Bundan sonra her gün olmasa bile hemen her gün bir şeyler yazacağım, günlük niyetine. Yazı ister istemez geçmişi imlediği için de bunların adı dünlük olsun. Okuduklarım, izlediklerim, bakıp gördüklerim üzerine birkaç delibozuk söz… Kendi kendime konuşmamak için. İlaç niyetine yazı… Parşömen her ne kadar bir edebiyat dergisi (hatta zaman zaman müzik ve kitap dergisi) gibi davransa da kökünde bir blog ve blog demek internet günlüğü tutmak demek aslında…
Vira bismillah!
30 Temmuz 2015’te yayımlanan “İyi Olacaksınız” başlıklı ilk dünlüğe yukarıdaki satırlarla başlamıştım. Üç yıldan biraz daha uzun bir sürede, yüz tane dünlük yayımladığıma göre sözümü tutmuşum demektir.
Dünlük adını verdiğim bu günlükleri yazma fikri, elbette ve saygıyla, Salâh Birsel’e ve Tomris Uyar’a dayanıyor. Onların yazdıklarının yanına bile yaklaşamayacağımın farkında olarak. Ve fakat onların haberi olmasa da onlardan el alarak. Zaten sağlıklısı da bu. Yazan kişinin gıpta ettiği ve kendi edebi yolunun taşlarını döşeyene kadar taklit de edebileceği, sözün özü kendisine usta belleyeceği yazarların biyolojik yaşamlarının sona ermiş olmasında hep fayda görmüşümdür. Böylesinin, iki taraf için de daha sağlıklı olduğunu düşünegelmişimdir.
Günlükçü denilen kişi, elbette ve öncelikle kendinden açar, kendini açar. İşin raconu budur. Dolayısıyla, her ne kadar bir edebiyat ve (olabildiğinde) sanat günlüğü olmasına gayret etsem de 2015 yılının Temmuz ayından beri sürdürdüğüm bu naçizane günlüklerde, bir yazar, gündelik hayat içinde boğulmuş bir insan ve bir okur olarak deneyimlediklerimden de sıkça açtım. Günlük ve deneme hibriti denebilecek bu metinlerde kendimle birlikte okuduklarımdan, izlediklerimden, düşündüklerimden bahsedip durdum. Kitaplar, filmler, diziler, tiyatro oyunları üzerine yazdım. Çeviriler yaptım. Bazen öykü uçları bile serdiğim oldu ortaya (bunların bazılarını öyküye dönüştürdüğüm de oldu sonradan). Edebiyat ortamı üzerine, kim kızar kim gücenir diye düşünmeden düşüncelerimi, izlenimlerimi de yazdım. Ezcümle heybemde biriktirdiğim ne varsa sakınmadan döktüm ortaya.
Öyle ya da böyle, hatasıyla sevabıyla yüzüncü dünlüğe ulaştık. Devam etmeye de niyetliyim. Bakalım.
Dalya dediğimiz bu yüzüncü dünlüğü diğerlerinden ayıran bir şey olsun istedim. O yüzden bu dünlükte tarihler yok. Yayımlanmış doksan dokuz dünlüğü tarayarak içinde “yüz” geçen pasajlardan seçme alıntılar okuyacaksınız bu dünlükte efendim. Özel bir dünlük olması hasebiyle diğerlerinden “birazcık” uzun olabilir. Yüz birinci dünlükte normal işleyişe döneceğiz. Okumaya, izlemeye, birlikte düşünmeye devam edeceğiz. Buyrunuz.
“Adamın biri saatçi dükkanının önünde sayıklıyordu: Zamanım yok, zamanım yok, zamanım yok… Kaygılıydı yüzü. Üstü başı efendiceydi. Zamanım yok, yetişmiyor hiçbir şey, geç kaldım her şeye…
Saatçi çıktı, elinde bir kol saatiyle ve bir duvar saatiyle ve bir masa saatiyle. Sayıklayan adama verdi.” (11 Ağustos 2015, Dünlük 4: “her çağın mürekkebidir kan”)
***
“Bugün işe geldiğimde masamda Akköy’ler vardı. Güven abinin (Pamukçu) güzel deliliği sayesinde 16. yıl ve 85. sayı… Çok değerli isimlerin editörlüğündeki dergi içindeki dergilerde genç öykücülerle yapılmış soruşturmalar var. İyi şiirler var. Güven abinin Melisa Gürpınar’a mektubu var…
Dergi içinde dergiler var demiştim. Hülya Soyşekerci-Güven Pamukçu Dergisi’ndeki soruşturmada 11 öykücü arkadaşla birlikte ben de yöneltilen iki soruya yanıt verdim. İkinci soruya (Öykümüzün bugünü ve geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?) verdiğim yanıtı buraya da almak isterim: Altamira mağarasındaki bizon figürlerinden beri insanoğulları ve kızları hep öyküler anlatıyor. En kadim tür öyküdür aslında ve –klişe bir söylem olacak ama– insan var oldukça öykü de sürecektir. Elbette, her şey gibi evrim geçirerek. Günümüz öyküsü, ataları gibi anlatmaya değil de daha çok göstermeye yaslanıyor artık. Eleştirmenlerin yazdıklarından öğrendiğimize göre, dünyada öykü damarının güçlü olduğu kültürel coğrafyalardan birinde yaşıyoruz. Ve fakat öykü, kendi okurunu yetiştirmek zorunda. Yoksa standart edebiyat okuru, kolay okunan romanlara yöneliyor genellikle. Bu bağlamda, arkadaşlarımın ellerinden tablet düşmeyen çocuklarını görünce hafiften bir sıkıntı basmıyor değil içimi: Bu çocuklar öykü okuyacak mı? Gerçekten merak ediyorum bunu. Bugün Türkiye’de öykü dergileri, öykü etkinlikleri ve hepsinden önemlisi, iyi ve birbirinden çok farklı damarlarda yazan iyi öykü yazarları var. Bu yüzden çok karamsar olamıyorum yine de.” (24 Ağustos 2015, Dünlük 5: “Otium sine litteris mors est.”)
***
“Yazdan kalma bir öğle. Kocatepe camii. Birkaç tanıdık yüz. Uğurladık Gülten Akın’ı. Erkekler namazını kıldı, kadınlar tabutunu taşıdı. Bir kadın şiir okudu giderayak. Güzdü. Hatta güzün son günüydü.” (6 Kasım 2015, Dünlük 11: Seven Sevdiğine Sigara ve Alkol İkram Etmez)
***
“Rüya Odası
BEN: Bir çığlık bekliyordum o sıralarda, biliyorsun, uçurumun eşiğindeydim.
O (bir kadın, yüzü yok): Evet, hatırlıyorum. Ve duydun da o çığlığı. Ama gerçekten duydun mu yoksa duymak istediğin için uydurdun mu?
BEN: Bilmem. Belki de çığlık kendini uydurmuştur. Benim için. Olamaz mı?” (19 Kasım 2015, Dünlük 12: Köpekler Tercüman Olmasın)
***
Arada edebiyat dışı okumalar yapmak iyi oluyor, perde arası gibi, teneffüs gibi. Bir Dönem İki Kadın, Oya Baydar ile Melek Ulagay’ın “birbirlerinin aynasında” yaptıkları uzunca bir sohbetten oluşuyor. İkili, kendi deyimleriyle “farklı duygular, farklı dürtülerle, farklı ortamlarda ama aynı amaca doğru, paralel çizgiler gibi kesişmeden akıp geçen iki yaşam; iki kadın hikâyesi” anlatıyorlar. Türkiye’nin 1950’li yıllardan başlayan ve sohbetin yapıldığı 2010’a kadar uzanan tarihini de okumuş oluyoruz aslında. Elbette, iki kadının gözünden. Bu iki kadın ki özellikle 60’lı yılların sonundan başlayıp 90’lı yılların başına kadar sol siyaset içerisindeler bir şekilde, “aktif” denebilecek roller üstlenmişler. Açık sözlülükle anlatıyorlar. Ben şahsen çok şey öğrendim, özellikle 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül öncesi ve sonrası dönemlerinin ruh halini, bu süreçlerin içinden geçen iki kadının gözünden görünce daha iyi anladım. Epeyce hacimli kitabı ilk elime aldığımda “biraz karıştırıp bırakırım” diye düşündüm ama öyle olmadı. Elimden düşüremedim.
Manzarayı tamamlamak için, “okunacaklar” sırasına kaynak yaparak Elvada Alyoşa’yı öne aldım. Sonra Suat Duman’ın yeni polisiyesi var sırada, Mahir Ünsal Eriş’in son romanı, Fethi Naci’nin anıları, Zambra’nın yeni çevrilen kitabı, Memet Baydur’un oyunları…
Dua eden bir insan değilim ama okumaya niyetlendiğim kitapları düşününce “Ulu manitu bana on yüz bin milyon saat bağışlasan da şu kitapları okusam” diyesi oluyorum. (9 Mayıs 18, Dünlük 83: “Sözcükler, sevgili sözcükler…”)
***
Enis Batur ne de acı söylemiş. İnsan bu kadar az kitap okuyacağını düşününce çok üzülüyor ve seçmek daha da zorlaşıyor. Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi 2016’dan: “İyi bir okur haftada bir kitap okur bu, yılda elli kitap eder. Ortalama olarak okuma süresinin elli yıl olduğunu dikkate alırsa iki bin beş yüz kadar kitap okuyabiliriz. Bu durumda da bizi sarıp sarmalayacak, etkileyecek, besleyecek kitaplar okumanın faydalı olduğuna inanıyorum. Öfke duyduğumuz, asit salgıladığımız kitapların okunmasının vakit kaybı olduğu düşüncesindeyim.” (12 Mayıs 2016, Dünlük 33: “Bi rakıdır bastırıyo öğleden sonraları”)
***
“Salâh Bey’in 5 Nisan 1982 tarihli Yaşlılık Günlüğü’nden: Ben şimdiye değin imzaladığım kitaplara, kitaplarımı armağan ettiğim kişilerin adını yazmış, yanına da sadece “için” sözcüğünü eklemişimdir. ‘Sevgi’, ‘saygı’ sözcüklerine ise zinhar yüz vermemişimdir. Ne var, son yıllarda ben de her yazar gibi imzamın üstüne birkaç sıcak ve gönül alıcısı söz kondurmaya bakıyorum.
Selçuk Altun da “için”li imzalayanlardan. En azından, bana gelen kitapları öyleydi.
Kimi yazarlar sevmez bu türden işleri, zül gelir onlara. Kimi yazarlar da yazmaktan çok imza atmayı, panellerde söyleşilerde fink atmayı severler. Galiba ikisinin ortası bir yerde durmak en sağlıklısı. Yani ne fotoğraf çektirmeyeceğim diye Salingerleşmenin, söyleşi vermeyeceğim diye köşe bucak kaçmanın, elinde kitabınızla gelip imza isteyen okurları incitmenin alemi var ne de pop-star gibi ortalarda dolanmanın, turnelere çıkmanın.
Ben de imza günlerine katılmak gibi güzel yanlışlara düştüm. Orada da, yeni gördüğüm insanlara bile, elimden geldiğince ‘özel’ bir şeyler yazmaya çalıştım. Ne kadar oldu bilmiyorum. Okur olarak ise imza meraklısı sayılmam. Çekinirim bile imza istemekten. Ve bugüne kadar aldığım en güzel imza, geçen yılki İzmir Kitap Fuarında, dostum Kerem Işık’ın kızı Öykü’den aldığım imzadır. Babası adına imzalamıştı Öykücük.” (16 Haziran 2016, Dünlük 36: “İnsan felaket salgılar.”)
***
“Bugünkü gazetede bir haber vardı. Ben tanımıyorum ama genç (d. 1982) ve ünlü bir oyuncuymuş Mark Salling ve intihar etmiş. BirGün’den aktarıyorum: Salling hakkında 50 bini aşkın çocuk pornosu materyali bulundurduğu iddiasıyla dava açılmıştı. Ünlü aktör, mahkemeyle anlaşmaya giderek, hakkındaki suçlamaları kabul etmişti. Salling’in Mart ayında görüşecek karar duruşmasında 4 ila 7 yıl arası hapis cezası alması bekleniyordu.
Haberi okuyunca, geçtiğimiz günlerde YüzKitap’tan çıkan Adam Johnson’ın George Orwell Arkadaşımdı adlı kitabındaki Karanlık Çayır öyküsü düştü aklıma. Öykünün kahramanı, pedofili eğilimli bir adam. Öyle derinlikli anlatmış ki yazar!
Hatırlarsınız, bir süre önce Aslı Tohumcu’nun bir yazısı nedeniyle bizde küçük çapta bir kıyamet kopartılmıştı. Edebiyata dair bir mevzuu değildi bu elbette, son yıllarda topluma hakim olan linç kültürünün bir yansımasıydı. Konumuz Aslı Tohumcu’nun yazısı, yazısının niteliği filan değil, onu geçelim, o yazıdan bağımsız olarak devam edelim: Her şeyi ama her şeyi edebiyat diliyle anlatabilirsiniz. Çocuklara cinsel istek duyan, çocuk pornosu izleyen adamları da anlatabilirsiniz. Nedir, önemli olan bunu edebiyat içre bir konumdan yapabilmek. Hele, Adam Johnson gibi, bunu yetkinlikle yapabilirseniz ortaya estetik haz veren bir eser çıkar. Yapamazsanız köprüden düşmüş olursunuz. Türkiye gibi bir ülkedeyseniz de, hazır düşmüşken, bir tekme de dostlarınızdan yersiniz.” (31 Ocak 2018, Dünlük 70: Nasreddin Hoca Gündüz Vakti Elinde Fenerle…)
***
“Eduardo Galeano, güzelim kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’da şöyle diyor: Profesyonel sporun teknokratları, futbolu sırf sürate ve güce dayalı, mutluluğa boşvermiş, fantezinin gelişemediği, cüretin yasaklandığı bir spor dalı haline getirdiler. Bereket çok ender de olsa hâlâ sahalarda kuralların dışına çıkarak, sırf bedensel bir sevk uğruna, yasaklanmış özgürlük serüvenine atılan, rakip takımı, hakemi ve tribünlerdekileri şahlandıran bir yüzsüz çıkıyor.
Son zamanlardaki en yüzsüz futbolcu Lionel Messi. Ve ben, onu televizyondan da olsa canlı olarak izleyebildiğim için şanslı sayıyorum kendimi.
Nota Bene: Yazdıktan sonra merak ettim; acaba Galeano bir şey söylemiş miydi bu yüzsüz Messi hakkında? Kim ne derse desin, internet insanlığın en büyük icadı; buldum, çevirmeye çalıştım, şöyle demiş: Messi’yi seviyorum çünkü o Messi olduğunu düşünmeden oynuyor. Hiçbir futbolcu onun gibi zevkle oynamıyor. Çimlerin tadını çıkaran bir çocuk gibi oynuyor. Oynamanın hazzı için oynuyor, kazanma göreviyle değil.” (28 Şubat 2016, Dünlük 26: “Ne diyeyim allahım”)
***
Ian McEwan’ın yeni romanı “Fındık Kabuğu”nu (Çeviren İlknur Özdemir) okudum. Üstat, farklı bir şey denemiş bu sefer; bir polisiye hikayeyi, Hamletvari bir olayı, annesinin karnındaki doğmamış bebenin ağzından anlatmış.
Bir mülakatından edindiğim bilgiye göre, Ian McEwan, eşi (üçüncü eşiymiş bu arada ama konumuzla alakası yok) Annalena’ya “Hatun, kitap yayımlanınca yurtdışına, uzaklara kaçmak zorunda kalabilirim” demiş. Öylesine olumsuz bir tepki bekliyormuş üstat. Ve fakat üzerinde düşündükçe ısınmış. İlk cümleyi yazdıktan sonra da kaptırmış gitmiş zaten. Ziyadesiyle eğlenmiş romanı yazarken. Kendi demesine göre, toplumsal gerçekçiliğe bir biçimde bağlı olduğundan, daha önceki romanlarında araştırma yapmak durumunda kalmış. O yüzden, bu eğlenceli Hamlet romanını yazarken bir nevi tatildeymiş gibi hissetmiş. Çünkü bu sefer hiç araştırma yapması gerekmemiş. Hatırlayalım: “Cumartesi” romanında anlatıcı bir beyin cerrahı olduğu için bolca ve ayrıntılı (bazen biz fani okurlar için bıktırıcı derecede) ameliyat sahneleri mevcuttu. Yine “Çocuk Yasası”nda, yazarın tıp, hukuk ve teoloji alanında sıkı araştırma yaptığını faş eden ayrıntılar vardı. “Fındık Kabuğu”nda ise, araştırmadan ziyade hayal gücü ön planda. Anasının karnından henüz çıkmış Hamlet’imizin şu tiradını başka neye yorabiliriz ki, elbette yazarın pür hayal gücüne: “Nasıl da merakla, tahminde bulunarak mavi bir banyo havlusunun pütürlü yüzeyine bakıyorum. Mavi. Hep biliyordum, en azından kelime olarak, mavinin ne anlama geldiğini hep anlamıştım -deniz, gökyüzü, lapis lazuli, yılan otu- hepsi de soyut kavramlar. Şimdi nihayet elimde, ona sahibim, o da bana sahip. Muhteşem, böylesini umut edememiştim. Bu sadece bir başlangıç, renk tayfının çivit mavisi ucunda.” (6 Kasım 2017, Dünlük 62: Yalnızlığın Binbir Hali)
Onur Çalı