M. Özgür Mutlu’nun yeni kitabı “Dünyanın Çivisi” geçtiğimiz günlerde Sel yayınları arasında yayımlandı. Bu, Özgür Mutlu’nun üçüncü öykü kitabı. Biz de bunu vesile edip bir söyleşi gerçekleştirdik Özgür’le.

Yıllar yıllar önce, Dikili’deki Barış Şenliğine konuk olan Yılmaz Odabaşı’ndan duymuştum. “Çok sevdiğiniz bir şair ya da yazarla tanışmak, gölün üstünde süzülürken uzaktan hayranlıkla seyrettiğiniz bir kuğunun iç organlarını görmek gibidir” demişti mealen. Yıllar içerisinde bu sözleri doğrulayacak yazarlarla tanışmadım değil, ama tersi de oldu elbette. Özgür Mutlu da Yılmaz Odabaşı’nı haksız çıkaranlardan oldu benim için. Özgür ile geçtiğimiz yaz bir araya geldik. Çok keyifli bir akşamdı. Biraz da bu arkadaşlığımızın verdiği teklifsizlikle farklı bir yol izledik söyleşide. Yüzyüze sohbetin yerini hiçbir şey tutmaz ama yüzyüze’ye en yakın olabilecek bir yolu izledik. Önce ben bir soru sordum, Özgür yanıtladı. Gelen cevap üzerine bir soru daha ve böylece bir hafta içinde tamamladık söyleşiyi. Keyifli ve samimi bir söyleşi oldu. Umarım siz de keyifle okursunuz.

Onur Çalı

dabb5-bubu

Ben M. Özgür Mutlu ismini ilk kez Yaşar Nabi Nayır Ödüllerinde duymuştum. Bir de söyleşini okuduğumu anımsıyorum. Askerlik yaparken resmi yazıları trenle başka şehirlere götürdüğünü okuyunca çok imrenmiştim. Üçüncü kitabı yayımlanmış bir öykücü olarak tanıyan tanıyor seni zaten ama yeni tanışacaklar için biraz kendinden, Dünyanın Çivisi’ne gelene kadar geçtiğin süreçten bahsedebilir misin?

Evet, askerliğimi dış posta olarak yapmıştım. Her hafta on saatlik Van Gölü Ekspresi yolculuğu ile Kırıkkale ve oradan Ankara’ya gidiyordum. Hiçbir yere ait olmadığım çok farklı bir dönemdi. Ne askerliğe alışabilmiş ne de sivil hayattan kopmuştum. Trenin aşırı sıcak ya da buz gibi kompartımanlarında evrak çantası başımın altında uyuklarken hayalle gerçek arası bir yerlere durmadan savrulduğumu hissederdim. Van Gölü Ekspresi kitabımdaki öykülerin de birçoğunu trende yazdım ya da notlarını aldım. Bazen hala o trende yolculuk yaparken görürüm kendimi rüyalarımda. O dönemdeki öykülerle 2011’de Yaşar Nabi Nayır ödülü aldım ve dosya Varlık Yayınları tarafından basıldı.

Öykü yazma ve yayımlama süreci elbette daha eskiye dayanıyor. Harika bir ilkokul öğretmenim vardı. Adını anmaktan her zaman mutluluk duyarım: Bedriye Aksakal. Manisa’da Ali Rıza Çevik İlkokulu’nda. Onun sayesinde okumayı sevdim. İlkokulu tamamlayamadan Manisa’dan ayrılınca yazmaya da onunla mektuplaşarak başladım. Evimizde fena sayılmayacak bir kütüphanemiz, kütüphanemizde toprak kokan kitaplar vardı. Lise döneminde geri döndüm Manisa’ya. Edebiyat fanzini çıkardık arkadaşlarımla. Taşradan kaçmaya çalışan, bunalmış, sıkkın, kıstırılmış, parklarda geceleri şiir okurken polisin uyuşturucu müptelası sanıp sopalarla kovaladığı ergen gençlerdik.

Üniversite yıllarında okuma ve yazma süreci de hızlandı. Yazdıklarım öyküye dönüşmeye başladı. Kendimi anlatmak yerine başkalarını ve durumları anlatmaya başladım. Kendimi silip anlatıcı kimliğiyle cümlelere sızmak çok hoşuma gitti. Dergilerde öykülerim yayımlanmaya başladı böylece. 2007 yılında Varlık’ta öyküm çıkınca uzun süre bu mutlulukla yaşadım. 2011’deki ödül elbette beni yazma konusunda müthiş cesaretlendirdi. Bir yandan da korkutucu bir durumdu. 2016 yılında NotaBene yayınları Karton Ev isimli dosyamı basmayı kabul etti. O dönem Ankara’dan da göçmüştük. Farklı bir coğrafyanın rengi de sızdı öykülere. Karton Ev, en azından benim önemsediğim kesim tarafından görüldü ve sevildi sanıyorum. İkinci kitaplar ilk kitaplardan daha önemli bence. İlkinin yeri ikincinin gelişine göre belirleniyor. Sonra Karton Ev öykülerinin şarkılarını yaptı bir arkadaşım biliyorsun. O sayede yeni bir macera başladı. Sahneyle tanıştım. Çalıp söyledik. Şu sıralar benim oynayacağım, öykülerden birinin şarkılı bir oyununu da hazırlıyoruz. Nereye varır bilmiyorum ama çok heyecanlı bir süreç. Bazı öyküleri kısa film için senaryolaştıran dostlarım oldu. Benim için tam anlamıyla tatmin olduğum, sonuna kadar kitabın etkisini hissedebildiğim, birçok dost edinmeme vesile olan bir süreç yaşandı ve kısmen devam ediyor.

Böylece Dünyanın Çivisi’ne vardık. Yayıncılığını her zaman beğendiğim ve takip ettiğim Sel Yayınevi bu dosyayı kitaplaştırdı. Kitap editörüm Öykü Özçinik’le uzun ama keyifli bir çalışma dönemi geçirdik. Okumak ise çoğu zaman benim için yazmak kadar sancılı, okudukça ne çok şey okuyamadığımı hissettirip yükümü artıran bir eylem. Edebiyat, okumak ve yazmak elbette yaşadığımız dönemde, sanırım her dönem için de az çok böyleydi, tutunacak bir dal uzatıyor bana, sımsıkı sarılıyorum ben de.

Ben ayrıca soracaktım ama madem bahsettin ek yapayım: Biz şiirlerin bestelenmesine alışığız. Çok iyi örnekleri de var bunların. Hatta birlikte anılan şairler ve müzisyenler bile vardır, bilirsin. Nedir, bir öykünün bestelendiğine, eğer yanılıyorsam cahilliğim bağışlansın, ben ilk defa şahit oluyorum. Bununla da bitmiyor, siz birlikte performans sergiliyorsunuz. Biz kıl payı canlı izlemeyi kaçırmıştık bu yaz ama sanırım Youtube’dan ulaşabiliyoruz değil mi bazı işlerinize? Biraz açalım bence, önemli çünkü.

Açıkçası ben de rastlamadım böyle bir işe Onur, en azından bizim buralarda. Belki vardır, bilemiyorum. Fakat Karton Ev-Öykülerden Şarkılar işinden bir şekilde haberdar olan kimse benzer bir örneği olduğunu söylemedi. Notos’un geçen sayısında tema müzik ve edebiyat üzerine idi. Orada yalnız, Çiğdem Öztürk’ün yazısında Ulysess’teki Molly Bloom’un monoloğunun Kate Bush’un “The Sensual World” albümünde kullanıldığını öğrendik. İlk başta Joyce’un varisleri sözleri kullanmasına izin vermediğinden sözleri doğrudan aktaramamış şarkıya ama yirmi iki yıl sonra çıkan izinle kullanım hakkı verilmiş. Böylece güftesi orijinal James Joyce olan “Flower of the Mountain” şarkısı 2011 yılında Director’s Cut albümünde yer almış. Bu oldukça bizim işe benzeyen bir durum. Bizim hikayemiz kısaca şöyle: Besteci arkadaşım Eren Çelim bir gün Karton Evöykülerini çok sevdiğini ve bir öykünün şarkısını yapacağını söyledi. İlk gönderdiği şarkıyı duyunca çok şaşırdım çünkü sözler neredeyse birebir öykünün içindeki cümleciklerdi. Böyle bir şey hayal etmemiştim doğrusu. Gerçekten de öyküyü anlatan, öyküyü bir yerinden tutup yeniden üreten, öykünün şarkısıydı. Zaman içinde Eren, kitaptaki 16 öyküye de birer şarkı yaptı, hepsinin de sözleri öykü sözlerinden alınmıştı. Biz buna hasat etmek dedik, sanırım en iyi anlatan ifade bu. Büyük mutluluk tabii benim için, artık öykülerimin şarkılarını dinleyip söyleyebiliyorum. Sonraları bu işi insanlarla paylaşmak istedik. Birlikte yapacağımız bir gösteri tasarladık. Ben öykü içinden pasajlar seçtim. Eren şarkıyı çalıp söylüyor, belirlediğimiz yerlerde de ben araya girip öyküden bölümler okuyorum. Baktık ki hiç de fena olmuyor, bunu sahnelemeye karar verdik. Sanırım birkaç hafta sonra (Kasım başlarında) dördüncü performansımızı sergileyeceğiz. Çok güzel tepkiler alıyoruz. Bu arada bize cajon, duduk, keman çalan birçok arkadaşımız zaman zaman katılıyor. Bir proje işi olmayıp tamamen gönüllülük esasına göre ilerlediği için ortaya güzel paylaşımlar çıkıyor. Bu arada birkaç video klip çektik ve gösterilerden kayıtlar aldık kendi imkanlarımızla. En önemli sorunumuz stüdyo kalitesine yakın kalitede kayıt alamıyor oluşumuz. Hayalimizse şarkıları hakkıyla kaydedebilmek ve bir gün Karton Ev’in yeni baskısının bu şarkılarla birlikte çıkması. Bu arada Öykülerden Şarkılar farklı çevrelerin de dikkatini çekmeye başladı diyebilirim. Umarım bir gün sana da bu şarkıları canlı dinletme şansına erişiriz.

Umarım gerçekleşir bu hayaliniz. Dünyanın Çivisi’ne geleceğiz yavaştan ama siz bu gösterileri Datça’daki çeşitli mekanlarda gerçekleştirdiniz (belki davetler olur ve başka şehirlere de gidersiniz ileride) çünkü sen birkaç yıldır Datça’da yaşıyorsun. Klişe bir soru belki ama yine de sormak istiyorum. Adalet Ağaoğlu, günlüklerinden oluşan Damla Damla Günler’in bir yerinde “Cağaloğlu, Ankara yazarını bir türlü ciddiye almamıştır. Ya Batı’dan, yani İstanbul’dan olacaksın, ya iyice Doğu’dan” diyor. Bu tespit (ya da gözlem) yalnızca Ankara’da bulunan yazarlar değil, İstanbul dışında yaşamını sürdüren tüm yazarlar için rahatlıkla söylenebilir. Bir kitap fuarında, İstanbul’da yaşayan ünlü bir eleştirmen bana da sormuştu: “Nasıl, Ankara’dan çok zor oluyor değil mi?” diye. Benim cevabım saklı kalsın. Sen ne diyorsun: Datça gibi hem merkezden (İstanbul’dan) uzakta hem de büyükşehir olmayan bir yerde bulunmak, senin okur-yazarlığını nasıl etkiliyor? Yazarlık tek başınalığı gerektirir ama edebiyat konuşabileceğin, paylaşabileceğin bir çevren var mı? “Uzakta” olmak senin edebiyat dergilerine, yayınevlerine ya da kısaca edebiyat ortamına (piyasasına mı demeli) erişimini nasıl etkiliyor?

Ben 2007’de ve 2011’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülleri’ne başvurmuştum. İlkinde dikkate değer görülmüştü dosyam, ikincisinde ise seçilmişti. Aslına bakarsan bu çabam temelde merkezin beni görmesi içindi diyebilirim. Benim İstanbul’a ulaşma şansım yoktu, yayıncılık çevrelerinde tanıdıklarım da yoktu. Ankara’da ilk zamanlar kendi dergimizi çıkarıyorduk: “düşe-yazma”. Orada ve birkaç başka dergide öykülerim yayımlanmaya başlamıştı ama elbette daha çok okunan, bilinen dergilerde olmak istiyordum. Yarışmalar, eğer gerçekten sağlıklı ve objektif bir seçim yapılıyorsa tabii, taşradaki yazar adayları için her zaman bir umut kapısı olmuştur. Ben bu yarışmalarla okyanusa şişe içinde bir not göndermiştim üstünde dolanıp durduğum adadan. Ne mutlu ki karşılık buldu, kendimi şanslı hissediyorum.

Taşrada olmanın yayıncılara uzak olmak konusunda bir dezavantajı olduğu kesin. Ancak günümüzde bilinen ve akla hemen gelen anahtar kavramlarıyla ve elbette coğrafya dışındaki anlamlarını dışarıda bırakırsak taşra ve merkezin kavramsal olarak bulanıklaştığını söylemek gerek. Eski taşra yok artık ya da taşra eskisi gibi değil. Teknolojinin ilerlemesi, internet, sosyal medya taşranın mahrumiyet alanlarını çok daralttı. Eskiden günlük gazetelerin en iyi ihtimalle bir gün sonra ulaştığı Datça gibi taşra kasabalarında, şimdilerde herkes elindeki telefonla ya da bilgisayarıyla dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir hadiseden saniyeler içinde haberdar olabiliyor, dijital kütüphanelere ulaşabiliyor, sosyal ağlar içindeki her kesimden insanla iletişime geçebiliyor, yeni çıkan kitapları sipariş edip birkaç gün içinde edinebiliyor. Taşra, merkezin hızına yaklaşmış, aradaki makas kapanmış durumda. Artık birçok yayınevine mail atarak dosyanızı gönderebiliyorsunuz. Belki merkezde olup dergi ve yayınevi yöneticilerine, editörlerine birebir ulaşmak, edebiyatın nabzının attığı toplantılara, söyleşilere, imza günlerine katılmak, kendine bir çevre edinmek daha işlevsel olabilir. Ancak bu da sanırım okuma yazmaya ayrılabilecek sürenin bir nebze daha kısalmasıyla ve insanın farkında olmadan bir şeylerin peşinden koşarken ulaşabileceği edebi derinliği ve gerçek amacını yitirmesiyle de sonuçlanabilir.

Elbette her taşra aynı taşra değil. Datça bir sanatçının beslenebilmesi için, en azından dediğin gibi edebiyat ya da sanat konuşup paylaşabilmesi için uygun şartları ve çevreyi sunuyor bana. Aslında büyükşehre nazaran sanat ile ilgilenen insanların birbirlerini bulması, konuşması, birlikte bir şeyler yapması çok daha kolay ve hızlı oluyor. Sonuçta gittiğimiz yerler sınırlı, yapılan etkinlikler sınırlı sayıda, pazar, çarşı küçük. Sözgelimi İstanbul’da bir marangozhanede sevdiğin bir karikatüristle karşılaşıp tanışma ve sohbet etme olasılığın nedir? Ben Datça’da sanayide bir arkadaşımın marangozhanesinde Yılmaz Aslantürk’le (Otisabi) tanıştım. Seramik heykellerine ahşap kaideler yaptırmak istiyordu yanlış hatırlamıyorsam. Demem o ki bin tane karikatürist yaşamıyor kasabada ama bir tane varsa onunla mutlaka tanışıyorsun bir yerde. Sanayide İsa İnan var mesela. Üç kitabı olan bir şair, iyi de bir şair, oto tamircisi. Mutlaka tanışmalısın. Atölyesini gördüğüm ilk anda dumura uğramıştım. Dükkânın içi kitaplarla, tablolarla, sanat etkinliklerinin afişleriyle, gazete-dergi kesikleriyle dolu, klasik müzik çalıyor, bir yanda bilgisayarı açık, şiirleri orada, geri kalan her şey bir oto tamircisinde görebileceğin manzarayı oluşturuyor. İsa Abi kâh arabanın altında kâh motora eğilmiş bir şeylerle uğraşıyor, arada kafasını uzatıp bir dizesini okuyor, nasıl diye soruyor. Sözün özü taşra artık en çok kafalarda var olabilir, sınır belirsizleşmiştir. Sıkıntı, kaçıp kurtulma isteği, yoksunluk, geri kalmışlık, teslimiyet, uzakta olmak bana kalırsa büyükşehirde yaşayan insanın da hayatında olan kavramlar. Sanatçının yaşadığı yer ne taşra ne merkezdir diyor Hasan Ali Toptaş, onun vatanı dildir. Evet ancak ürettiği sanat eserinin çevresidir sanatçının yaşam alanı, yazarsa kâğıt, heykeltıraşsa yontuğu taş, ressamsa tuvali, fotoğrafçıysa vizörü gibi. Asla onu terk etmeyecek arkadaş çevresi de kütüphanesidir.

Burada yaşayan sanatçıların ve kültür insanlarının bir araya geldiği bir oluşum da hayata geçti yakın geçmişte. Datça Kültür Sanat Dayanışması adı altında birçok edebiyatçı, ressam, fotoğrafçı, heykeltıraş bir araya geldi. Geçtiğimiz yıl Can Yücel Kültür Sanat Festivali’ni imeceyle gerçekleştirdik, bu yıl dünya barış gününü kutladık, kent söyleşileri yapıyoruz. Sırada bir de kültür sanat yayını var.

Elbette yerleşik anlamıyla taşrada yaşayıp bir sanat dalıyla ilgilenmek üzerine daha çok şey söylenebilir, üreticiliği nasıl etkilediği, güçlükleri, zaman zaman beliren kalabalığa karışıp görünmez olma isteği, yaşadığımız yerin ürünlerimizi nasıl etkilediği, şekillendirdiği. Bu konuda söyleyecek çok şeyim var ama lafı daha fazla uzatmayayım. Sonuçta ben halimden memnunum.

Zaten nerede olursan ol, edebiyat sanat konuşup paylaşabileceğin (hoş, bunun da bir ihtiyaç olup olmadığı tartışılır ya) birkaç kişi varsa, yeter. “Her taşra aynı taşra değil” sözüne de katılıyorum. Datça, bu açıdan verimli, canlı bir yer gibi geldi bana. Şanslısın. Yavaştan Dünyanın Çivisi’ne gelelim artık. Calvino, Varolmayan Şövalye’nin (Ada Yayınları, 1985) önsözünde şöyle diyor: “[M]arifet işçi sınıfından, gündelik şiddet olaylarından söz ederken masalsı olabilmekti, şatolardan, kuğulardan dem vururken masalsı olmak herkesin harcıydı.” Dünyanın Çivisi’ndeki öyküleri okudukça Calvino’nun yakın zamanda okuduğum bu sözleri geldi aklıma. Öykülerin tonu zaman zaman masalsıya, fantastiğe, hatta belki büyülü gerçekçiliğe göz kırpıyor gibi geldi bana. Kitabın bütünü için söylüyorum bunu. Burada kitaptaki öykülerden tek tek bahsetmek hem senin için hem de öyküleri okuyacaklar için sıkıcı olabilir. Nedir, bazı öykülerden bahsetmeden geçemeyeceğim. “Sol Kolumun Hikâyesi” bunlardan biri. Bu öykü, Calvino’nun sözlerini en çok hatırladığım öykün oldu. Bu öyküde ilk akla gelen resmi makamların, zalim bir dille “Hayata Dönüş Operasyonu” olarak adlandırdıkları katliam oluyor. Ama onunla da sınırlı değil. Bireyin özgürlüğünün otorite tarafından (başka öykülerde de karşılaştığımız “duvar” metaforuyla) kısıtlandığı tüm durumlar da geliyor akla. Annenin hastalığı ve ölümü, dedenin ölümü, mahpusluk gibi somut ve acı gerçekleri anlatırken acı bir dil kullanmıyorsun. Dahası, “[B]abam beşiğinden kalkmış, rakı dolu bardağını sıkı sıkı kavramıştı” gibi cümleler de var. Bu öyküyü yazma sürecin nasıl oldu? Üzerinde çok düşünülmüş, çalışılmış bir öykü gibi geldi bana.

Bu öyküyü ilk oluşturma tarihime baktığımda 2004’ü görüyorum, notlarını çok daha öncelerde almıştım. Sol Kolumun Hikâyesi kitaptan önce 2015 yılında Kurşun Kalem dergisinde yayımlanmıştı. Birçok kez yazıp bozduğum bir öykü oldu. Hepimizin büyük yitirişleri var, hem kişisel hem de toplumsal tarihimizde. Hayatımızda büyük yarılmaların yaşandığı anlar, büyüdüğümüzü, saflığımızı yitirdiğimizi hissettiğimiz olay ve durumlarla imleniyor. Sadece kendi deneyimlerimizle değil, tanık olduğumuz travmalarla da şekilleniyor acı. Maruz kaldığımız gerçeklik bazen o kadar katı, dayanılmaz, inanılması güç oluyor ki bu bizim zihnimizde yeni bir kapı açıyor, bizi oradan kaçırıp, masalsı, bazen ironik bazen absürt, gerçekliğin eğilip büküldüğü bir düzleme taşıyor. Yoksa örneğin 301 madencinin ölümüne nasıl dayanacaksın, bir kız çocuğunun tecavüz edilerek öldürüldüğüne? Delirmemek mümkün mü? Ya delireceğiz ya becerebilirsek görmezden geleceğiz ya da gerçekliği gösterilebilir, algılanabilir bir hale getireceğiz. Edebiyatçıların yapmak istedikleri bu olmalı, acıyı da, mutluluğu da, sıkışmışlığı da, akla başka ne gelirse, gösterebilecek bir dil geliştirmek. Acıyı, acı bir dille aktarmak ne kadar mümkün, etkisi ne olur? Başarılabilir mi? Öykülerin, romanların sadece bir anın bile sonsuz sayıdaki detayının görüntüsünü ve gerçekliğini anlatması mümkün değil. Seçmemiz gerekiyor, neyi nasıl kavrayacağımızı, dilini yeniden kurmamız gerekiyor, melodrama yaslanamadan gerçekliği yeni bir formla metne ait kılmak gerekiyor kanımca.

Örnek verdiğine benzer acı deneyimlerimizi, kahredici olayları konu edinen öykülerde melodrama düşmek çok olası zaten. Acının romantize edildiği, okuyanların yalnızca ve doğrudan “duygusal” taraflarına “oynayan” öykülerden çokça var. Sen bu tuzağa düşmemişsin. Yine kitabın bütünü için geçerli olan bir şey daha var bana kalırsa: Durmuş, oturmuş, dinlenmiş bir dil hakim öykülere. Sözcük oyunlarına ya da başkaca yollara sapmayan, kendi tonunu bulmuş, bundan emin bir yazarın sesi geliyor öykülerden. Sol Kolumun Hikâyesi’nin neredeyse on beş yıllık demlenme sürecine bakılırsa da aceleci değilsin sanırım yayımla(n)mak konusunda.

Aceleci davrandığım durumlar oldu. Bir istek üzerine yazdığım bir öyküyü bir dergiye göndermiştim, yayımladılar. Bir keresinde de sırf bir dergide görünmek için o kadar da benimsemediğim bir öyküyü gönderdiğim oldu, o da yayımlandı. İkisinden de pişmanım. Ancak geri dönüşü yok, onlar dergilerde yer almayı sürdürecek sonsuza dek, hatırlayan olur mu bilmiyorum, umarım olmaz. Bu nedenle metne zaman tanımak çok önemli. Bazen ilk yazımı bittikten sonra her şey göze pek güzel gelebilir, ancak bir süre sonra baktığımızda cümlelerin pis pis sırıttıklarını görme ihtimalimiz çok yüksek. Ben öykünün yayımlanma zamanının geldiğini öyküden usandığımda anlıyorum, artık benden kopmak istiyor ya da ben ondan kopmak istiyorum. Bu usanmışlık mutlu sonla bitecek diye de bir kural yok tabii, onu onlarca talihsiz metnin kaynaştığı başarısız denemeler klasörüne göndermek gerekiyor. Özellikle güvendiğim, inandığım metinlere çok uzun zaman tanıyorum. Bu yılları bulabiliyor. Deneme yanılmaya da imkân tanıyan, birkaç versiyon çıkardığım zaman aralıkları mutlaka gerekli. Çoğu kez oturmayan şeyler oluyor, dilde, anlatımda, karakterde. Rahatsız edici, iğreti duruşlar ancak ve ancak araya yeteri kadar zaman koyup, metne yabancılaşıp tekrar ele aldığımızda çözümleniyor, baştan yazmak gerekiyor, anlatıcıyı, metnin zamanını değiştirmek, en baştan yazarak dili değiştirmek gerekiyor, bazense birkaç ufak dokunuş ve değişiklikle taşların yerine oturduğunu hayretle görüyorum. Yayımladığım öyküler genellikle bu süreçlerden geçmiş oluyor ama bu tabi kusursuz metinler olduğu anlamına asla gelmiyor. Görebildiğim kusurlardan elimden geldiğince arındırılmış, belli ölçülerde beni tatmin eden ve sonunda üzerinde kalem oynatmaktan usandığım metinlerden kurtulmam gerekiyor. Bu aşamada bile özellikle kitaba taşınan öykülerde, editörün bakışından geçtikten sonra birçok müdahale edilmesi gereken, nasıl da düşünmemişim ya da gözümden kaçmış dediğim arızalar ortaya çıkıyor. Sonuçta bir metnin iyileştirilme süreci asla bitmez, insan ömrü boyunca tek bir metin üzerinde çalışabilir isterse, yine de bir başka göze batan tarafları olacaktır. Bir noktada sevabıyla günahıyla vedalaşmak gerekiyor. Şu bir gerçek ki metne tanıdığımız zaman ne kadar uzun olursa, dil o denli kendini bulmuş, fazlalıklardan arınmış daha temiz bir hal alıyor. Bahsettiğin öykünün ilkel haliyle şimdiki arasında dağlar kadar fark var yani, ismiyle cismiyle bambaşka bir şekil aldı yıllar içinde.

Hem Sol Kolumun Hikâyesi’nde hem de kitabın ilk öyküsü Fotoşop’ta “duvar”la karşılaşıyoruz. Duvarın iki tarafa (ve düşmeye de) açık olması, özgürlüğün kısıtlanmasına işaret etmesi ama duvarın üstündekine bir seçme özgürlüğü de sunması, duvarların üzerine yazılan sloganlar… Duvar Dünyanın Çivisi’nin öykü atmosferinde önemli bir yerde duruyor. Senin için başka ne anlamlara geliyor duvar, ne ifade ediyor?

Duvar her zaman bir sınırı ifade ediyor elbette. Mülkiyetleri ayırıyor, ideolojileri, inançları ve düşmanları ayırıyor, dışarıyla içerinin, özgürlükle tutsaklığın arasındaki sınırı çiziyor, zenginle fakiri birbirinden yalıtıyor, evle sokağı ayırt ediyor. Her haliyle baskılayıcı, kinetik enerjinin sönümlenerek belki de uzun süre kullanılamayacak olan potansiyel enerjiye dönüşmesine neden oluyor. Bu katı ve acımasız yapılar insanları sınırlamak için insan eliyle yapılmış güvenlik temelli yapılar gibi gözükse de esas işlevi ötekini yaratmak ve onu diğer tarafta tutabilmek gibi geliyor bana. Kentte ya da kırda, insan elinin değdiği neresi varsa, orada duvarlarla kuşatılmışızdır. Somut duvarlar kadar görünmez, soyut duvarlarla da çevriliyiz. Kimi bize karşı yükseltilmiş, kimini biz başkasına ya da kendimize karşı örmüşüz. Bu noktada aklıma Hüseyin Kıran’ın Resul’ü geldi. Orada varlığa karşı kendini kuşatacak şekilde ördüğü düşünce kalıplarından ya da tuğlalarından duvarları çok canlı anlatır. Varoluşumuzla, dünyayı algılayışımızla, kendimizi konumlandırdığımız yerle ve dahası zayıflıklarımızla ve çıkmazlarımızla ilgili bir problemdir elbette görünmez duvarlar. Somut olanlara nazaran soyut duvarları yıkmak sanırım daha zor, çünkü ne zaman nerede belireceği de bazen öngörülemiyor. Duvarın ne tarafında olacağımıza ise zaman zaman karar verebilsek de çoğu kez kendimizi bir bütünden ayrılıp başka bir başka bütüne katılmış ya da yalnızlığa mahkûm olmuş buluyoruz. Duvarın üstünde durmak imkânsız, üstünden bir tarafa atar sonunda. Tüm bu nedenlerden ötürü, duvar metaforu çoğu kez takıldığım ve üzerinde kafa yorduğum bir kavram.

Benim sorularım bitti. Senin ekleyecek bir şeyin yoksa klasik soru ile bitirebiliriz: Tezgâhta ne var? Yeni bir öykü kitabı mı yoksa roman ya da novella mı?

Öykü mutlaka olacak. Ondan vazgeçmem mümkün değil. Eğer şartlar elverirse yeni öykü dosyamı oluşturup okurla buluşturmak isterim. Üzerinde uzun zamandır çalıştığım iki roman var. İkisinin de bütünlüğü sağlanmış durumda ama kararsızım, hala bir editörle paylaşmak cesaretini gösteremedim. Belki önümüzdeki süreçte bu da olur.

Bu keyifli sohbet için, soruların için çok teşekkür ederim. Oturup karşılıklı bir şeyler içemedik, bir masa başı sohbeti olmadı ama masaüstü sohbeti oldu.

Son olarak söyleşinin başlığında sorduğun soruyu yanıtlamak isterim: Dünyanın çivisi çıktı mı? Evet, dünyanın çivisi çıkalı çok oldu ve bu çiviyi yerine çakacak olan da kadınlardır, kesin bilgi, yayalım.

Asıl ben teşekkür ederim. Masabaşı sohbetimizi yine Datça’da ya da belki Ankara’da yaparız artık. Dünyanın Çivisi okurunu bulsun umarım.