Kimi şairlerin kaybında, sesi soluğu kesiliveriyor insanın. Şiirler şairin önüne geçiyor, şiir kuşatması başlıyor –her şiirin bir anısı olduğunu hatırlarken, kendi yaşanmışlıklarımızla şiirlerin anıları birbirine geçiyor. Hepsi birleşip tek bir şiire evriliyor, tüm hayatlar kısacık iki dizeye sığıyor: “Bir roman kadar uzun bu tümce / – Sonra işte yaşlandım.”

Sevgili şairim Gülten Akın’ın ölümü, bu duyguları yarattı bende. Şiir baskınında öne çıkan bu dizeler oldu önce, bir kez daha aynı dizelerin büyüsüne kapıldım. Daha önce de okuduğum, bildiğim halde, teğet geçtiğim bazı şiirlere tutsak olup bir türlü ayrılamama halimi her düşündüğümde olduğu gibi, yanıtı babamın bir sözünde buldum yine: “Her şey bir vakti bekler.”

Vaktini bekleyen ne çok şiir, ne çok metin –yaşadıkça, yaşlandıkça…

b81f7-563a033b18c7736a783e898c

2004 yılında yayınlanan bir kitabıma, “Maçka Palas” adlı öykünün girişine almıştım bu dizeleri. Gülten Akın, gönderdiğim kitabı aldıktan sonra telefon etmişti teşekkür etmek için. İlk temasın tarifsiz heyecanı…

Hayır, ilk değildi. Çocukluğumda, “Eski Sokak”taki ahşap evimize gelmişliği, ablamla beni görmüşlüğü, başımızı okşamışlığı vardı. O anlatmıştı, ben nefesimi tutup dinlemiştim.

Necatigil’den de söz etmiştik elbette. Şiirlerinden, karşılıklı etkileşimlerden.

Ardından birkaç telefon konuşması daha. Birkaç yıl sonra, Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü aldığında karşılaşabildik ancak. Erdal Öz’ün biyografisini, Unutulmaz Bir Atlı’yı yazıyordum o sıralar. Kitapta yer alan “Biyografi Günlüğü”nde de değinmiştim bu karşılaşmaya:

Bu akşam Erdal Öz Edebiyat Ödülü töreni vardı. İlk ödül, sevgili şairlerimden birine, Gülten Akın’a verildi.

Heyecanıyla baş etmeye çalışarak çok içten bir konuşma yaptı Gülten Hanım. Erdal Öz’ü yirmili yaşlarında tanıdığını, Ankara’daki evlerine sık sık gelip gittiğini, sonraları görüşemedikleri dönemlerde de onu uzaktan da olsa hep izlediğini anlattı. Onun çok zeki, hareketli, becerikli ve inceliklerle donatılmış birisi olduğuna değindi. “Erdal’da şeytan tüyü vardı,” demesi, hepimizi güldürdü. Ardından eklediği sözcükler ise, şiirleri gibi hüzünlüydü: “Ödülü içim sızlayarak alıyorum. Erdal’ın arkasına kaldım, oysa o benden daha gençti…”

Gülten Akın’ın bu sözleri, o güzelim dizelerinin rüzgarını estirdi salonda: “Bir roman kadar uzun bu tümce / – Sonra işte yaşlandım.”

Konuşmasını dinlerken, 50’li yılların başkentine döndüm. Erdal Abi’nin Ankara yılları, hayatına giren insanlar, Gülten Akın’la tanışması, gücü bugün bile sezilen dostlukları…

Gülten Akın’ın anlattıkları, bu geceki konuşmalar ve ardındaki yaşantılar, ne denli çabalasam da (ki bu çabalara sınır koymak zorunda kalıyorum…), pek çok şeyin eksik kalacağını bir kez daha, çok içerden hissettirdi bana.

Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı antolojisindeki yorumuyla, “uzun süre, hayatla doğa arasında tedirgin bir iç dünyanın duyarlığını dile getiren, sonra objektifini bireysel inceliklerden kitle sorunlarına çeviren” Gülten Akın, başından sonuna dek yazdığı her şiirde, her dizede insanlık trajedilerini, tanıklık ettiği çağın acılarını inceliklerle dile getirdi. “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” diye usulca fısıldarken yıllar önce “İlkyaz”dan, uzun şiir yolculuğunun son kitabı Beni Sorarsan’da “çok çok çiğ şimdi” diye cevap veriyordu, Necatigil’in yine yıllar önceki “çok çiğ çağ!” isyanına…

“Göstere göstere bilediğin bıçak / bir gün elini kesecek” diye bir kez daha uyarıyordu insanlığı; engelleyemediği çocuk, genç ölümlerine “Ne uzakmış ne uzun gözleriniz / ordan bugünleri gördünüz çocuklar / yetişip dağıtmak için karabasanı / (istediniz olmadı) / soluk soluğa bir koşu/ öldünüz çocuklar” dizeleriyle tekrar not düşüyordu, tekrara düşmeden, belleklerden silinmeyecek biçimde ve giderayak…

“Çok çiğ”ken gitgide daha çiğ, “çok çok çiğ” olan bir çağın tanıklığını yaparken, kendinden ve şiirinden ödün vermeyen onurlu duruşuyla gün günden büyüdü, devleşti adeta.

Eşinin görevi nedeniyle bulunduğu uzak yerlerin birinden, “el-ücra” Alucra’dan şöyle yazmış babama bir mektubunda:

Aziz Necatigil,

Evet, El-ücra.

Yazdıklarımı ona bağışlayınız ve şiirlerinizin bir sözcüğünü araya vermeyen bana.

Sizi, bu türlü yormam bir daha.

Çocuklar büyüyor, şiirler yazılıyor ve ötekiler dibe, daha dibe.

Kim için endişe duymalı kendimizden başka.

Kitap için pek çok teşekkürler.

Saygılarımla.

13 Mart 1960 tarihli bu satırların yazıldığı “el-ücra” kışlarından kalanlar, 80’li yılların savurduğu hayatlardan damıtılan İlahiler kitabında, “Eller İlahisi” şiirinde dile geliyordu, bir annenin oğlunun “ardından bağlı” ellerinde yitik geçmişini arayışıyla:

Ellerini görsem oğlumun
Uzun esmer parmaklı ellerini
Onları özlüyorum
Üç yaşına yağan karda
Kızarmış, ısıttım öpe hohlaya
Ozanda el-ücra çağrışımı yapan
Alucra kışları
Bir elim elinde sabaha dek
Öteki yorganının üstünde
Üşümezdi artık örttüm sardım ya

Görsem ellerini oğlumun
Ardında bağlı durmasa
Kalmasa Alucra sisler içinde
Gevaş’a kurtlar inmese
Cano kızak yap oğluma
Uçar gider göle doğru
Çığ düşer, Artos’a salma

Ellerini görsem oğlumun
Dizgini tutarken atının üstünde
Sağrısı yelesi al ürpermede
Ferhan usul usul titrese

Ellerini görsem oğlumun
Yeşil söğüt dalını incelikle
Kuş sesleriyle değiştiğinde
Beş yaşında çalışkan ellerini
Uçtu gitti kitapların ardında
Uçtu gitti kalemlerin ardında.

Babamın Bile/Yazdı kitabında, “Bazı şairlerin ölümüne yanarız, ancak onların şiirleridir ki, yıllar sonra soğuklarda gene ısıtır bizi” dediği gibi, iyi şiirlerin bu büyük şairi, Gülten Akın da şiirleriyle ısıtacak bizi.

“Bir gün birileri öte geçelerden / Islık çalar yanıt veririz.”

​Anısına saygıyla…

Ayşe Sarısayın

IAN Edebiyat‘ın Aralık 2015 tarihli 15. sayısında yayınlanmıştır.