımsamış. Her şeyi anlamak hastalığının sonu ölümdür belki de, o ayrı bir konu. Nedir, Dostoyevski’nin sözleri şöyledir efendim, Yeraltından Notlar kitabından aktarıyoruz:

“Sevgili okuyucularım, sizin dinlemek isteyip istemediğinizi bilmem, ama şimdi size niçin bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Şunu bütün ciddiyetimle belirteyim, pek çok kez böcek olmayı istemişimdir. Ne yazık ki buna bile erişemedim. Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir insanın anlayış gücü, -başka bir söyleyişle- yeryüzünün en soyut, en işini bilen kenti olan Petersburg’ta (öyle ya, kentlerin işini bilenleri de var, bilmeyenleri de) yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile.” (Çeviren Mehmet Özgül)

Onur Çalı