6.Ekim.18
Takip ettiğim birkaç karikatürist var. En sevdiğim diye belirlemek zor ama yine de Özer Aydoğan başka benim için. Tek başına dergi çıkarıyor bir süredir: Çene‘nin yeni sayısı çıkmış (ya da bizim bakkala yeni gelmiş). Bir bakın derim.
Latif Kelimeler
testi, cazibe, mütekamil, meçhul, müstahsil, teşhir, mütenasip, mütenahi, daüssıla, muamele, mutabakat, madara, mezra, mütedeyyin, keruv, müsamaha, müseccel, mümessil, mahsul, cebire, malul, ıskarpela, talaş, madımak, mahfil, mazi, müsekkin, yapıncak, mülaki, müşerref, süyek, filhakika, gadre uğramak, muvakkat, tardetmek, tavassut, bende, sokum, hakir, muharip, saloz, yatağan, tümen, müptedi, varit, müzevir, efrat, münkesir, muhavere, mihaniki, yamçı, yekinmek, müştemilat, evinsiz, nanıaziz, mülhid
7.Ekim.18
Eleştiriye aç şu edebiyat (bilhassa öykü) ortamımızda eleştiriye emek verenler var. Sözgelimi Orçun Ünal. Bir süredir Öykülem dergisinde, çağdaşı öykücüler hakkında kuşatıcı yazıları yayımlanıyor Orçun’un. Yazdıklarına katılıyor olmamız gerekmez ve fakat bu çabanın, hele ara sıra denk geldiğimiz pespaye örneklerini de hesaba katarsak, ne kadar değerli olduğunu teslim etmek gerekir.
***
Can Dündar’ın hazırlayıp yönettiği “Garip: Neşet Ertaş Belgeseli”nin üçüncü bölümünün hemen başında şu sözleri söyler Neşet Baba: “Baba dedim, neden sen kendin beste yapmıyorsun, türkü üretmiyorsun dedim. Oğlum dedi, ozanlar birbirinin devamıdır dedi. Eğer benim demek istediğimi, benden evvel gelip giden bir ozanımız yazmış gitmiş ise bana o bir miras bırakmıştır, saygıyla anarak onun sözlerini havalandırırım dedi.”
Muharrem Usta’yı (öyle diyor Neşet Ertaş) saygıyla analım biz de. Mümkün mertebe, bizden önce gelip giden ustalarımızın sözlerini havalandırmaya çalışalım.
12.Ekim.18
Elio Vittorini’nin Fil adlı romanını (Helikopter Yayınları, 2011) okudum. İyi bir kitap yazısı okumak, hem kitabı okumak hevesi veriyor hem de kitabın zihnimizdeki anlam ve çağrışım alanını genişletiyor, derinleştiriyor. Ben Derya Sönmez’in Bir Fil, Bir Hayalet, Bir Heyula başlıklı yazısını tekrar okuduktan sonra el attım kitaba. Yıllar evvel yazıyı yayımlayan bendim ama (Necatigil’e hürmetle) bazı romanlar da bekler bazı yaşları. Ezcümle, Derya Sönmez’in bahsettiğim yazısı üzerine ekleyecek bir şeyim yok. Ben, bende kalan duygudan bahsedeyim bari. Romanı bitirince Katransurat, fil büyükbaba, anne, anlatıcı, evdeki bütün ahali, yaşadıkları gelip geçtikten sonra zeytin ağacı olmak isteğim kaldı bende. Keşke dedim, şöyle denize tepeden bakan bir kırcada zeytin ağacı olsaydım. Zeytin ağacı olduğunuzda ölüm, sizin için yok hükmündedir artık. Sadece yaşam vardır. Hep yaşam vardır. Biteviye. Ve Asuman Susam’ın Kemik İnadı’ndan aklımdan hiç çıkmayan dizesi: “zeytin ağacı olduğumu düşlüyorum bir vakitler”
Bir de tabii, Dağlarca’nın Aramak adlı şiirinden şu dizeler: O fil var ya/Ölümünü almaya gitmiş/Ormanın en kimsesiz yerine//Onda mısın şimdi
13.Ekim.18
CerModern’de geçen hafta açılan “Eren Eyüboğlu: Yaşamı ve İşleri” adlı sergiyi 10 Mart 2019’a kadar görebilirsiniz (ben bir kez daha gideceğim). Nedir, dikkat edin de bizim gibi Ekmek Festivali’ne filan denk gelmeyin sakın. Çünkü bu tür festival olmayan festivaller insan kalabalığı, kulağın kaldıramayacağı kadar gürültülü “müzik” yayını, sevimli olduğuna inandığı bozuk bir Türkçeyle konuşan İtalyan şefler ve park sorunu anlamına geliyor. Eren Hanım’ın sergisinde ise, allahtan, dışarıdaki kalabalığın binde biri bile yoktu.
Sergiye dair birkaç hususu da belirtelim: Resimlere ait bilgiler, her bir resmin altına değil de resimlerin asılı oldukları duvarların, platformların yan taraflarına konulmuştu (üstelik iki tanesi de yanlış). Bu nasıl bir zorluk yaratıyor tahmin edersiniz. Resme bakıyorsunuz, sonra gidip hangisi olduğunu kenardaki küçücük tabeladan buluyorsunuz… Kolaylaştırılamaz mı bu? Çok mu zor?
14.Ekim.18
Nazım Hikmet’in Yolcu adlı oyunu üç perdeden oluşuyor. Üç tane de temsil grubu var oyunda: Dışarıda Kurtuluş Savaşı sürerken, bir tren istasyonunda küçük dertlerine gömülmüş üç kişi (İstasyon şefi, Karısı ve Makasçı) ilk grubu oluşturuyor. Bu üç kişinin dışarıda olup bitenlerden haberi yok, öğrenmeye hevesleri de yok. İkinci grubun temsilcisi ise ansızın ortaya çıkan Atlı. Düşmana karşı direnenlerin temsilcisi olan Atlı karakterinin gelişi, bu üç kişide bir değişim başlatır. Yalnızca dış dünyanın haberlerini, “ölüm ve zafer haberlerini” getirmekle kalmaz Atlı, bu üç kişiye umut da getirmiş olur ve bir uyanışın fitilini ateşler. Sekiz Çatallar köyünden Bakkal Mehmet ise ortalık yangın yerine dönmüşken tek amaçları kendi ikballeri olan, bütün dertleri ceplerini doldurmak olan üçüncü grubun temsilcisi. Tarık Buğra’nın Firavun İmanı adlı romanındaki Ali Yusuf (Fuad Zahir) ve Hüseyin Sâdi gibi tiplerle akrabalık kurulabilir Bakkal Mehmet arasında. Bunlar için kurtuluş, vatan, millet gibi sözcüklerin önemi yoktur. Savaş sürerken Dikmen sırtlarında ucuza arazi kapatmayı düşünürler sözgelimi. Ya da halkın açlıkla, sefaletle boğuştuğu zamanlarda vurgunculuk yapmaktan başka bir şeyle ilgilendikleri yoktur. Yolcu son derece “bireysel” ve insan psikolojisinin güçlü duygularıyla ilerleyen bir hikayeyle “toplumsal” olanı bir araya getiren bir oyun. Tiyatro sanatı açısından başarılı mıdır bilmem ama bu anlamda iyi bir hikaye seriyor önümüze.
Yakın zamanda el attığım Cahit Irgat’ın “Çok Yaşasın Ölüler” (Notos, 2011) adlı kitabında da bahsi geçiyor Yolcu’nun. Irgat’ın ikinci eşi Neriman Hanım (Lütfi Akad’ın kardeşidir) anlatıyor: 1967 yılında Gen-Ar Tiyatrosu ile Trabzon’a Yolcu’yu oynamaya gittiklerinde Cahit Irgat, Neriman Hanım’ı da götürür yanında. Vali, oyunun oynanmasını yasaklamıştır. Oyuncular otelde kapana kısılmış gibidir çünkü otelci dışarı çıkmalarının sakıncalarını fıslar durur. Nedir, Neriman Hanım’ın demesine göre, “Cahit, böyle suspus oturacak insan değil”dir. Neriman Hanım’ı koluna takıp yemek için dışarı çıkar. Çıkar çıkmaz da etraflarını ellerinde taşlar olan “bir sürü çocuk ve yeşil bereliler” sarıverir. Taşları atmazlar ama arkalarından “komünistler” diye bağırırlar.
Bu, Cahit Irgat’ın Nazım’dan ötürü başına ördüğü ilk çorap değildir. Daha 1930’ların başlarında Edirne Muallim Mektebinde öğrenciyken okula müfettiş olarak gelen Reşat Nuri, Irgat’ın şair olduğunu öğrenince bir şiir okumasını ister. Irgat “iniyor kayık çıkıyor kayık” diye başlar başlamaz da “yeter yeter tamam” diyerek susturur onu. Üstelik bu kabahat, şairin dolabının dağınık olmasına da denk gelir. Sonuç: bir hafta “tard-ı muvakkat” alır Cahit Irgat. Nedir, ileriki yıllarda Irgat’a pek çok iyiliği, yardımı da dokunacaktır Reşat Nuri Bey’in. Hatta onu tiyatroya, oyunculuğa yönlendirenler arasındadır. Bir haftalık geçici uzaklaştırmanın sebebi neydi acaba? Dolabının dağınık olması mı, Nazım’dan şiir okuması mı yoksa şiiri yanlış okuması mı? Kimbilir!
16.Ekim.18
Asuman Susam demişken, yeni kitabı “Plasenta” çıktı. Oradan, “şenbilginindelisi” adlı şiirden:
arayıp durdum çoktan bitmiş huzuru
gözyaşsız bir göze dönüşmenin kederiyle
hayvanını sakinleştiren dalgın bir el düşün beni
kurtuluş yok özgürlük yok diyene
yırtık bir kahkahayı tükürmeli
Ayrı bir yazıyı hak ediyor Plasenta. Çünkü şair, başka bir şiirde “dil böbürlenir, tükürelim dili” (s. 25) diyor ve devamındaki şiirlerde, tükürmek suretiyle kurtulduğumuz bu dili neyle ikame edebileceğimize dair ipuçları bırakıyor. “mırıldana mırıldana yarattım bu dili” (s. 37) bu ipuçlarından biri, “kuşlardan öğreniyorum konuşmayı yeniden” (s. 41) bir diğeri. Hatta kitabın sonlarına doğru “grameri sil, seslerden başka icat kur” (s. 61) da diyor şair. Dedim ya, ayrı bir yazıyı fazlasıyla hak ediyor Plasenta’daki bu dil meselesi. Cüret edebilirsem deneyeceğim. Nedir, şunu söylemek de haddimi aşmak olmaz umarım: Yatay, doğadan öğrenen, bedenle/tenle/nabızla düşünen, böbürlenmeyecek bir dilin peşine düşmüş Asuman Susam.
17.Ekim.18
Bir süredir Dünlükler’in içinde yer verdiğim Latif Kelimeler bölümünden de anlaşılabilir: M ile başlayan sözcükleri çok sevdiğim doğrudur.
***
Bir arkadaşımdan duydum, baktım, hakikaten doğruymuş: Youtube’da yağmur sesi videoları var. Yani cam kenarındaki koltuğumuza kurulup çay kahve eşliğinde kitap okumak, uyumak, uyuklamak için yağmurun yağmasını beklemeye hacet yok. Hazır sesi var! Bu, hayatlarımızdan erotizmin çekilip pornografinin hakim olmasının göstergelerinden biri. Yağmur sesi için yağmura, karpuz için yazı beklemeye filan gerek yok. Her şey, her zaman elimizin altında! Hemen, şimdi! Elveda sabrı ve bekleyişi de barındıran erotizm, hoş geldin pornografi!
Geçenlerde, İngiliz Kraliyetinde bir düğün olmuş, sanırım Kraliçe’nin torunlarından biri evlenmiş. Ona istinaden The Telegraph’da evlilik ve aşkla ilgili 100 alıntıya yer verilmiş. Birçoğu esprili, bir kısmı cinsiyetçi filan ama aktör Will Ferrell’dan alıntılanan söz, yukarıdaki yağmur sesi (erotizm & pornografi) bahsinden dolayı dikkatimi çekti, çevireyim: “Biriyle evlenmeden önce, gerçekten kim olduğunu anlamak için ona interneti yavaş olan bir bilgisayar kullandırtın.”
Çok yerinde bir öneri: Size youtube’dan yağmur sesi mi dinletecek yoksa o lanet olası bilgisayarın başından kalkıp sizinle birlikte yağmurun yağmasını mı bekleyecek? Size hangisi müstahak?
Onur Çalı