YUVA
Ester’in söyledikleridir
İnsanlara uzaklık vurma
Ama herkes ki kendisi olsun
Sonra herkes kendisi olsun
Bir gün herkes kendisi olsun
Edip Cansever
Bir sabahçı kahvesinde çayını yudumlayan gencin sekansıyla başlıyor film. Daha sonra, çayını daha bitirmeden kalkan, ardından otobüse binip yolculuğa çıkan bir karakteri izleriz dakikalar içerisindeki geçişlerle. Omzundan sırtına doğru astığı valiziyle dönüş yolundaki Sinan’dır bu. Kasabasına dönüş ânı, caddede karşılaştığı kuyumcu ile girdiği kısa diyalog ile kesinleşir. Kuyumcu ile ayaküstü gerçekleşen kısa diyalogda filmin ilerleyişi hakkında ipuçları elde ederiz. Sinan, okulu bitirdiğinden ve döndüğünden bahseder. Kuyumcunun söylediği şey ise geldiği yer ile Çanakkale ile ilgili olur.
“Ne var ne yok oralarda, hayat var mı onu söyle sen?”
“Hayat yok abi parasız adama hayat nerde var?”
Daha sonra babasının altın aldığından ve borcunu ödemediğinden bahseder kuyumcu, her ne kadar kibarca bir serzeniş de olsa, bir yakınma içerir. Sinan’ın, babasının borcu ile yuvaya dönüşü de tamamlanır bir bakıma, belki de yuvaya, yani kasabası Çan’a dönüşü ancak böyle gerçekliğe oturur onun zihninde. Bıraktığı yerdedir her şey.
Film ilerledikçe baba (İdris) karakteri de Sinan’ın bıraktığı yerden devam eder, bir değişiklik yoktur. At yarışı bağımlılığı yüzünden neredeyse aile namına her şeyi kaybetmiş, öğretmen bir babadır İdris. Ev hanımı olan ve ara sıra çocuk bakıcılığı yapıp maddi kazanç elde etme uğraşındaki anne (Asuman), ilk görünüşte pasif bir konumda görünse de film ilerledikçe ailedeki gizli iktidar olduğu izlenimini edinmeye başlarız. Sinan’ın kız kardeşi ise üniversite sınavına hazırlanan klasik bir öğrenci portresi çizer. Dönelim.
Sinan’ın eve dönüşünde karşılaştığımız rutinleşen hal, bir bakıma şaşırtıcıdır. Her ne kadar şehir merkezinden kasabaya olan dönüş, uzaklık-yakınlık algısını bir bakıma yumuşatsa da kesin bir dönüştür bu. Sinan, Sınıf Öğretmenliği bölümünden mezun olmuştur ve eve dönmüştür, bu dönüş eve dönüşten ziyade yuvaya dönüştür. Fakat aile üyelerinin her biri bu dönüşü gündelik, olağan bir olaydan farksız karşılar. Mesela bir sarılmaya bile şahit olmayız. Şeyleşen, birbirine yabancılaşan bu monoton aile resmi tırmalar zihnimizi. Sinan, annesinin ortadan kaldırdığı kitaplarını düzenleyip yerleştirir ve yuvadaki kozasını tekrar örmeye çabalarken aile üyeleri televizyon ile meşgul olur, baba ile karşılaşması da “hoşgeldin”le sınırlıdır. Akşam olduğunda ise bu dönüşün sıradanlığının içine birden Sinan’ın da karıştığını fark ederiz. Anne ve kız televizyon başında dizinin başlamasını bekler, Baba, Yunus Emre’den beyit okur, ardından kızına şaka yapar. Sinan halasının gönderdiği meyveden yer. Yer yer yükselmeler de olsa, aile belli bir dinginlik içerisindedir.
Sinan’ın Çanakkale’den Çan’a olan dönüşünün bir benzeri de İdris’in Çan’dan köye olan dönüşüdür. Köydeki dağ evinin önündeki kuyudan su çıkarıp, tıpkı Sinan’ın evindeki kitaplarla ördüğü koza gibi bir koza örmeye çabalayan İdris ile karşılaşırız. Kuyunun başında baba oğul ve dedenin taş çektiği sahne ile yaptığımız geçiş, terslikler olmasına rağmen çocukça tavırla bir kurbağanın peşine takılan İdris’in bu koza örme uğraşı, Dede’nin terslemesi ile kesilir bir anda.
Kurbağa örneği ve kurak araziden su çıkarma ülküsü vb örneklerden anlayacağımız üzere, İdris’in doğa ile kurduğu ilişki heyecan ve heveslerin üzerine kurulmuştur bir bakıma. Bu durumu daha iyi kavramak adına Barbara Cassin’in “Nostalji” yorumu ve açıklamasını hatırlayalım. “Nostalji” diyor Cassin, “hem insanın uzakta olduğunda çektiği eziyet hem de geri dönmek için katlanılan sıkıntılardır.”[1] İdris tam da böyle bir nostalji açmazındadır. Geri dönüşün acısı içinde kıvranırken, yine de o acıyla ancak doğru yolda olduğunu kavrar. Sözgelimi İdris’in doğaya çıktığı anda gülmeye ve evdeki sınırlı olan neşesinin burada –doğada– tamamen kayıtsız bir neşeye dönüştüğünü fark ederiz. İdris’in doğa ile kurduğu ilişki oldukça dikkat çekicidir. Doğa’ya hem kaçıştır bu ilişki hem de bir sığınma.
Kaçıştır çünkü aile, borçlar içinde çırpınır (elektrik kesilir mesela, buzdolabı boştur), maaş kartını anneye verip babalığından sembolik olarak feragat eder bir bakıma; doğaya kaçar, (İdris’in dediği gibi toprak bonkördür çünkü) doğaya yaklaştıkça evin içerisinde ulaşamadığı mutluluğa ve dinginliğe ulaşacağından emindir.
Bir sığınmadır bu çünkü aile içinde at yarışı bağımlılığı temelinde yukarıda bahsettiğimiz maaş kartıyla feragat edilen, belki de yıkılan baba kimliğinin sorgulanmadığı ve eleştiriye maruz kalmadığı güvenli bir sığınma alanıdır doğa. Ve bu sığınma alanındaki köpeğini de unutmamak gerekir. Sık sık köpeğinin ne kadar sadık olduğundan, en önemlisi de onu diğer insanlar gibi yargılamadığından bahseder. Tekrar Cassin’e dönelim. Cassin’in nostalji yorumu esnasında örnek verdiği Odysseus’un eve dönüş macerası ve eve döndüğü esnada yaşadıklarını pekâlâ İdris’e yaklaştırabiliriz.
Hatırlayalım, Odysseus eve döndüğünde onu ilk tanıyanlardan birisi köpeği Argos olmuştur. Eşi Penelopeia ise bu sıralamada epey geridedir, hatta sonda. Şimdi Odysseus’un dönüşünü, eve dönüşünü anlamlandırmak ve evde olduğunun ayrımına varmak için giriştiği mücadelenin uzaktan akrabalığını İdris’in çabasında görürüz. İdris doğaya dönerken oradaki çabası ve planları öteki insanlar açısından pek de anlaşılır değildir. Ancak onu ilk anlayanlardan, belki de onu eleştirmemek açısından anladığını düşündüğümüz köpeği Arap vardır. Asuman ise maddi sıkıntının içinde kaybolurken İdris’i tanımaya fırsat bile bulamaz ya da tanımak istemez.
Ev ve evde olma arayışı esnasında, Sokrates öncesi filozofların arkhe arayışının farklı bir penceresinden bakar İdris. O bir arkhe’nin peşinde değildir artık, zaten bulmuştur arkhe’sini. Onun için başlı başına toprak, ağaçlarla çevrelenmiş bir alan arkhe’dir, öyle düşünür. Yuvasına olan dönüşü, evinde olmayı keşfedişi, çevredeki insanların bunu deli saçması olarak görmesi, yuvasına olan heyecanına boş heyecan, “aklı bir karış havada” yorumları yapmalarına rağmen, bu “yuvanın” daha kıymetli ve ferah bir alan olduğu gerçeğini değiştirmez. Bir başka açıdan, yer yer İdris’in eleştirel ve kinik düşüncelerine de rastlarız, bu açıdan William Faulkner’ın Döşeğimde Ölürkenromanındaki baba karakteri Anse’yi anımsatır bize. Anse her eleştiriye karşın bir cevabı olan, çok sıkıştığı noktalarda babalık kurumunun arkasına saklanan ve karşı tarafı eleştirmeyi kendine hak gören bir karakterdir. İdris’in tıpkı Odysseus gibi evinde olduğunu anlama ve keşfetme uğraşı yer yer Anse karakterine yaklaşmasıyla bir tutarsızlık hali içerisinde görünse de en nihayetinde yoldadır ve bu yolculukta düşmek ve yaralanmak pekâlâ kabul edilebilir durumlardır. Hatta bu yolda olma, yuvasını keşfetme halinde İdris’in ahlat ağacı altında uyuyakaldığı bir sahne ile karşılaşırız. Sinan, İdris’in neredeyse ahlat ağacı gibi şekilsiz ve biçimsiz yatmasından ve ağaçta sallanan bir ipten dolayı öldüğünü, intihar etmiş olabileceğini düşünür. Nitekim bizim de zihnimizi o minvalde bir ihtimal tırmalar. Sinan bu karşılaşma anında, İdris’in yanına gitmekle ile geri dönmek arasında kararsız kalır. Sinan’ın koza örme, yuvayı, kendini keşfetme yolundaki çabası rekabete mi dönüşmektedir? Babası eksilince rakibini alt etmiş mi olacaktır? Ayrıca İdris’in ahlat ağacının altında, yine ahlat ağacını andıran biçimsiz yatışı sanki bir Egon Schiele tablosundan fırlamış gibidir. Henüz kendini tamamlamamış, ağır aksaklığı dışına yansımış bir tablodur bu.
Sinan’ın yüzleşmeleri, korkuları, iç gerilimleri babasının doğa ile mücadele ve tutkusunu gözlemlemesiyle beraber yükselmeye başlar. Sözgelimi İdris’in arayışını ya da yukarıda bahsettiğimiz kaçış ya da sığınmasını ve o ulaştığı alanında mücadele edip var olmaya çalıştığını görürüz, belirli şeylerden vazgeçmeye başladığını da bu noktada fark ederiz. Mesela en başta maaş kartıyla sembolleştirdiğimiz bir alanı yavaş yavaş terslemeye ya da daha doğrusu kendisini keşfetmek için, önce bir insan olduğunu keşfetmek için, sıfırdan başlayarak yaşamının arkhe’sini arama, yuvasını bulma ve orada ev kurma aşamasını düşünür, doğaya daha çok yaklaşmaya çalışır. Hatta Sinan’ın yanlış anlamasına rağmen at yarışı da oyna(ya)mıyordur bir süredir. Sinan’ın bu noktada İdris ile yüzleştikçe korkusunun onu farklı düşüncelere ve aksiyonlara sevk etmesi kaçınılmaz bir durumdur. Her ne kadar babası gibi Sınıf Öğretmenliği mezunu olsa da babasının izinden gitme korkusu onu fena halde yıpratır. Aklımıza ilk gelen Ödipal bir çatışamaya da giremez tam olarak, burada bir mitin, tragedyanın yırtılmasıyla karşılaşırız. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, İdris dolaylı yollardan babalıktan feragat etmeye başlamıştır. Hatta Sinan ile olan para eksenli diyaloglarında da buna şahit oluruz. Para konusunda dahi İdris özneliğini unutmuştur, nesneliğe çoktan boyun eğmiştir. Sinan’ın karşısında boynunu eğen bir kabulleniş vardır. Bu noktada Sinan mücadele edeceği ve gerekirse onu alt ede(bile)ceği baba karakterinin yoksunluğu içinde bocalar. İki farklı, çelişkili duruma sürüklenir böylece. Ya ne yaparsa yapsın bir türlü yırtıp çıkamadığı Çanakkale-Çan-Köy üçlemesinin içinde sıkışıp babasının kuyusuna düşecek ve onu tekrar yaşayacaktır ya da tıpkı babasının doğa ile kurduğu –bir bakıma– idealist tavrına benzer bir tavır takınıp kendi ideallerini var etme uğraşına girecektir.
Furkan Pişgin
[1] Barbara Cassin, Nostalji: İnsan Ne Zaman Evindedir?, İstanbul, Kolektif Kitap, Haziran 2018, s.16
Yazının ikinci bölümünü buradan okuyabilirsiniz.